Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın: ‘Şeriatçı ayaklandı, Cumhuriyet de onu ezdi’ denilemez!

Söyleşi: Bülent Ulus

Kurtuluş Savaşı ve kuruluş sürecinde dillendirilen “Biz Kürtler ve Türkler” söyleminden asimilasyona, katı inkâra ve imhaya evrilen yüz yıllık bir süreç… Cumhuriyet’in ilk yüz yılı Kürtler açısından eşitsiz, hukuksuz ve demokrasisiz bir yüz yıl olarak geride kaldı ki ikinci asrı da adaletsiz, barışsız bir başlangıçla tarih yapraklarına kaydedilmeye başlandı.

Türkiye’de İslamcı, şeriatçı kimliğiyle bilinen pek çok insanın ismi cadde ve sokaklara verildi, veriliyor. AKP’li kayyum yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, açılışını yapacağı bir bulvara Şeyh Sait adını vereceğini söyleyince, büyük tartışma çıktı. Her siyasi çevre kendi penceresinden değerlendirip tepki verdi. İlginçtir, “Şeriatçı, hilafetçi” diye lehte ve aleyhte gösterilen tepkilerin arkasında gizlenen ise Şeyh Sait’in Kürtlüğü oldu.

Bu isim meselesi yeni değil. 2011’de Osman Baydemir döneminde Büyükşehir BelediyeMeclisi’nce alınmış karar bugün hala süren bir yargılamanın konusu edilmişti. KezaKürtçesiyle “Qada Şêx Seîd” ismi de 18 Aralık 2014’te Gültan Kışanak zamanında verilmişti. Peki, bu konu neden şimdi gündem yapıldı? Görünen o ki bir Türkiye ve AKP klasiği var ortada: Yaklaşan yerel seçimler!

Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın’la, yapılan Şeyh Sait tartışmalarının farklı boyutlarından hareketle, güncel siyasetten Cumhuriyet ve Kürtlere, tarihi anekdotlardan içine girdiğimiz seçim ortamına kadar uzayan kapsamlı bir söyleşi yaptık…

….

İktidarın atadığı kayyum yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, açılışını yaptığı bir bulvara Şeyh Sait isminin verileceğini belirtti. Bu açıklama pek çok siyasi çevrede tartışmayı beraberinde getirdi. Oysa Diyarbakır’da Şeyh Sait ismi meselesi yeni de değil.Birkaç ay sonra yapılacak yerel seçimlere dair AKP’nin vaat düzeyinde dahi Kürtlere dönük müsbet bir sözünün kalmamış olması, bu çıkışın seçim yatırımı olarak algılanmasına yol açtı. AKP’nin yerel seçimler öncesi izlediği bu yol nasıl değerlendirilebilir?

AKP’nin yaptığı çok açık şekilde bir seçim manevrası. Kürt sorunu üzerinden bırakın bir açılım yapmayı tam tersine Kürt siyasal söylemi ve kurumlarını düşmanlaştıran, ona karşı her türlü askerî ve provokatif operasyonu gözünü kırpmadan yapan ve Diyarbakır’ın iradesini kayyumlarla etkisizleştiren bir iktidar aklı karşısındayız. Bu gerçeklikteiktidar, Kürt tarihinin İslamcı da olsa önemli bir figürünü, tam yerel seçim öncesinde sahipleniyorsa, bu çok açık şekilde Diyarbakır’ı ele geçirmek için bir yerel seçim atağıdır. Ne yapılmaya çalışılıyor?Sürdürülegelen baskıya ek olarak bir de böylesi bir manevi rüşvetle Diyarbakır’lı seçmenin kafası karıştırılmaya, DEM Parti’nin oy oranı düşürülmeye çalışılıyor. Komplike bir çökertme siyasetinin yeni bir parçası karşısındayız. Bir müddet önce HÜDA PAR’ın devlet koalisyonunun içine alınması ve bunun MHP tarafından sessizlikle karşılanması da aynı planın başka bir veçhesi. Dolayısıyla İslamcı yanları olsa da Kürt ulusal bilincinin önemli bir parçası olan Şeyh Sait üzerinden Kürtlerin asimilasyonunda yeni bir atak yapılmaya, kendi doğal temsilcilerini seçebilme imkânları kötürümleştirilmeye çalışılıyor.

HÜDA PAR’ın devlet koalisyonuna alınmasından bahsettiniz. TBMM’de düzenlediği basın toplantısında konuşan HÜDA PAR Sözcüsü Serkan Ramanlı“Şeyh Sait bir İslam kahramanıdır. … Şeyh Sait Efendi’nin de Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in soyundan olduğunu ve o soyun sadece bizlerin, bu dönemdeki milletvekillerinin değil, bu Meclis’e gelmiş geçmiş bütün milletvekillerinin soyundan daha değerli olduğu…” gibi hamasi bir açıklaması oldu. Bu çıkışların Cumhur İttifakı üzerinde bir etkisi olur mu ya da bahsettiğiniz devlet koalisyonu nedeniyle MHP “soy duyarlılığını” da sessizlikle mi karşılayacak?

Aynen öyle olacak, çünkü daha önce HÜDA PAR’ın merkez koalisyona alınması meselesinde de -bir önceki İçişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamaları hatırlayalım- 90’lı yılların devlet aklının harekete geçmesi, bir müddet devre dışı bırakılmış bir aktörün tekrar devreye sokulması anlamına geliyor. Yani dün Kürdün varolma hakkını elinden almak için idam edilen kişi, bugün İslamcı yanından hareketle, yineKürt uluslaşmasının zayıflatılması için elinden alınmaya çalışılıyor. Kaldı ki HÜDA PAR, her ne kadar programında Kürt sorununa dair temel hak taleplerinidillendirse de,dün de bugün de asimilatör Türk-İslam güvenlik rejiminin bir aparatı olagelmiş bir hareket. Bu gerçeklik bir yana, Filistin mağduriyetinin güncelleştiği son dönemde bir kez daha gördük ki HÜDA PAR için Kürtlerin mağduriyeti, Filistin mağduriyetiyle kıyaslanmayacak kadar sıradan bir anlam taşıyor. Kürtlerin temel haklarını, uğradığı baskıları asla iktidar karşıtı bir mücadelenin konusu yapmamış, asıl mücadelesini her zaman İslamcılık için ve Kürt ulusal hareketine karşı yürütmüştür. Kürt meselesine dair programatik sözleri, sadece ulusal bilinç edinmiş Kürt halkı içinde örgütlenebilmek için bir zorunluluk olarak şekilleniyor; tıpkı Türk İslamcılar için de Türklüğün Türk halkını örgütlemeye yönelik işlevi gibi. MHP’nin hazmı da bu bağlamda şekilleniyor. Halen devletin tüm kanatları ve imkânlarıyla yapılmaya çalışılan şey,Dem Parti’nin zayıflatılması bağlamında HÜDA PAR’ın Kürt halkı nezdinde güçlendirilmeye çalışılması. Kaldı ki zaten böyle olmamış olsaydı, en azından daha önceden söz konusu bulvara o ismi veren Osman Baydemir, keza aynı bağlamda eş belediye başkanları Gülten Kışanak ve Fırat Anlı yargılanmıyorolacaktı. Sorun tamamen bu seçime yönelik, geçici bir göz boyama operasyonundan ibaret. Umuyorum ki Kürt halkı böyle bir göz boyamaya gelmeyecektir. Ama risk alanları da unutulmasın: Kürt halkının içinde İslamizasyon üzerinden ciddi bir mevzi kazanımı devlet tarafından sağlanmış vaziyettedir. Keza ihale dağıtımı, iş bulma, sağlık vb.temel haklar da,(Alevilerle birlikte)Türkiye’nin en yoksul kesimini oluşturan Kürtlerin iktidara razı edilmesinde etkili bir şekilde kullanılıyor. Dolayısıyla bir ayağı federasyon isteyen, Kürdistan diyen bir HÜDA PAR, diğer ayağı da bırakın Kürdistan’ı Kürtlere dair en küçük bir söylemi bile kâbusolarak karşılayan MHP kanatlarıyla hakimiyetini yaymaya çalışan bir koalisyonun seçimlere yönelik taktikleri karşısındayız.

Şeyh Sait’in idamı , 29 Haziran 1925, Dağkapı Meydanı

İnsanlar saflaşmaya zorlanmakta

-Mesele Şeyh Sait olunca yekpare bir tutumda söz konusu olmuyor. Birçok şey söyleniyor: Cumhuriyet düşmanı, hilafetçi, şeriat ayaklanması, gerici, Musul meselesi nedeniyle İngilizlerin kışkırtması, feodal egemenlik arayışı, Kürt ulusal kalkışması, İslami âlim, vb… Siz nasıl bakıyorsunuz, Şeyh Sait isyanının asıl amacı nedir,hangi koşullarda ortaya çıktı?

Konuya sağlıklı ve nesnel bir yaklaşım üretmek ve gerçekte nasıl bir sorun karşısında olduğumuzu anlamak için bir dizi yanlış önyargıve yanlış ikilemi düzeltmek zorundayız. Egemenlerin memleketi topyekûn Türkleştirip burjuvaziye güvenli bir pazar haline getirirken ihtiyaç duydukları meşruiyet için kurguladıkları“ilericilik-gericilik” söylemi başta olmak üzere bir dizi ögeyi yeniden gözden geçirmeliyiz.Bu egemen ikilemi biricik gerçeklikolarak yineleyebilen, yani kendi burjuvazisinin ezdiği ulusun haklarına karşı geliştirdiği argümanı rezervsizsahiplenen kimi sosyalistinvarlığı bunu daha da zorunlu kılıyor. Şeyh Sait hiç kuşkusuz şeriatçı bir anlam dünyasına sahip, ama aynı zamanda varlığı inkâr edilme sürecine sokulan Kürt halkının dabu inkâra karşı direnişininsembolik değeri yüksek bir ismi. Yani kimliği yüceltilen Türk ‘ulusu’ içindeki İskilipli Atıf,Derviş Mehmet, Dürrizade Abdullah, vb. salt şeriatçılık üzerinden anlamlandırılabilecekinsanlardan farklı olarak varlığı inkâr edilen Kürt ‘ulusunun’ direncinin sembolü-tıpkı Koçgiri’nin Kürt Alevi direnişinin sembolü Alişer Efendi gibi- bir şahsiyet örneğidir Şeyh Sait.

Türk şeriatçıların iktidara karşı tavrında tek sorun hilafet, şeriat olduğundan“ilericilik-gericilik” yüklemi bu özgülde açıklayıcı bir kalıptır. Ancak söz konusu olan o sırada toprakları Türk burjuvazisine pazar yapılmak üzere varlığı inkâr edilen ve bunedenle sonraki tüm hayatı sürgünler katliamlarla ve asimilasyonla şekillenecek olanbaşka bir halkın tepkileri olunca, onun sadece seküler değil dini önderliklişekillenmesibile -eğer ki burjuvazimizin ideoloğu veya onun kendini sosyalist addeden sosyal şoven uzantıları değilsek- bir hak gaspı karşısındayız demektir. En azından ulusların hakları sorununun laiklik gibi/kadar bir hak ve özgürlük ilkesi olduğu gerçeğinitartışma dışına çıkarmış olan sosyalistler açısından “ilericilik-gericilik” ikilemine sığdırılamayacak bir sorun karşısında olduğumuz açık. Kaldı ki bu özgülde kendisine atıf yapılacak olan laikliğin de örneğin Hıristiyan ve Alevilerin haklarının inkârı üzerinden şekillendiği, salt burjuvazi için gereksinen bir modernleştirmeden ibaret olduğu ve buradaki keskin sınıf tavrının,başta 1 Mayıs olmak üzere emeğe dair tüm hak ve siyasetin operasyonel şiddetle yasaklanmasında dagörüleceği unutulmasın.

Bu bir yanaKürt halkı içinde Şeyh Sait adıyla özdeşleştirilerek doğan tepkilerin, sıkı bir dayanışmayla geçenMilli Mücadele sürecinde değil, daha önce kendilerine verilmiş olan eşitlik sözünün reddedilip varlığının inkârınageçildiği bir konjonktürde ortaya çıkacaktı. Dahaönemlisi Şeyh Sait, aslında Mustafa Kemal ya da Kâzım Karabekir gibi seküler olan Miralay Cibranlı Halit, Yusuf Ziya Bey, İhsan Nuri Bey, Dersimli Hasan Hayri, vb. Kürt aydınlarının, Lozan sonrası belirginleşen inkâr hattına karşı oluşturduğu tepkilerin, örneğin Azadi örgütlenmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkacaktır. Nitekim önceki dönemde bir siyasal figür olarak görmeyeceğimiz Şeyh Sait’in 1925’te ortaya çıkışı, tüm diğer seküler Kürt önderlerin tutuklanması sonrasında derinleşen inkâr ortamında gerçekleşecektir.Bu gerçeklikte, onu salt şeriatçılığa indirgeyenlere karşı hatırlatalım ki, İstiklal Mahkemesi idam kararını; “güya dini ve şer’i ve fakat herhalde müstakil bir Kürdistan hükümeti teşkil ve tesis eylemek emel ve maksadı ile CumhuriyetHükümet aleyhine fiilen ayaklanmak” gerekçesiyle verecektir.

1924 öncesi ve sonrası…

Bu bağlamda Kürt sorunu özgülünde 1924 öncesi ve sonrasının yapısalfarkını hatırlayalım. 1924 öncesi döneminde “Biz Kürtler ve Türkler” üzerinden bir dizi toplumsal sözleşme imzalamış ve tüm bu resmi belgelerde bu iki halktan, “birbirlerine karşı ırksal, bölgesel, ahlaki bütün haklarına saygılı öz kardeş” olarak söz edilmiştir. Bu bağlamdaTürkiye’nin sınırları,“Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklar” olarak tarif edilmiş, Erzurum, Sivas Kongreleri ve Amasya Protokollerinde biri diğerinden eşit olmak kaydıyla farklı kimliklerin eşit haklı geleceği taahhüt edilmiştir. 1 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal,bu durumu bir kez de: Meclisinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değil, hepsinden mürekkep anasırı İslamiyedir (…) bu muhtelif anasırı İslamiye ki vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmeti mütekabile ile ve yekdiğerinin her türlü ırki, içtimai, coğrafi hukukuna daima riayetkardırlar” diye teyit eder. Özetle Millî Mücadelede, Birinci Meclis de Türk, Kürt ve diğer anasırın birliği ve hakları eksenli bir mutabakatın ürünüyken, İngiliz emperyalizmi ile uzlaşı ardındanTürkiye’nin egemenleri, ilk iş olarak hem Musul’dan vazgeçen Lozan antlaşmasını Mecliste onaylatmak hem de muhalefeti tasfiye etmek üzere Meclisi lağvedip ikinci Meclisin oluşumuna gidecek ve çoğulculuk yerine Türklük, özerklikyerine merkeziyetçilik öngören 24 Anayasasını ilan edecekti. Bu hat üzerinden İngilizlerle biri kendi Kürdünü Araplaştırmak, diğeri de kendi Kürdünü Türkleştirmek üzere bir mutabakat üzerinden yol alınacaktır. Bu bağlamda Kürt topraklarıİngilizler (ve Fransızlarla) paylaşılacakve tarafların, kendilerine kalan Kürtlerin ezilmesinde tarafsız kalınma hali elde edilecektir. Yani Musul petrollerinin, belli bir hisse karşılığında İngilizlere bırakılması karşılığında Türkiye Kürtlerinin inkârına gidilirken herhangi bir uluslararası destek almalarının da önü alınmış olunacaktır. Kuşkusuz Şeyh Sait’in kendi anlam dünyası açısından bakıldığında; Kürtlüğün reddedilmesinin akabinde halifeliğin tasfiyeside iki halkı birbirinde koparıcı bir etkendi.Ama bu, hem sorunun Kürtlüğün inkârıyla başladığı gerçeğini hem de eğer bu inkâr olmasaydı Kürdistan’da böyle bir kalkışmanın zemini kalmazdı gerçeğini ortadan kaldırmaz.Üstelik buna rağmen anımsatalım ki sözkonusu ayaklanma, Şeyh Sait’in planlamasıyla değil, bölgeninağır kış koşullarında Sait’in uğradığı Piran Köyü’ne suçlu takibatı gerekçesiyle gece yapılan taciz ile zoraki yaratılmış bir ayaklanmadır; ki ona, İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti’nin İngiliz görüntülü polis ajanlarının kışkırtmaları eşlik edecektir. Bu kışkırtmaların nedeni ise gerçekte bütün ülkeyi Takrir-i Sükun uygulayarak susturmak ve tektipleştirmektir.

Bu arada hatırlatalım ki, yaygın tevatüre karşın bizzat isyanı bastırıp Takrir-i Sükun’u uygulayan İsmet İnönü, Hatıralar’ında: “Şeyh Sait isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” diyecektir. Keza aynı yerde: “Milli Mücadele devamınca canla başla beraberlikgösterdiler. Sonra Lozan muahedesi yapılırken de Kürtler yurtsever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır” diyecek, ancak bu ve ortak sözleşmelere rağmen Kürtlerin inkârla karşılanmasında beis görülmeyecektir.

Musul meselesi Şeyh Sait’le ilgili değildir

-Lozan Antlaşmasının imzalanması sonrası süreç, bahsettiğiniz “Kürtlerin, Türklerin, Çerkezlerin, Lazların ortak vatanı” fikrinden dönüşün de başlangıcı gibi görülüyor. İngilizlerle anlaşıldığını söylediniz ancak yerleşik ya da yerleştirilmeye çalışılan bir argüman var: İngilizlerin kışkırtmasıyla, Musul, Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle kaybedildi…

Rıza Nur, hatıralarında, İsmet İnönü’nün Musul meselesini Lozan’da geçiştirmetavrı sergilediğini söyleyip, bunun kendisinde yarattığı şaşkınlıktan söz edecektir. Lozan görüşmeleri artık belli bir olgunluk düzeyine geldiğinde, anayasal olarak muktedir olan Birinci Meclis’tir ve bu Meclis’in Misak-ı Milli’den taviz vermiş bir anlaşmayı onaylamayacağı bilindiğinden, müzakere bilgilerinden yoksun bırakılacak, hatta son dönemde, başında Rauf Bey’in olduğu hükümetten de bilgi kaçırılacak, İsmet İnönü ile Mustafa Kemal arasında hükümeti devre dışı bırakan doğrudan bir telgraf haberleşmesi söz konusu olacaktır. Bundandır ki Lozan Antlaşması imzalandığında Rauf Bey istifa edecek ve İsmet İnönü’yü de karşılamaya gelmeyecektir. Şimdi sorun şu: Lozan Antlaşması konusunda bir mutabakat Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Lord Curzon ve diğer emperyalist güçler arsında yapıldı ama bu antlaşma mutabakatını bu meclisten geçirmek imkânsızdı. O nedenle Meclis âdeta bir katakulliye getirilerek tasfiye edildi. Tasfiye edilmesi yetmezmiş gibi daha sonra II. Meclis’te vekil adaylarının tümü tek tek Mustafa Kemal tarafından belirlenecekti. Nitekim Mustafa Kemal de, vekillerin tek tek kendisi tarafından saptandığınıNutuk’ta net bir şekilde söyler. Yani biz II. Meclis’te I. Meclis’ten başka bir meclis görürüz. Lozan’ın yeni hâlini onaylayacak bir meclis oluşturulmuştur artık. I. Meclis’in reddedeceği bir Musul Antlaşması’nda Mustafa Kemal’in Musul’dan vazgeçmiş olduğu çok nettir. Dolayısıyla sanki Şeyh Sait ayaklandı ondan Musul’u kaybettik şeklindeki iddia aslında resmî tarihçilerin ve ne yazık ki egemenlerin tarih tezini tekrarlayan kimi sosyalist arkadaşın da yineleyerek inandırıcılık kazandırdığı gerçek dışı bir tezdir.

Mustafa Kemal nezdinde Musul istenmiyordu. Niçin? Çünkü Musul’da o sırada Berzenci’nin öncülüğünde İngilizlerle silahlı mücadele yürüten güçler vardı. Musul’u almak demek daha önceden üstelik -Nihat Paşa üzerinden de Mustafa Kemal tarafından- ayaklanmasıkışkırtılmış Berzenci’nin direnç hattıyla da karşılaşmak,dolayısıyla asimile edilmeyecek kadar geniş bir Kürtlüğün Türkiye’nin içine alınması anlamına gelecekti. Oysa Mustafa Kemal, İttihatçıların yarım kalmış projesini tamamlamak üzere bir rejim tasarlıyordu. Bu da Ziya Gökalp’in Türkleştirmek, Sünnileştirmek ve muasırlaştırmakprojesiydi; ki muasırlaştırmanın da aslında kapitalistleştirmek anlamında kullanıldığı malum. Nitekim Türk, Sünni, seküler ve kapitalistliğin dışına düşen herkese karşı çok ağır bir sınıf şiddeti uygulanacaktı.

İngilizlerle anlaşmanın aynı zamanda şöyle bir amacı var: Uluslararası kapitalist-emperyalist ülkelerle aynı iktisat hattına geçmek egemenlerin başından beri net oldukları bir konuydu. Nitekim Lozan Konferansının, Musul meselesinde mutabakatın henüz sağlanmamış olması veTürkiye’nin hâlâ süregelen Sovyet müttefikliğinin neden olduğu kaygıdan dolayı tıkanması üzerineMustafa Kemal çözücü hamle yapacaktır. Nitekim palas pandıras, Meclis’e bilgi vermeden İzmir’de İktisat Kongresi toplanır. İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde dünyaya -ama özellikle İngiltere’ye-: ‘Biz kapitalist yoldan kalkınacağız, bugüne kadar bizimle yol yürümemiş İstanbul Müslüman burjuvazisiyleyürüyeceğiz. Toprak ağalığını değiştirmeyeceğiz’ demeye getiren bir sonuç bildirgesi ilan edilir. Bu kongreden geri dönerken Mustafa Kemal, Balıkesir Zağnos Paşa Camisi’nde;“Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Bu arazi sahipleri de korunacak insanlardır. Kaç tane milyonerimiz var? Tersine memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız”diyerek bunu teyit eder.

Erdoğan Aydın

Özetle Mustafa Kemal, Musul’a dair kararını iki nedenle önceden vermiş görünüyor:1) İngilizlerle uyumlu bir şekilde geleceği tasarlamak, kapitalist yoldan kalkınmak için uluslararası sermayenin desteğini almak -ki İzmir İktisat Kongresi’nin bunun gereğidir-. Yeter ki gayrimüslim sermayeyle ilişki kurmaya kalkmayın, bizimle kurun, kapılarımızzaten size açık, diyen bir ilanat söz konusu. 2)Kürdistan’ın bize kalan kısmının Türkleştirilmesinde sorun yaratmayın vepetrolünden bize de pay verilmesi karşılığındaMusul size kalsın…İngilizlerle mutabakatın meali budur. Bu bağlamda Musul meselesi Şeyh Sait’le ilgili değil. Şeyh Sait’ten önce Türk egemen sınıfları nezdinde halledilmiş bir sorundur. Bunu bu şekilde saptamazsak resmî tarih tezinin, resmî propaganda söyleminin yedeğine düşen solcular pozisyonuna düşeriz.

Yılmaz Güney, Musa Anter, Cîgerxwînistismar edilmemeli

-Solcular demişken, oradan devam edelim. Şeyh Sait ismine ilk tepkilerden biri de TKP’dengelmişti. Sonrasında yayın organlarındabu tutum sürdürüldü. “Şeyh Sait, Cumhuriyet’e karşı saltanatı, laikliğe karşı hilafeti savunmuş, bu nedenle de ‘isyan’ etmiştir. Şeyh Sait Kürtler adına değil, halifelik adına, yurttan kovulmuş saray adına, Vahdettin adına, İngiliz emperyalizmi yararına ‘isyan’ etmiş bir figürdür…” şeklinde başlayan ve Cîgerxwînlerin, Musa Anterlerin, Yılmaz Güneylerin adının yaşatılması gerektiğiyle biten bir açıklama yapıldı.TKP gibi sol/sosyalist hareketleri Şeyh Sait olayında milliyetçi/ulusalcı tezde buluşturan tarihsel-ideolojik arka plana ilişkin neler söylenebilir?

TKP’li arkadaşlarımızın Yılmaz Güney’i, Musa Anter’i, Cîgerxwîn’i bu duruşlarına ortak etmeye çalışmamalarıgerekirdi.Bu her üç şahsiyetinve onların yaşayan örneği Tarık Ziya Ekinci’ninvb. de Şeyh Sait ve kuruluş dönemi saflaşması konusunda kendilerinden zıt görüşlerde oldukları biliniyor. Düşünsenize, tarihsel TKP önderlerini fiziki şiddetle ortadan kaldıran, katliamın soruşturulmasını engellemek için de Yahya Kahya’yı Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanına öldürten, öncesinde Türkiye Halk İştirakiyunFırkası’nı tasfiye eden ve örneklerine bugün rastladığımız türdenüç milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırtıp İstiklal Mahkemesinde ağır cezalara mahkûm eden bir dönemden söz ediyoruz. Üstelik komünistliğin abc’si her hâlükârda en az laiklik kadar ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine de sahip çıkmakta belirlenir. Belki de dönüp yeniden ulusal sorun külliyatımızı okumamız gerekir. Yani ulusların kaderini tayin hakkını, bu sorun ekseninde sadece Şeyh Sait değil ki,Alevisi, Sünnisi, komünisti, demokratı Kürtlüğün her haline kan kusturmuş, yüzbinlerce insanı yerinden etmiş, Ağrı sonrası “Zilan Deresi lebalep cesetle dolmuş”, Dersim’de “fareler gibi zehirletilmiş”, Şark Islahat Planı’ndan beri Kürtlük bütün hukuk dışı yollarla tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak kodlanmış, sürgün yemiş, imha yemiş, dili yasaklanmış, o gün bu gün kanayan bir yarayı, işte bu burjuva “ilericilik gericilik”kavramsallaştırması üzerinden anlamak komünizmin dili olabilir mi?Üstelik Şeyh Sait’i idam ettiren iktidar ne yaptı?Komünistlere, sosyalistlere yönelik ağır bir tasfiye gerçekleştirdi. 1 Mayıs’ı, sendikal hakları, 8 saatlik iş gününü yasakladı. Yani cumhuriyet, burjuvaziye daha en başından iki tane büyük hediye verdi: Bir, işçi sınıfını güvencesiz bir şekilde emek sömürüsü yapılabilir hâle getirdi. İki, aslında Türklere ait olmayan, Kürtlere ait olduğu bizzat Mustafa Kemal ve Meclis görüşmelerinde defaatle Kürdistan diye tarif edilmiş toprakları da Türk burjuvazisinin sömürü, ticaret alanına ilhak etti. Şimdi burada biz sorunun bu yapısal derinliğini görmezden gelir; “ilericiler-gericiler” olarak koyarsak dönemin komünistlerinin iki yılda bir sistematik bir şekilde polis operasyonlarıyla, işkenceleriyle geçen hatırasına karşıda büyük bir vefasızlığa düşeriz.Özetle karşımızda; “Cumhuriyet değerlerine sahip çıkıyoruz”, “şeriatçılar ayaklandı,cumhuriyet de onu ezdi!” indirgemeciliğiyle anlaşılabilecek bir durum yok! Cumhuriyet değerleri soyut değil; hangi cumhuriyetten söz ediyoruz, ne yapmış o cumhuriyet, katılımı mı arttırmış, milli mücadeleyi kazanmasını sağlayan toplumsal sözleşmesini mi sürdürmüş. Yoksa…?

‘İlericilik-gericilik’ eksenli tarih tezi yeni değil

-Bir de bu ayaklanma öncesinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCH) kurulmuş ve ilk çok partili döneme geçilmiş. Bu ayaklanma gerekçe gösterilerek TCH kapatılıyor ve dediğiniz gibi bütün ülkeyi baştan biçimlendirmenin aracı olarak Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor… 

Cumhuriyet devleti Şeyh Sait’e saldırırken Takrir-i Sükûn Kanunu ile şunları yaptı: Bir, daha önceden zaten yasaklanmış olan Kürtlüğü artık telaffuz etmeyi Türkiye’nin “bekasına saldırı”, “ihanet” addedildiği bir statü getirdi. Şeyh Sait’e saldırırken Türkiye’de toprak reformuna yeltenmedi bile. Üstelik Meclis’te talep olmadığı hâlde 1921 Anayasası’na,“Türkiye devletinin dini İslam’dır” maddesi eklendi ve 1924 Anayasa’sında da tekrarlandı. Şeyh Sait isyanı sırasında Medeni Yasa da çıkmamıştı. Laiklik de henüz telaffuz edilen bir kavram değildi. Dolayısıyla kendini İslam devleti olarak tanımlayan bir devlet, şeriatçı özellikleri de olan Şeyh Sait’e saldırırken onun şahsında bütün Kürtlükle ilgili hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdı. Yine aynı dönem, Takrir-i Sükûn Kanunu ile birlikte tümden komünistler yasaklandı, 1 Mayıs ve emek mücadelesi yasaklandı, İstanbul’daki tüm yayın organlarından komünistlerin liberallerin, şeriatçıların, muhafazakârların, hatta sorgulayan Kemalistlerin bile yayın organları ağır bir baskı altına alındı. Yayın yönetmenleri Şeyh Sait’e yataklıktan Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesinde hizaya çekildi. Orak Çekiç ve Aydınlık dergisi kapatıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası -ki Mustafa Kemal’le birlikte Millî Mücadele’yi başlatan unsurların antidemokratik gelişmelere itiraz nedeniyle kurdukları bir partiydi-kapatıldı. CHP gibi o da burjuva sistemin cumhuriyetçi partisiydi. Böylece çok partililik imkânı da fiilen ortadan kaldırıldı. Yani Şeyh Sait ismi etrafında doğurulan isyan kullanılarak memleketteki basın özgürlüğü, farklı parti kurma hakkı, sosyalistlerin var olma hakkı, emekçilerin sermayeye karşı kendilerini savunma hakkı, yani demokrasi potansiyelleri de ortadan kaldırıldı. Yerine kurdukları şey de, tek şef, tek parti, tek millet, tek mezhepli, neye ihtiyaç varsa onu saptama hakkının muktedire ait kılındığı, katılıma kapalı, eleştiriye kapalı sosyalist siyasete zaten kapalı, Kadınlar Halk Fırkası’nada izin vermeyen, nev-i şahsına münhasır bir Cumhuriyet oldu!Durum buyken bu Cumhuriyet’in Şeyh Sait’e saldırısını cumhuriyetçiliğin şeriatla, feodalizmle, gericilikle mücadelesi olarak anlatırsak kendi gerçeklik duygumuza, ilericilik nosyonuna, hele ki komünistliğimize yazık etmiş, dahası burjuvazinin emek ve halklar üzerindeki tahakkümüne yedeklenmiş oluruz. Bu işi geçmişte birileri yaptı. Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir, vb. bir zamanlar komünist olan, fakat karşılaştıkları ağır baskılarsonucu saf değiştirip Kemalizminideologluğuna geçenler yaptı. Aslında bugün ilericilik-gericilik eksenli o tarih tezi de bu eski komünistler tarafından üretildi. Bugün de İslamcılığın ağır basıncı ve galiba Kürtlüğün de Türklük gibi eşit yurttaşlık haklarına sahip olması gerektiğinin hazmedilememesi bir sol Kemalizm hattına rüzgâr oluşturuyor.

Erdoğan Aydın

CHP’nin kendi ayak bağlarından kurtulma çabası…

-CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “…Acılara saygılı olunmalı” çıkışı da lehte aleyhte epeyce tartışıldı. Gazeteci Barış Terkoğlu “Özgür Özel, Öcalan’ın bile gerisinde” başlıklı bir makale yayımladı. Ayaklanmayı bastıran, Şeyh Sait’in idamını gerçekleştiren, bu konuyla ilgili resmî tezlerin yaratıcısı bir siyasi partinin genel başkanının bu çıkışı nasıl okunmalı? CHP’nin demokratik dönüşümü olarak mı algılamalı yoksa AKP gibi bir seçim pragmatizmi mi söz konusu?

Birden fazla şey var burada. Birincisi Kürt siyasal çözümü içindeki çok önemli bir aktör olan Öcalan’ın yaklaşımı; yaptığı çözümleme indirgemeci ve sorunlu bir çözümleme bence. Büyük bir olasılıkla o gün müzakere yaptığı tarafın karakterini dikkate alarak barış için mesafe alma amacına yönelik bir yaklaşım sunmuş, ama dediğim gibi bence sorunlu ve bütünlüklü olmayan bir analiz. Bugün kendisine sorulsa o söylediklerinden farklı şeyler söyleyecektir diye düşünüyorum. İkincisi, Özgür Özel’in yaptığı çıkışı; aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nimilliyetçi ayak bağlarından kurtarma ve Türkiye’nin bütününü kucaklamaya, kanamakta olan yaralarının iyileştirilmesine katkı yapacak ve çok kimlikli bir ülkede sosyal demokrat bir parti olmaya yönelik bir hamlenin ifadesi olarak görüyorum. Bu anlamda kayyumun yaptığı cinsten negatif, pragmatik ve salt seçim endeksli bir davranıştan ayrımla,yeniyüzyıldademokratik bir cumhuriyete adım atılabilmenin,dolayısıyla CHP’nin bir sosyal demokrat parti olabilme imkânlarının kapısını aralamaya yönelik bir çabadır. Seçim faktörü mutlaka vardır ama asli faktörün bu olmadığını düşünüyorum. Sürekli Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde Kürtlerin inkârı üzerine kurulan tezi yüzyıl sonra savunmak aslında yüzyıl önce bile bir meşruiyet üretilemeyecek bir teze kendini kilitlemek bugün şovenizmin ve ırkçılığın takipçiliğini yapmak demektir. Yüzyıl sonra ve son kırk yıl boyunca kanamakta olan Kürt sorununa halen yüzyıl öncesi gözlüklerle bakmaya çalışmak aslında tarihten, yüzyıldan hiçbir şey öğrenmemek demektir.

Bu bağlamda Özgür Özel’in yapmaya çalıştığı açılımın aslında CHP’nin kendi ayak bağlarından kurtulma çabasının bir parçası olduğunu ve buradan hareketle CHP’nin Kürtlerin eşit yurttaşlık hakkını savunabilecek düzeye çıkabilmesi imkânını da aradığını keza başkalarının acılarına, yaralarına kulak veren bir davranış olduğunu düşünüyorum. Bir sosyal demokrat zaten böyle davranmak zorunda. Toplumu Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki gibi formatlamaya çalışan, sürekli kendi doğrularını topluma dayatan, ne lazımsa ona biz karar veririz diyen bir zihniyetle sosyal demokrat olunmaz. 1965’ten beri CHP’nin ha bire sosyal demokrat olmaya çalışıp da ama bir türlü olamamasının nedeni de budur. Kemalizmin ilkeleriyle sosyal demokrat olamazsınız. Eşit yurttaşlık gerçekleştiremezsiniz. Gerçek bir laiklik ve gerçek bir demokrasi inşa edemezsiniz. Düşünsenize bir İskân Kanunu’nun, “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle ve küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskânı mecburidir” diyen, bu eksende topyekün düzenlemeye giden Şark Islahat Planı’ndan, “dost da düşman da bilsinler ki bu memleketin efendisi Türktür.Öz Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek bir hakları vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” diyen dönemin Adalet Bakanı geleneğinden kendini ayrıştırmadan sosyal demokrat olma imkânı yakalanabilir mi?