KİM YERLİ, KİM YABAN?!

İBRAHİM KARACA

Dört sene önce İstanbul’dan bindiğim Trabzon uçağında koltukların neredeyse üçte ikisinde “Arap” yolcuları görünce, bir an yanlış uçağa bindiğim hissine kapılmıştım. Arkamdaki Trabzonspor külahlı amcaya etrafı işaret edip “Ne oliyi emice?” diye sorduğumda ise, “Memleketlerine gidiyiler uşağum, Trabzon oldi Arabzon” cevabını almıştım.Amcaya gülsem de, Avrupa’daki Karadenizliler gelmişti aklıma. Fetihse fetih, alın size fetih!

Fetih?!

‘Fetih yılı’ olarak 1461 kabul görse de Osmanlı için buraya hâkim olma yılı Trabzon Rumlarından vergi alınmaya başlandığı 1456’dır. Rize ve çevresi ise 1470 yılında Osmanlı topraklarına katılmış ve egemenlik altına alınmıştır. “Yavuz” olarak bilinen 1. Selim’in, dedesi Fatih’in Trabzon’u ele geçirmesinden yirmi sene sonra (1481) Trabzon sancakbeyi olduğu ve 1512 yılında da babası olan İkinci Sultan Beyazıt’ı devirip tahta geçtiği biliniyor. Topu topu sekiz yıl kaldığı taht sürecinde kendi babasını, 2 ağabeyini, 6 yeğeni ve 3 vezirini boğdurup öldürten Yavuz Sultan Selim’in başka kaynaklarda, 1508 yılında Gürcistan’a bir ganimet seferi düzenlediği ve bunu üç kez yaptığı, seferlerden önce ise “Çevremdeki Gürcüler üzerine seferim vardır, ganimetten pay almak isteyen gençler gelsinler” diye dört bir yana haber saldığı yazılmaktadır. Bu satırlara bakıldığında, akla mecburen şu soru geliyor: Yavuz, dedesinin fethettiği topraklarda yaşayan Türkler üzerine mi sefer düzenledi, yoksa orada yüzlerce yıldan beri yaşamakta olan ahaliyi Türkleştirmek (Müslümanlaştırmak) mi istedi?

Çünkü tarihsel kaynaklar, fetihten 30 sene sonra, yani Yavuz gelmeden 30 sene önce bölgede tamamen gayrimüslimlerin yaşadığını söylemektedir. “Peki nasıl bir fetihti bu fetih?” derseniz, şöyle: ‘Fetih’ denilen olay, (okumalarıma göre) karşılıklı çarpışmalar sonucu bir tarafın yenmesi şeklinde gerçekleşmedi. Trabzon İmparatoru David Komnenos, halka ve ailesine dokunulmayacağı sözü üzerine Trabzon’u Fatih Sultan Mehmet’e teslim etmişti. Fakat kendisi, Komnenos adlı eski Bizans sülalesinden geliyordu, yani Rumlar arasında Bizans tahtının da mirasçısı sayılıyordu. Hem İstanbul, hem de dönemin Pontus coğrafyasındaki Rum ve Hristiyan tebaaya ‘artık geçmişe dönemeyeceksiniz’ mesajı vermek amacıyla, fetihten 7 ay sonra çocuklarıyla birlikte Yedikule’de başı vurularak idam edildi ve cesetleri İstanbul surlarına asıldı. İmparatorun eski subayları  Müslüman olup Yeniçeri Ocağı’na dahil edilirken,  eski memurları ise sarayın hadem kadrosuna alındılar. Kendi isteğiyle İslamlaşma, Trabzon’un büyük aristokrat ailelerinde de görüldü. Örneğin baş mabeyinci Georgios Amiruces ailesi böyleydi; bu ailenin iki oğlu, Mehmet Bey ve İskender Bey adlarını aldılar.

Hemşin boylarından bakınca…

16. yüzyıl Osmanlı kaynaklarına bakacak olursak, Trabzon Salnamesinde verilen bilgilere göre Hemşin, Trabzon vilayetinin kazalarından biriydi; Hemşin, Karahemşin ve Eksanos adlı üç nahiyeye ayrılıyordu. Osmanlı arşivlerine göre 1681 yılında Hemşin’de Ermeni nüfusun oranı yüzde 80’dir.[1] Sayımlarda ve diğer kayıtlarda Müslüman Hemşin ahalisinin soy veya etnik yapısından söz edilmiyor. Osmanlı açısından ahalinin o aşamada Müslim olması önemliydi, gayrimüslimler ise etniklerine göre kayda geçirilmişti. 1860 yılındaki ‘Lazistan Sancağı’nın[2] tamamında 66.150 Müslüman ve 1.630 Ermeni yaşamaktaydı. 1872 yılında Trabzon’da görev yapan İngiltere Konsolosu C. Palgrev şunu yazmış: “Hemşin bucağında kalabalık bir Ermeni kolonisi oturur. Hemşin bucağı çevresinde yaşayan yaklaşık 40 köy ve 20 bin nüfustan 17 bini Müslüman, 3 bini de Hristiyan Ermenidir. Müslümanlar arasında Ermeniler çoğunluktadır.” [3]

Trabzon yönüne doğru gitmeye devam edildiğinde; 17. yüzyılda din değiştirmemek için Hemşin’den kaçarak Araklı ve Arsin’e gelse de Müslümanlığı kabul edip kalan birkaç yerleşim yeri vardır. Kizirnos ve Zifona bunlardandır. Eğer İspir ve Tortum tarafına dönecek olursak, Khodoçur, Khodig, Koğonç, Verinkeğ, Khozbrik gibi Hemşinli yerleşimlere rastlarız. Düzce, Akçakoca, Karasu ve Kocaali tarafındaki Hemşinliler ise, “93 Harbi” diye bilinen Osmanlı-Rus savaşından sonra büyük çoğunluğu Hopa tarafından gelip Ardaletsi, Abotsi, Khigotsi, Açmabaşı, Hemşin ve Karapelit gibi köyler kurmuşlar, dil bilmekte ve bazı yerleşim yerlerinde de Abhazya, Gürcistan ve Balkan (Türk) göçmenleriyle birlikte yaşamaktadırlar.

1860’larda din değiştirme baskısından kaçan bazı Hemşinlilerin Batum’a geldiği biliniyor.[4] Krasnodar Kuban Devlet Üniversitesi’nden  İgor Kuznetsov tarafından yapılan sunumda şöyle denilmektedir: “Trebizond, Ordu ve Samsun (Canik) havalilerindeki kırsal bölge Ermenileri, Hamşen’de Müslümanlaştırılmaya karşı çıkmış olan mültecilerin soyundan gelenler olarak kabul edildiler. 1878’de Pontus’un doğu bölümü, Hemşinlilerin ikamet ettiği 12 köyle birlikte, Rus İmparatorluğunun Batum (Acara) sınırları içinde kaldı. Günümüzde bu Hamşen Ermenileri, Krasnodar’dan Abhazya’ya kadar uzanan geniş mıntıkada yerleşmiş durumdalar. Abhaz-Gürcü savaşı (1991-93) esnasında Abhazya’dan iltica edenlerin dışında hepsi Türkiye’den göç eden mültecilerin soyundan gelmektedir”. Burada kullanılan “Hemşin Ermenileri” kavramını toptancı bir içerik taşıdığı gerekçesiyle sorunlu bulanlar olabilir belki ama “Osmanlı Ermenileri” veya “Osmanlı Türkleri” diyerek ne kadar toptancı olunuyorsa, “Hemşin Ermenileri” derken de o kadar toptancı olunabileceğini düşünüyorum ve sorunlu bulmuyorum ben. Bu ifade, “Ermeniyan-ı Hemşin” olarak Osmanlı belgelerinde bizzat vardır zaten.

Sürgün ve Tehcir deyince…

1. Dünya Savaşını izleyen yıllarda sınırlar yeniden belirlenirken, topraklarla birlikte üzerinde yaşayan halklar da paylaşıldı. Bu paylaşımda Hemşin’in büyük bölümü Türkiye tarafında kalırken Hopa’nın üç Hemşin köyü Gürcistan’a dâhil edildi. 2. Dünya Savaşı yıllarında ise bu köylerde yaşayan Müslüman Hemşinliler, işgalci Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, başka halklarla birlikte Kazakistan ve Kırgızistan’a sürülmüşlerdi. Oysa Hitler’in “Türklerin savaşçı niteliği” yönündeki sığ inacından dolayı, 1941 yılında Azerilerden oluşan bir lejyon bile kurulmuştu ama Azerilerin sürgün edilmesi söz konusu bile edilmemişti. Kafkasya isimli eserinde James Forstyh bunu Bakü petrollerinin hayati önemine bağlar: “Kasım 1944’te, Güneydoğu Gürcistan’ın Müslümanları da topyekün tehcir edilmişti. Kurbanlar arasında Mashetyalılar veya ‘Mashetya/Ahıska Türkleri’, Hemşinliler (Müslüman olmuş Ermeniler), Gürcistan Cumhuriyeti’nde yaşayan Kürtler ve bir kısım Lazlar vardı. [5]

O yıllarda Sovyetler Birliği’ni işgal eden Nazilerle işbirliği yapanların çokluğu azımsanmayacak düzeydeydi. Ancak bazı kaynaklara göre bu göç ettirmelerin yalnızca işbirlikçiliğe verilen bir cevaptan öte, ekonomik nedenleri vardı. Almanlarla işbirliği yapanların oranı her etnik grupta aynıydı, ancak hepsi sürgün edilmedi. Toplu sürgüne konu olan etniklerden 1956 yılına kadar askere bile adam alınmadı.

Sürgün ve tehcir, sivil ahaliyi perişan edip kendi yurdundan kazıyan bir zor kullanma eylemidir. Kendisine haklı gerekçeler yaratan devletler savaş koşullarını bahane etseler ve bu sürgünü ortaya çıkan durum gereği veya öncesi olan bir kurgu dahilinde yürütseler de sonuç itibarıyla etnik arındırma ile aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü bir tarafta silahlı ve silahsız kurumlarıyla örgütlenmiş bir devlet, diğer tarafta ise içinde “düşmanla işbirliği yapan unsurlar” barındıran bir ‘ahali’ vardır. Rum olur, Türk olur, Ermeni olur, Kürt olur, oralı olur, buralı olur… Ama olan olur, “içinden geçilen koşullar” bahane olur ve bir halk kök saldığı toprağından sökülür!

Mesela Türkiye topraklarında 1915 yılından itibaren yaşanan ve kimilerinin “soykırım” kimilerinin “tehcir” dediği, Ermeni etnik arındırmasına yol açan süreci bilmeyen yoktur. Bunun hangi adla adlandırılacağı bu yazının konusu değildir ama biraz önce vurguladığımız acıların tam da göbeğinde bulunduğundan aklımızı hep meşgul edecek önemdedir.

Benzer biçimde, Lozan Antlaşması’na[6]ek olarak yapılan sözleşme uyarınca 1923’ten başlayarak fiilen 1927’ye kadar karşılıklı olarak sürdürülen ahali değiş tokuşunda ise 1 buçuk milyon insan yaşadığı topraklardan sürüldü. Yunanistan’dan Türkiye’ye 400 bin kişi gelirken, yüzde sekseni Anadolu ve yüzde 20’si Trakya’dan olmak üzere 1 milyonu aşkın kişi de Yunanistan’a gitti. Her iki ülkenin dinsel azınlıkları, “mübadele” adı altında zorunlu bir sürgüne tabi tutuldu. Bu zorunlu göç Türkler arasında Büyük Mübadele olarak bilinir. Yunanlılar ise Felaket anlamına gelen “Katastrofi” diyorlar.[7]

Benzer acılar Karadeniz’in doğusunu da pas geçmedi. 1916-17 yıllarında bölge Rus ordusunun işgali altındaydı. Bafra ilçesi başta olmak üzere, onların desteklediği bazı yerel Rum silahlı gruplarıyla çatışmalar bu işgalden (5 Mayıs 1916) sonra yaşandı… Ve 1921 yılında, Karadeniz’deki Rum etnik varlığını tüketip Santa’yı harabeye çeviren süreç başladı. Selanikli yazar Nakracas’ın ifadesiyle: “Yeni Yunan devleti istikrar kazanınca Yunanlı aydınların ideolojik dağarcığı Megali İdea hayaliyle daha da zenginleşti. Bir ideoloji ki, kaçınılmaz bir biçimde 1922 Anadolu felaketine yol açacaktı.  

Uysa da uymasa da…

Önceleri amaç milliyetçi uyanışlar nedeniyle imparatorluktaki toprak kayıplarını önleme, farklı ulus-devlet yönelişlerine karşı çeşitli kavim ve etnikleri “Osmanlılık” etrafında ortak vatan vurgusuyla bir arada tutma kaygıları taşıyordu. Bir ulus-devlet fikri kendilerinin de aklında yoktu, Osmanlı’yı muhafaza etmek o duyguyu karşılıyordu… Fakat tarihin ve hayatın akışı duygulara göre işlemiyordu.  Yol belliydi: Irksal bağlar tıpkı dinsel bağlar gibi kuvvetlendirilecek, Türk olmasa bile bir dereceye kadar Türkleşmiş Osmanlı tebaası Türkleştirilecek ve bunu Türklükten etkilenmemiş grupların de ‘Türkleştirilmesi’ izleyecekti. Buradaki “Türk” vurgusu bir  “ulus” vurgusuydu, fakat tepeden tırnağa “soy” ile doluydu. Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri olarak belirlenen altı ilkeden ilk beşi, 1908’den sonraki Jön Türklerde olduğu gibi, esinini Fransız cumhuriyet modelinden almıştı.

ABD Başkanı Wilson, “dörtlü konsey” (İngiltere, Fransa, İtalya, ABD) görüşmelerinden birinde şunu söylemişti: “Türk sorununu uzun süredir yakından inceledim ve şu sonuca vardım ki, mümkün olan tek çözüm Türkleri İstanbul’dan atmaktır”.[8] Wilson etkisi nedeniyle sadece Karadeniz’in doğusunda değil, yaşamakta oldukları bir kısım topraklarda Ermeni devleti kurulabileceği ihtimali üzerinden Kürtlerin Erzurum ve Sivas kongrelerine ‘İslam birliği’ temelinde destek vermeleri sağlanmıştı. Kürt kanaat önderlerinin verdiği destek demokratik-laik bir cumhuriyeti değil, hilafet çatısı altında birlikte bir yürüyüşü içeriyordu.

1913 tarihindeki dünyaya ve bir Türk ulus devleti inşa etme telaşına[9] bakıp geri geldiğinde, o zamanki devletin kaygı ve korkularını “kopyala yapıştır” yapıp bu güne taşıyan çevreleri görüyor ve şaşırıyor insan.

Tarihteki toplumsal altüst oluşlar sonunda yaşanan göçler ve akış çoğu zaman ürpertici olsa bile mutlaka bir yere çıkar. Doğu Karadeniz coğrafyası da bilir bu akışı. Aradan geçen yüzlerce yılın arkasından bakıp gördüğümüz manzarayı neye yoracağız, bulduğumuz malzemeyi nasıl işleyip nereye varacağız, önemli olan budur.


[1] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), KK 2697, s. 122-132

[2] Lazistan Sancağı; Rize, Pazar ve Hopa kazalarından oluşmaktaydı. Günümüzde ilçe olan Ardeşen, Hemşin, Çamlıhemşin gibi bazı yerleşim yerleri ise Pazar’a dahildi.

[3] Trabzon’dan Abhazya’ya Doğu Kdz. Halklarının Tarih ve Kültürleri, Sorun Yayınları, 1998 s: 72

[4] 2002 yılında Los Angeles’te toplanan bir konferansa sunulan tebliğler, Aliye Alt’ın  yazdığı Hemşin Ermenileri adlı kitabın sonuna eklenmiştir.

[5] Kafkasya, James Forsyth, Ayrıntı Yayınları, Eylül 2019, s: 570-573

[6] Lozan, Müttefiklerin savaş meydanında yendiği bir devlete zorla kabul ettirerek değil, o devletle müzakereler yoluyla imzaladığı tek ‘barış belgesi’ydi. (Charles King, Pera Palas’ta Geceyarısı, Alfa Basım Yayın, İst. 2019, s: 115)

[7] Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşma, gelecekteki savaşları da engellemeyi amaçlamıştı. Yöntemi, insanları başka yerlere nakletmekti; böylece gelecekteki herhangi bir hükümet onları kurtarma arzusu gibi bir savaş nedeni ileri süremeyecekti. Önlem amaçlı karşılıklı bir sürgündü bu. Planın fikir babalarından biri, Milletler Cemiyeti görevlisi Fridtjof Nansen’di. ‘Bu planın Ortadoğu’da daha homojen nüfuslar yaratarak ve bitmek tükenmek bilmeyen, katliamlara yol açan çatışmaların başlıca sebeplerinden birini ortadan kaldırarak gelecekte iyi sonuçlar vereceğine kuşku yoktur’ diyordu. (Charles King, a.g.e. s: 123).

[8] Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, İmge Kitabevi, 1994, s: 48

[9] Ulus devlet inşası devlet iktidarının uzamsal genişlemesini ve o güne kadar ayrı olan etnik grupların coğrafi birleşimini içermektedir. Bu etnik gruplar zaman içinde tek bir ulus içinde birleşebilirler ya da birleşmezler. Ulus devlet sürecinde etnik grupları birleştirme girişimleri azınlık gruplar için dışlama, asimilasyon, hatta soykırım anlamına gelebilir. (…) Milliyetçiler için bir etnik grup bir coğrafi bölgeyi henüz kontrol etmeyen veya henüz kendi devletine sahip olmayan potansiyel bir ulustur. (Stephen Castles & Mark J Miller, Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, s: 58, İst. Bilgi Ünv. Yay. 2008)