SEZAİ SARIOĞLU

“Peki,/ Dağa bırakılan çocuk ne oldu?/ Şimdi herkesin ağzında bu konu./ Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?/ Parçalarını olsun bulamaz mıyız?/ Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?/ Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?/ Olur, olmaz, olsa?” (Melih Cevdet Anday)
Bazı insanlar hep bekler; geleceği bekler, geçmişi bekler ama bekler. Azı bekler çoğu bekler, âhı bekler aşkı bekler. Uzakları bekler, nasip bekler, nasihat bekler… En çok da kendini bekler… Bazı insanlar hep bekler, gitmeyi, uçmayı ve konmayı bekler… Onun işi-düşü beklemek imiş.
İnsan hep gider… Geçmişe gider, geleceğe gider ama gider… Kendine gider, ötekine gider ama gider.
İnsan hep düşer…Kendine düşer, yolu başka diyarlara düşer ama düşer…
Masal ve misal âlemi Dersim’e yolumun düşmesi 53 yıl evveline rastlar… 70’li yılların başı; henüz Mahir’in, Deniz’in, İbo’nun devlet dersinde öldürülmediği zamanlar. Yakışıklı bir sahil kasabası: Ünye… Abartmanın edebiyata ve devrime dâhil olduğu bilgisine sığınarak söylersem, Devrimi burnunda, Fatsa’da öğretmenlik yapan“güzel günler” sempatizanı Ünyeli bir öğretmen… İyi yüzmenin, üçgen vücutlu ve yakışıklı olmanın, iyi futbol oynamanın, alaturka veya aranjman şarkı söylemenin revaçta olduğu yıllar…“Zamanın ruhu” içinde biçimlenen amaTHKO’luağabeyinin okuduklarından ve anlattıklarını, orta sahada top çevirirken bile aklından geçiren solpatizan bir genç. Che’den sonra bizim/bijim mahallenin en yakışıklısı kabul edilen Deniz Gezmiş efsanesinin dolaşımda olduğu epik ve romantik. Ünye’de ve Fatsa’da Mahir’i bilenin bildiği, elde var Deniz yılları…
Nehrin kenarında çift kale maç
Böyle bir ortamda bir grup arkadaş şehirden şehire “uzun yol taşımacılığı” yapan abilere yol arkadaşı olmak için kamyonlara taksim oluyoruz. Kasabanın domino ve küfür ustası “Kara Turan”ın kamyonuyla yaz tatilinde kereste yükleyipErzurum’a yola çıkıyoruz. O yıllarda, soğuğun “Ben aslında Erzurumluyum ama Sivas’ta ikamet ederim” dediğini bilmiyorum. Erzurum mat bir şehir, haki… Sanki hiç güneş açmamış, sanki hiç gülmemiş, kar ne ki sürekli yanlış bir efkâr altında.Oradanyeni bir yük yükleyip vardığımız, 12 Eylül sonrasında hapishanesinde yatacağım Erzincanbana ışıltılı bir cümle gibi geliyor. Erzincan’dan sonraçimento yüklediğimiz Elazığ-Dersim yolundakanyonlar, dağlar ve Munzur yolumuzu kesince, Dersim’dekamyonu çekip mola veriyoruz. Henüz katliamları, dağların, gözlerin nice acılar ve sırlar sakladığını bilmiyorum.
Nehrin kenarında çift kale maç yapan gençleri görünce “profesyonel futbolcu” damarımla keyif ve keşifle izliyorum. Kendi aralarında farklı bir dille konuşuyorlar, yadırgamıyor, tersine merak ediyorum.(“Dillerini anlamadığımız çocukların ayaklarını da anlamadığımız kesin”) Top bu ya, dağa kaçacak değil ya ikide bir nehre kaçıyor. Oyunculardan biri suya girip topu alıyor ve maça devam ediyorlar… Bir yandan karpuz yiyor öte yandan maçı seyrediyoruz. (Şair Önder Kızılkaya’nın “ki bir karpuz sımsıkı sarılmış bir kadın ve bir erkekten ibarettir/bilinmez çocuklar çıkar karpuzların içinden/böyle kartpostallar gelir diyarbakır’dan kutlar bayramınızı/vedataydın’dır gelen öper gözlerinizden/kayıpların gözbebekleri karpuz çekirdekleri/açın zarflarınızı karpuz çekirdekleri göreceksiniz/karpuzlar kırmızıdır diyarbakır kesinlikle kırmızı/kan sızmıştır toprağa karpuzlar çok kırmızı/ve bu yüzden kesmece kan çıkmazsa para yok/karpuzlar çok kırmızı” dizeleriyle tanışmam otuz yıl sonra nasip olacak) Dikkatlerini çekmiş olmalıyız ki, bakışıyoruz… Onlar mı davet etti, ben mi heves ettim hatırlamıyorum, birden ben de dâhil oluyorum onlara. (Yıllar sonra, 1984’te Metris’teDersimli Teslim Demir ile aynı takımda oynayacağımı nereden bilebilirdim…) Dağlarla nehrin berabere kaldığı maç bitince kamyonun gölgesinde top çevirir gibi lâf çevirmeyi bırakıp tanışıyoruz… Şehirlerde ayağı kayan çocukların dağa düşmediği yıllar…

53 yıl sonra, Mehmet ile Emirali için…
Dile kolay 53 yıl sonra yolum ikinci kez Dersim’e düşüyor. Bu gecikmenin esbabımucibesini özetlemezsem Dersim ve bilcümle “ziyaretler” çarpar: Özellikle iki binli yıllardan itibaren düzenlenen festivallerin veyasanatsal-siyasi etkinliklerin partilerin, derneklerin ve “sanatçı paylaşım alanı” olmasına bağlı olarak “bir şair benden, bir türkücü, bir panelist benden” mantığıyla yürütülmesine esastan ve usülden itiraz…Sezai Dersim’e “küsmüş” de Dersim’in haberi olmamış, denebilir. Ama bende yara olan bu gecikmenin ve mahcubiyetin delilli nedeni bu…
53 yıl sonra… Bu kez, peş peşe toprağın rahmine yolculadığımızKırmancki ve Türkçe şiirlerinden tanıdığımız Mehmet Çetin ile Emirali Yağan için gidiyorum Dersim’e… Giderken aklımda Arif Damar’ın, “Bir şair kendinden başka/ Nereye gidebilir ki” dizeleri… Mehmet ile Emirali’nin nereye gittiklerini bilsek de yine de merak edip gittik… Siz “Şair sözü yalandır”suresine inanmayın, meğer her iki şair kendilerine gitmiş, yani Dersim’e…
Bir grup arkadaş devlet, belediye, sponsor vb. yardımı olmadan “Dünyanın bütün harçlıkları birleşin!” diyerekgittik. Bu özel güzel etkinliklerin tanığı ve öznesi olmak kıymetliydi… Emirali’ninDersim merkeze bağlı Demirkapı(Xeç) köyündeki anma ayrı bir yazı konusu delillerle doluydu. Özellikle Beyaz Dağ… Mehmet Çetin’in, memleketi Ovacık ilçesine bağlı Gurudeşe köyünde de aynı duygular manzumesi. Temas ettiğimiz her insanda her nesne de katliam acısının izleri.Etkinlikler kapsamında Dersimli bir akademisyenin “Nasıl bir Dersim tasavvur ediyorsunuz? Eski-yeni hal ve gidiş devam edecekse ben yoğum” sözleri ve büyük suskunluk.

Evcilleşmeye direnen Munzur
Meydanlar kentlerin özeti olsa da“özet hali”kalmamış Palavra Meydanı’nın. Palavra Meydanı sanki gelene geçene “Nerede o eski palavralar!”diye sesleniyor gibi. İsminin tarihsel çağrışımlarıyla yetinen, girişteki İnsan Hakları Anıtı’nın hatırı da olmasa“sıradan” caddeo. “Palavra” muhabbeti Seyit Rıza parkında ikâmetediyor sanki…Dört gün boyunca konuşulanların, ne kadarının “palavra” ne kadarının “hakikat” olduğu bana malum değil, çünkü ben Dersim’in yabancısıyım, Dersim’i dışardan bitirmenin yabancılaşmasıyım. Seyit Rıza demişken, Dersimli mizahi bir rehber, Rizeli bir grubu gezdirirken Seyit Rıza heykelini görüp galeyana gelince,“Siz yanlış anladınız o Seyit Rize!” diyerek ayaklanmayı bastırdığını anlatınca, Cemal Süreya gibi “Boğazımda takılıp kalıyor Türkçe.”
Öğretmenin yaşı çok! Palavra Meydanı’nda ayakkabı boyacısı kadının anlattıklarından ne çok şey öğreniyorum. Raftingcilere “cep” olarak kalbine beton dökülen Munzur akmıyor da ağlıyor sanki… Cemal Süreya’nın “Fırat suyu/ Bütün bir bölgeyi/ Takma adlarla dolanmak/ Zorundadır” dizesinden el alarak söylersem, kendi meşrebince evcilleşmeye direniyor Munzur…
Sewuşen’in dediği…
Bereketi kaçmamış Dersim’in ama yeni bir harlanma, yeni bir hikâye gerekiyor sanki. İnsanlar, dumanı içine tüten bacasız bir ses gibi dilleniyor.Hariçten gazel okumaya da sayabilirsiniz, yeni bir rüzgâr, bahsi yükseltecek yeni bir fırtına gerekiyor gibi. (“Rüzgar gücenmesin ama insanın fırtına olası geliyor”)Devleti sorarsanız o hem her yerde hem de hiçbir yerde…

Dersim’e gelmişken Sewuşên (SeyUşên) ile tanışmamak olmaz, deyip ikametgâhını arıyorum.Özel olarak biri göstermezse ara ki bulasın, etrafında mıntıka temizliği yapmadan onu görmek zor… İlk aklından ikinci aklına taşınan, tüzük ve programa göre konuşmayan Sewuşên iki sokağın başında sanki saklanıp gelene geçene “Ben Dersim’i böyle mi bıraktım” diyor gibi… O kadarla kalsa iyi, o gelene geçene selam vermese, onunla göz göze ve söz söze gelmek diyalektik rastlantıya bağlı.Velhasıl, “Bu köşede unutmayın beni” der gibiydiSewuşênheykeli…

Kişi başına düşen analizci oranı!
Dört gün dört gece… Yorgun gördüm Dersimlileri. Kavramlar, cümleler yorgun… Hüzünlü. Sular hüzünlü akıyor. Kuşlar uçmaya da konmaya da üşenir olmuş sanki. Umutsuzluk mu hâşa. Gençlerin akın akın yurtdışına göçmesi güncel dertlerin başında… Eski ve yeni yerel yönetimlerden sual edecek olursanız, rivayetin, analizin bini bir para. “Analiz” demişken burada biraz mola verelim. Dersim için, kişi başına düşen devrim, politize olma ve “analizci” miktarının en çok olduğu bir coğrafyadır, desem beni “palavra meydanına” kaydederler mi? Bazen işi şakaya vurarak, bazen şımararak bazen de “can güvenliğimi tehlikeye atarak!”, Cemal Süreya’nın, “Fazla şiirden öldü Edip (Cansever)” dizesini hatırlatıp “fazla analizden ölebilir insan!” dediğim olmadı değil. Ezcümle, ceplerim konuştuğum Dersimli sayısınca analizle ve devrimle döndüm İstanbul’a…
Dersim, belli siyasetlere aidiyetin güçlü ve kitlesel olduğu bir coğrafya. Hal böyle olunca etik, estetik ve politik nezaketi elden ve dilden bırakmadan Dersimli arkadaşlara anlattığım bir hikâye ile bitirmek isterim:
Fırtınada iskeleleri yıkılıp tahta parçaları denize dağılan Drahyalılar, fırtına dinip hava durulunca tahtaları denizden toplarlar, herkes kendi tahtasını tanıdığından kimse kimsenin tahtasına karışmaz, her Drahyalı yeni iskelesini kendi tahtasından yeniden yaparlarmış. Drahyalılar ermiş muradına biz bakalım kıssadan hissemize…