Sürgün Bir Ömür: Nadir Nadirov

AYHAN ERKMEN

Sürgün diyarı Orta Asya’da bir yıldız, yüreğimizi yara yara kaydı. Son nefesini verirken, son sözleri “Van ve Kürdistan” oldu. Doksanlık koca çınar Prof. Nadir Nadirov köklerine güçlü bağlarla bağlıydı, bundan ödün vermeden yaptığı kariyerle halkının yüreğinde taht kurmuştu. Dört bin beş yüz kilometre uzaktan öyle güçlü bir bağdı ki bu, sanki hiç sürgünde doğmamış, ömrü sürgünde geçmemiş, Van’da doğup Diyarbakır’da okumuş, Kars, Dersim, Şırnak da görev yapmış gibi herkesin yürek kapısını aralamıştı.

Bu acı haberden bir ay önce, Nadir Amca ve ailesinin sürgün öyküsüne dair bir video öykü yapma isteğimi sevgili arkadaşım Karina Wezirê Eşo vasıtasıyla kendisine ilettiğimde, büyük bir memnuniyetle katkı sunacağını belirtmişti. Hasta yatağından kalkmış, her zamanki gibi yine çok şık giyinip kameranın karşısına geçmiş ve gönderdiğim sorulara ilişkin, sanki yanımdaymışçasına, bir saati aşkın sıcak bir söyleşi vermişti. Arşivimin en değerli hazinelerinden ve onun da son röportajı olan söyleşinin ışığı ve sıcaklığında sizinle yaralı sürgün geçmişe bir yolculuk yapalım.

Nadirov ailesinin acıyla yoğrulan hikâyesi 1920 yılında başlıyordu. Daha kuruluş aşamasındaki çiçeği burnunda cumhuriyet, bir geleneği sürdürür gibi şeceresini tuttuğu farklı renkleri ve sesleri ayıklama hasadına Nadirov’ların ailesini de katıyor. 1920 yılında Gürpınar’a bağlı Hevşesork (Savacık) köyünün etrafı sarılıyor, kendilerine koşulsuz biat etmeyen Beşkilerin başı ezilmek isteniyor, çıkan çatışmada aile büyükleri Mem Paşa ve kardeşi Hasan öldürülüyor. Mem Paşa’nın öldürülmesi ile amcasının oğlu ve Nadir Amca’nın da babası olan Keremê Nadir (1887) Beşkilerin başına geçiyor. Beşkiler, Bıruki aşiretinin en büyük kollarındandır.

Keremê Nadir da selefi Mem Paşa gibi onurdan ödün vermeyen, baş eğmez biridir. Mem Paşa’nın öldürülmesinden beş yıl sonra 1925 yılında Şeyh Said öncülüğünde başlayan isyanda tarafsız kalmayıp destek sunuyor. İsyan bastırılınca Keremê Nadir, Zeynelê Xudo ve aile büyüklerinden birkaç kişi tutuklanıp İzmir’e sürgün ediliyorlar. İki bin kilometre uzaktaki sürgün diyarı İzmir’den geri dönmek imkânsız gibi bir şeydir. Aileden geriye kalanlar gidenlere öldü gözüyle bakıp rahat yüzü görmeyeceklerini de hesaba katarak, terk-i diyar edip sırra kadem basıyorlar.

1928 yılında çıkarılan afla İzmir’den Van’daki köylerine dönenler, acı gerçekle yüzleştiklerinde hüzne boğuluyorlar. Köy boşaltılmış ve sevdikleri bilinmez bir adrese göç etmişlerdir. Gece gündüz iz sürüp, bir yıl sonra ancak kavuşuyorlar, sınırın Sovyet yakasındaki, Qîqaç köyündeki sevdiklerine. Fakat sevinçleri kursaklarında kalıyor, gelmeleri ile Keremê Nadir’in tutuklanması bir oluyor. Tahkikat bitene değin, dilini bilmediği, zulümden kaçıp sığındığı Sovyetler Birliği’nde de bir süre tutuklu kalıyor.

Keremê Nadir bırakılınca ailece ömürlerinin gelmiş geçmiş en mutlu birkaç yılını yaşıyorlar; sürgünsüz, ölümsüz birkaç yıl… Evin en küçüğü Nadir Amca bu yıllarda, 1932 yılında doğuyor. Evin ilk göz ağrısı Evdıla yine bu yıllarda evleniyor.

Orta Asya steplerinde…

Birkaç yıl sonra Keremê Nadir henüz 49 yaşında (1936 yılında) yaşama ve sevdiklerine veda ediyor. Üzerinden bir yıl geçmiyor ki kıyamet kopuyor. Türkiye’den kaçıp gelen sürgünler, Türkiye için casusluk yapabilecekleri savıyla Orta Asya steplerine sürgün ediliyor. Nadir Nadirov o dönem beş yaşındadır. “Bugün gibi hatırlıyorum, babamın yası daha tazeydi” diyor.

Sadece temel ihtiyaçlarını almaları kaydıyla, 24 saat mühlet veriyorlar. Peşinden insanın kanını donduran sonbaharın son demlerinde başlayan iki aylık ölüm yolculuğu başlıyor. Yük vagonlarına tıka basa doldurulan insanlar soğuktan, açlıktan ve hastalıktan kırıla kırıla, zemheri ayında Mirzoyan düzüne varıyorlar. Zulüm mağduriyetinin tecrübesiyle yanlarına aldıkları Kürt işi kara kıl çadırlarını dağ gibi yağmış karın yüzüne yan yana diziyorlar.

Fakat orada da rahat yüzü görmüyorlar. Acılarla yüklü uzun sürgün yolculuğunun yorgunluğunu daha atmamışken bir gece yarısı etrafları sarılıyor. Kırk ailenin tüm yetişkin erkeklerini topluyorlar. İçlerinde babasının ölümünden sonra ailenin yükünü omuzlayan elleri kınalı Evdıle de var. Nereye götürülüyorlar, niçin götürülüyorlar, kimsecikler bilmiyor.

Evdıle’nin götürülüşüne dayanamayan anneleri Kewê öldüğünde, Nadir Amca daha yedi yaşındadır. Kalanlar baharda, taştan ve çamurdan başlarını sokacakları kulübeler yapar, yurtlarından uzak Orta Asya steplerinde. Apê Nadir’in söylemesiyle, “Ata baba yurdu Van neresi, neresi olduğunu bilmedikleri bu sürgün diyarı neresi…”

Sürgün aileleri koparırlar. Kardeş çocukları uzak, farklı köylere dağıtılır. Yıllarca, yerleştirildikleri köylerin dışına çıkmalarına müsaade edilmediğinden birbirlerinden bihaber yaşarlar.

Stalin’e mektup…

Nadir Amca eğitimine köyün dışında devam etmek için çalmadık kapı bırakmaz. “İzin çıkana kadar anamdan emdiğim sütü fitil fitil burnumdan getirdiler” diyordu. “Kimliğine Özbek, Kazak yazdır öyle izin alırsın” telkinine, “Ben Kürdüm nasıl Özbek, Kazak yazdırırım. O zaman halkıma ihanet etmiş olmaz mıyım, halkım Kürt olduğu için ne zulüm çekmişse, bende çekeceğim,”der.

Gözü karalık edip bu defa Stalin’e bir mektup yazar: Siz de, Lenin de okuyun, okuyun, okuyun diyorsunuz da başka yere gidip okumama müsaade etmiyorsunuz,” der. Bunun üzerine, başkentlere ve büyük kentlere gitmemesi kaydıyla, küçük kentlerde eğitimine devam etmesine müsaade ediyorlar. İdeallerinin önündeki bu engeller Nadir Amca’yı müthiş hırslandırır. Gece gündüz çalışır. Kısıtlamalar kalkınca Nadir Amca da eğitimini profesörlükle taçlandırır.

Doksanların başında Sovyetler Birliği dağılınca, Nadir Amca 55 yıl sonra, abisi Evdıla’nın akıbetini sorar. Gelen cevabi yazı yarayı yeniden deşer; Türkiye casusu ithamıyla tutuklandıktan üç gün sonra sorgusuz, sualsiz kurşuna dizilmiştir…