Deprem… İliç… Newroz… YARA GÖMLEĞİ GİYİP YARA KARDEŞİ OLMAK

SEZAİ SARIOĞLU

(“Hepimiz öldük, sadece bazılarımız toprak altında.”)

Bazı yaralar giden ama varamayan, uçan ama konamayan seyyahtır, âşıklar gibi gitmeyi severler. Yönsüz bir kırlangıç gibi kâh birbirlerine kâh kendilerine gidip yatıya kalırlar. Heves nefes uçup başkalarının bedenlerine konarlar ki yaralar birbirlerini tanısın, yaralar birbirleriyle tanışsın ve yara kardeşi olsun. Belki de bu nedenle bir halkla tanışmak, yaralarıyla, yaraların neden ve sonuçlarıyla tanışmanın tarihsel ve güncel görgüsüdür.

Bazı yaralar,“Mevzuyu terk edenmevziyi, mevziyi terk eden mevzuyu terk eder!”cümlesinin öğüdüne uyup, “yara mahallinde” ikamet edip, bedenleri, yara mahallini, yaralı ve ölü evleri, rahatı kaçan doğayı ve ağaçları, “ödleriyle öten kuşları”, koşarak akarken dili tutulan nehirleri de Munzur’u da beklerler. Beklerler ki, yarayla göz göze gelenlerin kimler ve nereye ait oldukları, hangi dağın dağbanı, hangi gülistanın gülü, hangi mahallenin asisi ve aksisi olduğu bilinsin. Unutmamak için parmaklarımıza Cemal Süreya’yı ve “Fırat suyu bütün bir bölgeyi/Takma adlarla dolanmak/Zorundadır” dizelerini bağlayıp devam edelim…

(Kendi bilgisinin, tecrübesinin ve yaralarının bilgesi olan dervişten duydum: “Yara gömleği” giyer buralarda herkes, ömrünce de çıkarmaz. Biz, Şeyh Galip’in “Sır şahtır, ona ihtimam et” mısraından mülhem, sırlarımızı ve gizlediğimiz yaralarımızı herkese göstermeyiz. Yaralarımızı herkesin önünde ağlatmaz, herkesin önünde şımartmayız. Hiç çekinmeden ağaçlara, sulara, kuşlara ve toprağa gösteririz yaralarımızı. Çünkü onlar bizim yara arkadaşlarımızdır, göz şahidimizdir.Sana bir sır vereyim, her yaranın adı başkadır yine de her yaraya derdini sor adını sorma.)

“Yara Gömleği” giyer bu topraklarda herkes. Lâkin kişi başına düşen yara ve acı miktarı eşit dağıtılmamıştır. Kötülüklerle baş etmek için yaraları eşitlemek değil tanıştırıp “yara kardeşi” olmak ve her şeye rağmen yaraları “şımartmak”, dahası yaraların beyanının esas olduğunu bilmek gerekir ki devlete yalancı şahit olmayalım!

Toprak altından selam edenler

Son gittiğimde görmüştüm; yüzlerce ev ölmüş, evler, ağaçlar suçiçeği çıkarmıştı. Baştan aşağı yaralardan oluşmuş bir şehirde, baştan aşağı yaralardan oluşmuş taşının üzerine söz kondurmayan geçmişle geleceği, aklıyla kalbini, gözyaşlarıyla sözyaşlarını doğru ilikleyen o ihtiyarın; “Evlerin, ağaçların, insanların yaralarını kaşımayın ki iz kalmasın!” cümlesini hiç ama hiç unutmadım. Sonrasındaiçine bakıp susmuş, kulağını yere yapıştırarak toprağın altında kalanların seslerini dinlemeye başlamıştı. Yaralardan el alan bu imkânlı cümlede yaranın kendisi ve imgeleri vardı, yara estetiği vardı; tarih şahittir ki öpüp dilimize koyduğumuz şiir ötesi sihirli bir cümleydi. Çevrede yarayla değil sadece “imajıyla” ilgilenen aklı ile kalbi turistik iliklenmiş, şimdilerde düzenlenen “yara turlarına” katılan eskiden “oryantalist” denilen, “yara turistleri” vardı. İyi kalpli kötülük olan bazıları ise yaralara sormadan, selam bile vermeden, arkadaşlık bile teklif etmeden yaralardan “şiir”, “öykü, “şarkı” “haber”, “hatıra” yapmayı marifet bilirdi. Bu öyle yaralı bir dengeydi ki bu tür şiirler, öyküler, şarkılar ve “hatıra beyanları” yaraları ele geçirip asimile etmenin aracıydı.Tarih ve coğrafya, yaraların vedoğanın sömürülüp evcilleştirildiğine ve sömürgeleştirildiğine şahittioralarda.

(Aklı ile kalbini yanlış iliklemeyen, yaralarını evcilleştirmeyen dervişten duydum: “Buraya gelenler yaralarımıza turistik bir eşya gibi bakıyorlarher şeye. Turistik eşya gibi yaralarımızın başını okşuyor, yaralarımızla fotoğraf çektiriyor. Burada her şey, dağ-taş, evler-sokaklar, insanlar ve hayvanlar ‘yara burcu’nda…Sakın ola, yaralarımızın onları yardıma çağırdığını zannetmeyin. Gölge etmesinler başka turist istemez. Yaralarımız, deprem bölgesinden, Âhtakya’dan ve İliç’tentoprak altından selâm ederler ama kime?Kabuk ketumdur söylemez; yaralar ve mücadele ıslak imzamızdır bizim.)

Fotoğraf: Özkan Zülfikar

İliç ve sildikçe silinenler

“Uyanıp kaçamadılar/ kuş olup uçamadılar/ açıldı kuyular kimse inemez/ Erzincan beygiri rahvandır amma/ Ölüler ata binemez/ yan yana sırt üstü yatan ölüler…/ Kesemden verecek şeyim yok/ yüreğimden verdim” (Nâzım Hikmet)

İliç’te “Siyanürlü dağ!” altında kalan ölülerin de yaraların da bir bildiği vardır. Gerekçeli zararlar türetmekte üstüne olmayan devletin, “Toprağın ayağı kaymış!” diyereksuçu doğanın üstüne attığını tüm yaralar, yaralılar ve ölüler bilir.Her daim bir bildiği vardır yaraların; bazen küser yaralarımız bize, aylarca yıllarca konuşmazlar. Bazen de şımarıp “dağlarına barış gelmiş” derler ki, iki arada bir yarada zamanın ruhu tersine dönmüş, bahar gelmiş, doğa ve halklar özgürlük açmış zannedersiniz. Yara deyip geçmeyin, ne kendinin ne de yaraların sırlarını bilmeyen Dünyalılar bir yana, yaralar, insanların tüm sırlarını ve sınırlarını bilir. Nereden baksak, bedenimizin çoğu su, kalanı ise yaradır. Bir başka ihtimale göre ömrümüzün yarısı eder yaralarımız, diğer yarısı ise kimine göre aşk, kimine devrimdir…

İliç’te “Fay Hattı”nı “Pay Hattı”na çeviren haramzadeler için Ece Ayhan’ı yardıma çağırıp, “Haramiler ki kırkın üstünde artık sayıları” demeli. Şu da geçsin kayıtlara; MTA’nın, Erzincan İliç’teki Anagold maden sahasının altından geçen Dersim-Ovacık fay hattı Munzur bölümünü resmî fay haritasından “görülen lüzum üzerine” el çabukluğu silenler, silgilerin kaderinin/sonunun sildikçe silinmek olduğunu bilmelidirler. “Büyük Defter”i yazdıranın “Küçük Defter” olduğu bilgisi ve bilinciyle doğayı da asimile etmek için yapılan her harekâtın “sinir ötesi harekât”lara dâhil olduğutarihen ve siyaseten tecrübeyle sabittir.

Dillerin ahını alanlar…

(Annemin rahminde ‘söz/dil banyosu’ yapıyordum. Anne rahminden dünyaya sürgün edildiğimde ilk olarak bir sözcük duydum: ‘Yara.’ İlk kez yaralandığımda annemden dil emiyordum… Harfler saçıldı ağzımdan, tarihin marangoz hatası devlet ve onun taklitçileriemdiğim dili burnumdan getirdi…“Türkçe neyine yetmiyor!” diyerek dillerin âhını alan, başka dillere devlet olan şairler geliyor aklıma…)

Dünya hakkında her şeyi bilen ama yaraların nereden gelip nereye gittiğini bilmeyenlere hayatlarında bir kez olsun bir yaranın önünden geçmeyenlere, Osmanlı’yla ve Cumhuriyet’le yaralananlara selam vermeyenlere ne demeli? “Yara sonuçtur” diyerek işin içinden çıkmak isteyenler olabilir? Belki de sonuçtan çok nedendir yara, cevaptan çok soru ve belki de dünya görüşüdür, kimliktir her yara. Belki de bir varoluş hatasıdır insan ve yara insanı iyileştirmek için vardır. Belki de tanrı bile tarih bile bunu bilmiyordur. Öpücüklerden yapılan insan yaralardan da yapılır. Daha doğrusu yaralardan her şey yapılır.

Birbirinin yarasına kabuk bağlayanlar

Kore Savaşı sonrası… Aklını Kore’de savaş alanında bırakıp dönmüştü. “Koşuyu kaybetse de ‘kaybettikten sonra da’ koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş” olan Mahir Çayan ve arkadaşlarının İngiliz görevlileri kaçırdığı Kılıç Otel’in önünde başlayan yokuştan açâşık çocukların yaşadığı mahallemize çıkan ‘Soluklanma Taşı’ndan biri ona zimmetliydi sanki. Diğer ‘soluklanma taşlarında’ nefeslenen kadınlar ise ekmeğin ucundan koparılmış bir parça karşılığında bize destan ya da masal okutur ya da başlarını kaşıtırdı. O ise ‘yara taşında’ oturur, gelip geçenlerden yara isterdi. Kore’de yaralanmamıştı ama kendinde olmayan bir şeye, yaraya ‘âşık!’ olmuştu. ‘Koreli Berber’, ‘Koreli Terzi’ gibi tabelalara bakıp, madalyasını kâh cama kâh göğsüne asan ‘Koreli’ olarak tabir edilen asker arkadaşlarına bakıp, ‘Aslolan madalya taşımak değil yaradır, yaraların söylediklerini duymaktır!’ der, Niyazi Mısri’den eklerdi: “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş/ Bürhân(delil) sorardım aslıma aslım bana bürhân (delil) imiş.”Ona yara veren kasabalıların yarası eksilir ve sevinirlerdi… Lâkin ertesi gün ona verdikleri yaralarını özlerlerdi. İşi şakaya vurup yaralarını geri isteyenler bile olurdu. Hiç yara özlenir mi demeyin? Çocuktum, tanıktım; özlenirmiş…

Ben günde yara vakit çiçeklere inanırım; yaralara ve yaralara mihman olanlara inanırım çiçek vakti; yaralarını yarıştıranlara değil tanıştıranlara inanırım. Birbirinin yarasına kabuk bağlayanlar yara kardeşidir, bilirim. Her yaranın günü gelince sevinç açtığını, o güzel günlere kapı araladığını da bilirim. Deprem bölgesinde ve İliç’te olup bitmeyenlere baktıkça Eduardo Galeano’nun “Hayırseverliğe inanmıyorum. Dayanışmaya inanıyorum. Sadaka dikeydir, yukarıdan aşağıya doğru gider. Dayanışma yataydır. Diğer kişiye saygı duyar” cümlesinin izini sürüyorum.

Deprem, İliç, yara derken mademki yolumuz Newroz’a düştü, madem Newroz yaralarımızı sağaltmak içinhanemize mihman geldi,mademki cemre havaya, suya ve toprağa düştü biz de yolumuzu ateşe düşürüp hem ateşin hem de yaralarımızın üstünden atlayalım. Geleceğin, halkları özgürlük için düşbaşına davetten geçeceği bilinciyle; ateşe, yaralara, dillere geç kalmayalım…

Hep yaralarımıza gider yaralarımızdan geliriz.

Bir masal der ki; insan iyileşmez bir yaradır.

Bir rivayete göre “insanız”, yaralıyız işte…

Newroz ateşine mihmanız…