VEYSİ ÜLGEN
Suriçi kuçelerinde, yüreğimin hüznü, gözlerimin sitemi ve anılarla devam ettiğim yürüyüş şimdilik Tekkapı önünde mola veriyor. Ve Sur’un sonradan açılan bu kapısından, çocukluğumuzun ‘yeni şehir’i, şimdinin ‘eskitilmiş şehri’ beni karşılıyor. Kapıdan çıktıktan birkaç metre sonra beton binaların arasına dalıyorum. Bir zamanlar buralardaki mekânlar bahçelerin ortasında saklı gibiydi. Sonra o mekânlar serpildi, yükseldi, genişledi ve o bizi küçümseyen şehirli çocukların oynadığı bahçeleri yok etti. Evet, Suriçi’nden buralara seyre geldiğimizde dilimiz ve kıyafetimizle alay eden çocukların, bizden kaçarken saklandıkları bahçeler artık yok. Yerlerinde beton binalar… O çocukların çocukları da muhtemelen şehrin yeni kısmının yeni tarz site bahçelerinde oynuyorlardır şimdi…
Geçmişe yolculuk yapayım istiyorum ama betonlar suratıma çarpıyor. İnşa, yıkım ve yeniden inşayla şekillendirilmeye çalışılan şehrin değişimi hüzün ve öfke karışımı bir duyguyla sarmışken, Ziya Gökalp Lisesi’nin olduğu sokakta epey yol aldığımı fark ediyorum. Burada yarım kalmış rüyalarıma yolculuk yapabilirim işte. Gözlerimin önünden eski bahçeli evlerin ortasında büyük bir okulun hayali silueti var. O zaman bize kocaman görünüveren koca lisenin duvarına yaslanıp eski şehrin hatıralarını yaşamak bana güç veriyor.
Biz taşra liselerinde okuyanlar, Diyarbakır’daki iki liseyi gıptayla izlerdik. Ziya Gökalp Lisesi ve Anadolu Lisesi yani o dönemki deyişle Kolej… Kolej, Şehitlik Mahallesi’ndeydi, biz çocuklar için uzak sayılırdı. Hele yaz sıcağında oraya pek gidilemezdi. Ama Sur’ların çeperinde, bahçeli evlerin ortasında yükselen Ziya Gökalp Lisesi bir adım ötede sayılırdı bizim için. İlçe otogarı Tekkapı’da bulunuyordu. Otogarda otobüs beklerken bir gözümüz hep lisenin çatısına takılıydı. O çatıdan Suriçi’ni izlemeyi, yaz tatillerinde ise lisenin etrafında tur atarken orada öğrenci olmayı hayal ederdik. Lisede okuyan akrabalarımızın abartarak anlattıkları okul hikâyelerini sanki biz yaşamış gibi sahiplenirdik. Ziya Gökalp Lisesi bizim için bir liseden öteydi.
Şimdi o büyülü lisenin yerinde, koca binalar arasında küçücük kalmış bir okul var. Beton blokların arasında kimliksizleşmiş gibi duruyor. Elbette mesele sadece beton binalar değildi. Zamanın ve değişen hayatın irtifa kaybettirdiği duygularla da ilgili bir boyutu olsa gerek…
Sokak bittiğinde ince, hafif engebeli, düzensiz bir dört yolla karşılaşıyorum. Ve tabii ki gözlerim bir mekânı arıyor. Zor zamanlarda Sur-dışı Diyarbakır’ın öne çıkan ‘sosyal-toplumsal’ mekânlarından biri… Yüreğimdeki hüznü derinleştiren, Rıza Dayının Yeri…
Elbette Rıza Dayı, benden çok bu kent sakinlerinin ve de Ziya Gökalp Lisesi öğrencilerinin ‘Rıza Dayı’sıdır. Benim için ‘Rıza Dayı’dan daha fazlası ‘Rıza Dayının Yeri’dir. Eskilere giden ve eski alışkanlığı gereği yol ortasında yürüyen biri olarak sürücü küfürlerini duymadan yüzümü ‘Rıza Dayının Yeri’ne çeviriyorum.
Kamuflajlı sohbetler mekânı
Mütevazı bahçesiyle küçük bir çay ocağı bizim için neden bu kadar önemlidir?
Bahçesine girdiğimizden itibaren yüzümüze vuran o dostluk kokan hava ve arkadaşlık estiren rüzgârla başlardı her şey. Evet, kuru sıcak bir kentin ortasında bu çay ocağında bir rüzgâr eserdi ve biz bunu hisseder öyle otururduk küçük kürsülere. Birazdan gelirdi bir çay ve biz kentte patlayan faili meçhul kurşunları duymazdık. Kentin ağıtları bize halay ezgisi olarak dönerdi. O bahçeden içeri girdiğimizde her şey değişirdi.
Çünkü orada dostlar, arkadaşlar vardı. Kentin öteki yüzü vardı.
Bazen bir demli çay içimine koca bir dünya sığardı. Siyasetten felsefeye, edebiyattan tarihe, günlük dedikodulara ve ‘dava’ dediğimiz platonik aşk hikâyelerine kadar, neler paylaşılmazdı ki…
Burada, aynı dönemde, aynı duygularla paydaş olduğumuz ‘Küçük Ev’ gibi ne iskambil kâğıtları ne de okey taşları vardı. Bu durum siyasi konuşmaların kamuflajını zorlaştırdığı için tavla ve satrança başvuruluyordu.
Düşük volümde, âdeta mırıldanarak konuşmak mekâna gizemli bir hava veriyordu. Böylece sohbetler daha derin ve korunaklı oluyordu. Rıza Dayı’nın kara kürsüleri her birimizin devriminden ve de en az bir ‘davasından’ mutlaka haberdardı!
Benim gibi bağırmadan konuşmayı beceremeyen yüksek frekanslı, az buçuk öfkeli kişiler de masalarda yalnız bırakılarak cezalandırılırdı bazen. Yalnız başıma, uzaklarda bıraktığım sevdama içerlenirken çay bahçesini, dut ağacını ve Rıza Dayı’nın çay servisini izlerdim…
Mekân, bir gün bura müdavimini yüceltiyorsa ertesi gün düşürebiliyordu. Mesela bir gün bir öğrenci eyleminde yer alışın çok övülürken ertesi gün âdeta yerin dibine sokulabiliyordun. Bir gün kahraman, bir gün maceracı bir küçük burjuva! ‘Küçük burjuva’ en fazla tüketilen siyasal/sınıfsal terimdi belki de. Ama öyle ya da böyle, sonuçta o kürsülerden hep umutla kalkılırdı.
Faili meçhul günler…
Doksanlı yılların başı… Coğrafya hem kaynıyor hem de kanıyor. Öğrencilikten mesleğe adım attığımız heyecanlı günler. Çayı borca içmediğimiz günler yani. İyi hekimlik yapmak için çaba harcayan bir grup genç hekimiz. Çağdaş Hipokratlar olmaya çabalıyoruz. Çatışmalar ortasında olumsuz etkilenen toplum sağlığına ilişkin sorumluluk hissediyoruz. Hiçbir otoriteden etkilenmeyen bir hekimlik yapmak istiyoruz. Ve ‘Rıza Dayının Yeri’ buluşma mekânımızdır. Cinayetlerin otomatiğe bağlandığı kentte bizi başka mekânlar kabule yanaşmıyor çünkü. İki yüz metre ötede İl Özel İdare binasında bulunan tabip odamız bile bize pek yabancıdır.
‘92 yazı talihsiz bir cinayetle başlıyor. Silvan’da bir hekim öldürülüyor. Yarın sıra hangimizde, bilmiyoruz. Ama öldürülmekten ziyade, hekimlik yapamamanın kaygısıdır bizi telaşlandıran.
Bir şey yapılmalı diyor hekimlik yanımız. Önce Necdet’le tanışıyorum. Sonra çocuk hastanesinde birlikte çalıştığımız İlhan bize katılıyor. Artık birer birer buraya düşüyoruz. Okul arkadaşlarım Samet ve Vedat’ın aynı zamanda Ziya Gökalp Lisesi mezunu oluşları bizi bu mekâna daha çok bağlıyor. Yüzlerini eskiden beri sıkça gördüğüm çiçeği burnunda genç hekim arkadaşlar var. Sonradan Adem, Suat, Hüseyin ve Mustafa da katılıyor. Epeyce kalabalığız. Bahçeye sığamıyoruz. İki ayrı masa olarak oturuyoruz. Masanın birini Samet diğerini Vedat yönetiyor, Rıza Dayı’nın öğrencilikten beri eski müdavimleri olarak. Yüzlerde endişe ve umut; hekim olmanın ağır sorumluluğu ve can güvenliği endişesi birlikte…
Ben sohbetlerde yine en ayrık kişi olarak göze batıyorum. Bu mekânın bana gel ve burada yalnız otur diyesi var âdeta. Arkadaşlar bu ayrıklığımı törpülemek istercesine beni tabip odasına aday yapmaya çalışıyorlar. Sağlık emekçilerince yeni kurulan sendika binasına gitmek için ayrılıyorum buradan. Tekkapı’ya boynum tutuk bir halde varıyorum. Sonra boynumu salıyorum, ne olursa olsun diye. Suriçi kendimi daha güvenli hissettiriyor. Yeşilçınar çay bahçesi önünden meydana doğru ilerleyip Sevenler Birahanesi’nin sokağından içeri giriyorum. Sokak ıssız. Az önce vurulan birini götürmüşler. Sendikada Hamit Abi kapıda beni karşılıyor. O da kapıyı kapatıp eve gidecek. Sendikayı birlikte kapatıp Bağlar’ın dar kuçelerindeki evlerimize gideceğiz. Ama içkinin ‘yasak’ olduğu bu zamanda Sevenler Birahanesi’ne gidip Arjantin kupa bira içmek istiyorum, hem de hayatında bir yudum içki içmemiş Hamit Abi’yle. Reddediyor tabii ki ve içeri girmekten vazgeçiyorum. Onun yanında kendimi güvende hissederek birlikte Bağlar’a, evlerimize gidiyoruz. Ertesi gün Hamit Abi ensesine sıkılan bir kurşunla öldürülüyor. Morgda umut ve güven saçan güler yüzüyle yeniden karşılaşıyorum…
Şimdinin gerçeği ve hafızanın sakladığı
Ve soluğu Rıza Dayı’nın orada alıyorum. Başka da nereye gidebilirim. Çay bardağı elimde, bir gün önce içemediğim bira şişesini Hamit’in şerefine kaldırıyorum, yasımı yaşamaya çalışıyorum.
Ölümler adımlıyor ama biz de adımlıyoruz. Birkaç gün sonra burası yeniden bir buluşmaya vesile oluyor. Artık içilen sadece çay değildir. Sohbetler de sadece sohbet değildir. Buradan tabip odasına yol alıyoruz. Seçimi kaybediyoruz belki ama büyük kazanımımız oluyor. Tabip odasında ‘iyi hekimliği’ yol edinmiş genç hekim geleneği başlamış oluyor.
Belki bu mekân böyle nice başlangıçlara ev sahipliği yaptı. Lise mezunlarının ve de kent sakinlerinin böyle ne çok anısı vardır. Ve burası Hamit için tuttuğum nice buruk yasları yaşamıştır, hissediyorum. Ama eminim, daha fazlası umuda ve yeni başlangıçlara tanık olmasıdır.
Geçmişten sıyrılınca şimdinin gerçeği sarsıyor beni. Rıza Dayının Yeri’nden eser yok. Kent büyüyor, mahalleler genişliyor. Nice mekânlar gibi Rıza Dayının Yeri de kentin bu yakasındaki yıkıma dayanamayarak öteki yakaya yani ‘yenişehir’e göç ediyor. Artık yeni mekân yeni kuşaklarca, yeni heyecanlara ve yeni buluşmalara hazırlanıyordur belki ama bizim için ‘Rıza Dayının Yeri’ hâlâ yerindedir, hafızamızda saklıdır. Kentimizle beraber anılarımızı yaşamaya ve yaşatmaya devam ediyoruz…