İBRAHİM KARACA
Bazı yüzlere baktığında bir halkı görür insan. Civan Gasparyan da öyle bir yüzdür. Elini kalbinin üstüne koyup “Burası olmazsa, ağızdan ses çıkmaz” der üstad. Halkların ve şarkıların kardeş olduğuna inanır, orada kalbini ferahlatır. Hepsinden bir şeyler alma çabasında olduğunu, uzmanlık alanının politika değil müzik olduğunu söyler, durduğu yeri hep yeniden vurgular ve dünya üzerindeki ırk öncelikli yaklaşımları mahkûm eder…
Kulaklarımda “Mayrig” çınlayıp durdu bir süre öldüğünü duyduğumda. Kendi sesinden, Ermenicenin güzelliğiyle: “İm anuşig im knkuş mayrig/Benim tatlı, narin anam.”
Bazı yüzlere baktığında bir halkı görür insan. Civan Gasparyan da öyle bir yüzdür mesela benim için. Peter Gabriel ile yaptığı kayıtlardan sonra (90’lı senelerin sonuna doğru) geç de olsa hayatıma giren bir büyük sanatçıdır Gasparyan. İlk albümünü 1983 yılında yayınlamıştı, albüme adını veren şarkı ise “I Will Not Be Sad in this World (Bu dünyada üzgün olmayacağım)” adını taşıyordu ama benim o yıllarda bundan haberim bile yoktu.
“Salute” albümünü alıp kartoneti okuduğumda, onun bir bilge kişi olduğuna karar vermiştim… Duduk o bilgeliğe yarenlik ediyordu aslında. Yarenlik edilecek bir doluluğa sahip olmak lazım önce. 2000 yılının başıydı sanırım, aradan yirmi sene geçmiş… Ama orada okuduklarım hâlâ aklımda: “Ermeniler ve Türkler acı olaylarla birbirini ansalar da aynı toprakların insanları. Her zaman birbirlerine ihtiyaçları var… Çalgım barışın sesidir, bir gün İstanbul’a gelip oradaki kardeşlerim için de çalmak isterim.” Sonraki yıllarda Türkiye’ye birkaç kez geldi, unutulmaz konserler verdi.
‘İyi ulus-kötü ulus yok…’
Elini kalbinin üstüne koyup “Burası olmazsa, ağızdan ses çıkmaz” demiş üstad. Belki birçokları için ‘apolitik’ sayılacak ama onun bizzat kendi sözleriyle hayat görüşü şudur: “Ne içtiğiniz değil, kiminle içtiğiniz önemlidir. Çıplak geliyor, çıplak gidiyor insan bu dünyaya. Zamanı gelince veriyorlar pasaportu eline. Bundan kimse kurtulamıyor. Bu dünyada iyi ulus, kötü ulus yok. İyi insan, kötü insan var.”
Halkların ve şarkıların kardeş olduğuna inanır, orada kalbini ferahlatır. Hepsinden bir şeyler alma çabasında olduğunu, uzmanlık alanının politika değil müzik olduğunu söyler, durduğu yeri hep yeniden vurgular ve dünya üzerindeki ırk öncelikli yaklaşımları mahkûm eder: “Çocuklar okula ‘Azeri öldürün’, ‘Ermenileri öldürün’ diye neden başlasın? Bir milletin topyekûn ‘kötü Ermeniler’, ‘kötü Azeriler’ diye nitelendirilmesi ne kadar yanlış. Biz biliyoruz ki, Anadolu’daki soykırım yıllarında Ermenileri öldüren Türkler kadar, Ermenileri savunan, koruyan ve onlarla aynı kaderi paylaşan Türkler de var. Bunu inkâr edemeyiz. Bu demektir ki, sokaktaki insanın böyle şeylerde suçu olamaz. Halklar birbirine düşman olamaz. Sadece politikalar birbirine düşman olur.” Hem hissederken hem de ifade ederken yalnız değildir, Charles Aznavour da benzer duygular içindedir.
Sonra “Fuad” yayınlandı, sanırım 2001 yılıydı. Erkan Oğur’la birlikte bir çalışma, Kalan Müzik’ten. Fuad, yani bir kalbin ana rahmindeki ilk atışı… Kalbin en mutlu olduğu an… Hayat noktası… Kalan Müzik olmasa müzik arşivim çorak kalacaktı, eminim. Ölüm haberini, kendisi ile aynı adı taşıyan torunu, sosyal medya hesabından duyurmuştu: “Dünya bu gece hayal edilemez bir kayıp yaşadı.” Kökleri Anadolu’dadır onun. 200 sene önce Muş’tan Erivan’a göç eden bir ailenin kuşaklar sonraki devamıdır. 1928 yılında Ermenistan’ın Solak kentinde doğmuş, 92 sene soluk almış bu dünyada ‘Bizim Kaspar’. Bir söyleşide, Muş’un eski adının ‘Gaspar’ olduğunu söylüyor Gasparyan. Hemşin’de “Kaspar” isimli aileler vardır mesela. Aramızda Gasparyan muhabbetleri olmamış mıdır hiç? Olmuştur tabii ki.
Altı yaşında çalmaya başladığı ‘duduk’ çalgısına kendi yorumunu katmış, kendi tarzını yaratmış, sanatıyla var olmuş… UNESCO’nun dünya çapındaki yarışmalarında (1959, 1962, 1973, 1980) dört madalyayla ödüllendirilmiş bir dünya sanatçısıdır Civan Gasparyan. Aralarında Sting, Erkan Oğur, Hossein Alizadeh, Michael Brook, Brian May, Ludovico Einaudi, Peter Gabriel, Brian Eno ve Hans Zimmer gibi pek çok önemli müzisyenle birlikte çalışmıştır… Gladyator filmi de dâhil olmak üzere pek çok film müziğinde Gasparyan imzası vardır. Oslo’da yapılan Eurovision şarkı yarışmasında (2010) Ermenistan adına yarışan Eva Rivas’ın “Apricot Stone” (Kayısı Taşı) adlı şarkısına duduk çalarak eşlik etmiştir.
İlk duduk…
Duduk ve müzik serüvenini şöyle özetler üstat: “Sessiz filmler yerel müzik eşliğinde gösterilirdi. Duduk’u ilk kez sinemada dinledim. Bu filmlerin hepsine giderdim. Sinema salonunun ilk sırasında hep müzisyenler, duduk çalanlar otururdu. Filmin hüzünlü yerlerinde hüzünlü melodiler, mutlu anlarında mutlu melodiler üflerlerdi. O heyecan bana duduğu sevdirdi. Bir taraftan da ailemin geçimine yardımcı olmak zorundaydım. Topladığım şişeleri satarak ilk duduğumu aldım. Altı yaşındaydım, çalmayı kendim öğrendim. Orada ilk tanıştığım ustalardan biri Markar Markaryan’dı. Sanırım 1943 yılıydı. Bana bir duduk vermesini rica ettim. Şöyle bir boyuma baktı, ‘Senin boyun ne posun ne, sen önce okula git. Anan baban yok mu senin?’ dedi. Annem o yıllarda vefat etmişti. Babamsa ordudaydı. Ben tek başımaydım. Baktı ki çok ısrar ediyorum, çıkardı cebinden bir duduk verdi bana. Altı ay gece gündüz tek başıma çalıştım. Sonra ustamın yanına gittim, ona biraz çaldım. Şöyle bir baktı bana, sonra sarıldı ve kafamdan öptü. Duduğu elimden aldı, cebine soktu, başka bir duduk çıkarttı, onu verdi. ‘Senden iyi bir usta çıkacak, bunu hiç bırakma’ dedi. Sanırım 10 yaşında filandım. Çok çaba harcadım. 14-15 saat duduk üflediğimi ve daha sonra bayıldığımı dahi hatırlıyorum. Elim kilitlenirdi. Böyle bir sevgim var müziğe karşı. Sanatımı, ustalığımı çok zor elde ettim. Çocuk grubundan sonra Gomidas Konservatuarı’na girdim. Master ve pedagoji eğitiminden sonra konservatuarda eğitim görevlisi oldum.”
Ermenistanlı ustalar, yalnızca kayısı ağacından yaparlarmış ‘duduk’ çalgısını. Fakat sadece Ermeni ustalar kamışı ham haliyle kullanırmış. “Hem de Araks nehrinden kestikleri gibi, zımparalamadan, boğumlarını kazımadan. Belki bu yüzden, Ermeniler çaldığında, ‘duduk’ benzerlerinden daha etkili hale geliyor. Soluğu kulaklarımızdaki nasırı aşıp yüreğimizin derinlerine ulaşıyor” (Aktüel, Kasım’98, Serhan Yedig).
Ölümünü duyduğunda Peter Gabriel şunu söylemiş: “Ermenistan’da ‘duduk iyi çalındığında ağlarlar’ derler. Günaha Son Çağrı filmim için müzik ararken tanıdım Gasparian’ı. Real World stüdyolarında bir akşam yemeğinde ayağa kalkarak duduğunu eline alıp ‘bunu annem için çalıyorum’ dedi… Müzik bittiğinde herkesin gözleri dolmuştu”.
Azeriler dut ağacından yapıp adına “Balaban” diyor bu çalgının. Dağıstanlılar vişne ve kızılcıktan yapıp “Yasti Balaban”, Doğu Anadolu halkı ise cevizden yapıp “Mey” diye adlandırıyor. “Sual eylen bizden evvel gelene/ Kim var imiş biz burada yoğ iken” demiş ya Karacaoğlan… Selçuklu Anadolu’ya girdiğinde kimler vardı bu topraklar üzerinde? Anadolu boş bir arazi miydi? Bitlisli William Saroyan, Muşlu Djivan Gasparyan ve daha niceleri… Hepsi buralıdır!