Söyleşi: SERPİL İLGÜN

Türkiye, vurgusu mayıs seçimleri kadar kuvvetli olmasa da yine ‘hayat memat meselesi’ olarak nitelenen, bu yüzden de genel seçim atmosferine alınan bir yerel seçim süreci yaşıyor. 2018’de resmen yürürlüğe giren ve yüzde 50+1’i gerektiren sistemle birlikte seçimlere atfedilen hayati belirleyicilik, dozu artarak devam ettirilmişti. Nitekim, 14-28 Mayıs seçimleri “Türkiye tarihinin en hayati seçimi” olarak sunulmuştu. Seçim dışındaki tüm siyaset araçlarını dışlayan, sokağı, toplumsal mücadeleyi gözetmeyen bir “sandığı kutsallaştırma” hâli yaşatıldı. Bu hegemonik iklimde ekonomiden demokrasi sorunlarına, gündelik hayatın ağır dertleri değil, sandık ve seçim öne çıktı.
Seçime ve sandığa atfedilen bu genel belirleyicilik, Kürt siyasetinde, dolayısıyla bölgede nasıl işledi? Mayıs seçimleri sonrasında tabanıyla birlikte yürüttüğü muhasebe sürecinde, parlamenter siyasete gömülme, seçim odaklı siyaset izleme, bürokratikleşme gibi eleştiriler de alan HDP/DEM Parti, 31 Mart yerel seçim sürecinde bu çerçeveyi ne kadar gözetti, ne ölçüde aşabildi? Özellikle İstanbul seçim kararı neden krizli oldu? Erdoğan rejiminin, Kürt siyasetinin önemli isimlerinden gelen barış odaklı siyaset çağrılarına yanıtı ne olur? Kürt siyaseti, hızla işçileşen ve tekstilden maden sahalarına, ucuz emek sömürüsü cenneti hâline gelen bölgenin bu değişen görünümünü karşılayacak bir siyaset neden üretemiyor?..
Yıllardır Kürt basın geleneği içinde çalışan gazeteci/yazar Ender Öndeş’le konuştuk.
-2019 ve 2023 seçimleri “çok kritik”, “en hayati” ve nihayet “son seçim” olarak işaretlenmişti. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde de -doz düşürülse de- yine bir genel seçim atmosferi hâkim. Bu nedenle önce şunu sorarak başlayalım; seçimlerin ve sandığın tüm araçların önüne geçerek tek seçenek hâline getirilmesi, siyaseti ve seçmeni nasıl etkiledi?
Doğrusu, her şey acayip bir noktaya geldi. Memlekette neredeyse 6 ayda bir referandum, yerel, genel seçim yapılıyor. Erdoğan, siyaseti zaten yüksek tansiyon temposuna kuruyor, her gün iktidar gibi icraat yapıyor ama muhalefet gibi agresif bir tarzla konuşuyor. Açıyor bir çukur, herkes onu doldurmaya çalışıyor. Bu tablo içerisinde sadece sistem muhalefeti değil Kürtler de devrimciler de sosyalistler de kendileri olmaktan çıkmaya başladı.
-Nasıl?
1970’li yılları yaşayan biriyim, strateji diye bir kelime vardı mesela. “Üniversite kantinlerinde strateji tartışmaları yapıyorlar” diye çok dalga geçilirdi ama bu da yok şimdi. “Yol haritası” diye bir şey uydurdular ama tam o değil.
-Aslında taktik ve strateji kelimeleri de yanlış kullanılıyor, çoğu zaman yer değiştiriyor.
Evet. Strateji neydi? Beğenirsiniz beğenmezsiniz, herkesin kendi yolları vardı. Ne bileyim, kimisi diyordu ki “ben silahlı propaganda yapacağım”, kimisi “ben kitle mücadelelerini şöyle değerlendireceğim”, öbürü “ben işçi sınıfını şöyle örgütleyeceğim…” Strateji kelimesinin bir de temel güç, öncü güç, yedek güçler gibi birtakım kavramsallıkları vardı ve bu bir yol haritasıydı gerçekten. Yani o yol haritasının önüne örneğin 1978 yılında bir seçim çıktığında, her siyasal davranış o seçimi bu temel yaklaşıma uyumlu bir şekilde değerlendirirdi. Denebilir ki keskindi, seçimler çok fazla önemsenmezdi, -şahsen ben hiç önemsemezdim, hayatımda ilk kez 2014 yılında oy kullandım- sandık uzak bir şeydi ama başka mekanizmalar vardı. Her örgütün zaten başka mücadele biçimleri yoğunluklu olarak devam ediyordu, irili ufaklı siyasal örgütlerin kendi faaliyetleri vardı, seçim ekstra bir yer işgal etmiyordu. Hayatta ne yapmak istiyorsanız insanlara da oradan bakarsınız. Yani yeni bir insanla tanıştığınızda, seçimden başka derdiniz yoksa, o insana sandık müşahidi olarak bakarsınız. İşçi havzasına girmek istiyorsunuz, tanıştığınız kişinin amcasının oğlu vardır o havzada, oradan bakarsınız. Ama zaman içinde bu değişti. Özellikle son 10 yılda ipin ucu kaçtı.
-Neler kaçtı?
Şöyle, siyasette şu göze alınmıyor mesela, bir dönem görünmezsiniz. İnsanlar “A siyasal hareketi nerede, görünmüyorlar.” der; desin. Buna katlanırsınız. Bir derdiniz vardır, misal “Ben inşaat işçilerini bir ordu hâline getireceğim.” dersiniz. Bir hedeftir bu. Şimdiyse irili ufaklı herkeste “Halkımızı seçeneksiz bırakmayalım.” diye bir laf var. Halkın seçeneksiz kalsın diyesi geliyor insanın! Zaten sen de seçenek değilsin ki, öyle olduğunu zannediyorsun.
Aksiyoner değil, reaksiyoner hâle gelindi
-Sol-sosyalist çevreler toplumsal bir güç, bir odak hâline gelemediği, zayıfladığı için mi propaganda edilen “son seçim”, “köprüden önce son çıkış” gibi nitelemelere dahil oldular. Nedir oradaki esas faktör?
Aslında ikisi birbirini zincirleme tetikliyor. Evet, zayıflamışsın ama seçimlere girmediğin için zayıflamamışsın. Yeni bir dünya var önümüzde, belki onu kavramakta zorlanmışsın, işçi sınıfının katmanları meselesi 90’lardan bu yana tartışılıyor örneğin, belki onu kavramakta zorlanmışsın. Kendini yenilemekte zorlanmışsındır. Yani zayıflığın nedeni bunlar olabilir ama bir süre sonra seçim işlerine fazla girdiğin zaman, o da senin zayıflığını besleyen bir şey hâline geliyor. Çünkü kendine özgü bir şey olmaktan çıkmaya başlıyorsun. Ve seçmen diye bir şey çıkmaya başlıyor ortaya. Mesela insan kendini “CHP’ye veya MHP’ye, HDP’ye oy veriyorum.” diye tarif eder mi? Liberalim der, muhafazakarım der vs.

Ekstra bir şey daha var: ‘60’lı, ‘70’li yıllar boyunca, hatta ‘80’lerde dünya statik bir dünyaydı, sosyalist sistem var, emperyalizm var, üçüncü dünya ülkeleri var, yani karmaşık bir şey yok. Mücadele biçimleri, gündemler oldukça sade. O devirleri yaşamış bir insan olarak sabahleyin kalktığım zaman ne yapacağımı biliyordum. Kendi devrimci anlayışım var, doğru yanlış ama ona güveniyorum. Şimdiyse her gün bir önceki gündemi alta iten hatta saat farkıyla alta iten ve senin de bigâne kalamayacağın şeyler var. Ve siyasal yapılanmalar ve insanlar aksiyoner değil, reaksiyoner hâle geliyor. Zor konu tabii, sonuçta memleketi ilgilendiren, işçileri, kadınları ilgilendiren mevzulara “Ya benim bu ara çok işim var, bana ne böyle şeylerden.” deme şansın da olmuyor. Ama sıkıntı, bu kargaşada neyi kaçırdığımızda…
-Genel muhalif bloka dahil olmanın ve seçimlere bu kadar önem vehmetmenin sol, sosyalist çevre için temel argümanlarından biri kabaca şuydu: “Karşımızda giderek otoriterleşen, faşistleşen devletleşmiş bir iktidar var ve bu iktidarı alt etmek için güç birliği yapılması gerekiyor!” Muhalif herkesin bir araya gelmesi beklentisi ve çabası yanlış mıydı?
Tam da onu diyorum, bu talep solun civarında duran insanların bir talebi olarak görünüyor. ‘70’lerden beri devam eden “Oylar bölünmesin!” yaklaşımı seçim zamanı geldiğinde rol oynuyor. 31 Mart yerel seçiminde de “Kalemiz İstanbul gitmesin.” var mesela. Hayat öyle değil. Bir defa, bir artı bir, bir araya geldiğinde bu bir aritmetik toplamdan ibaretse, bomboş bir iş. Hatta çoğu zaman aritmetik toplamı da olmuyor. Yani diyelim A hareketi kendi başına Kadıköy’de bir eylem yapsa 150 kişiyse, ortak platform yaptığında A hareketinden inanın 10 kişi geliyor. Yani aritmetik bir toplam da olmuyor. Sorun şurada; bir araya gelme denilen şey ekstra bir enerji yaratmıyorsa, perspektifiyle, yaptığı işlerle, coşkusuyla beş, yedi, sekiz olmuyorsa zaten çok anlamlı bir şey değil. Zaman zaman yapılıyor mu böyle bir araya gelmeler, yapılıyor. Ama herhâlde artık sol yapıların bir araya gelip, “Bu iş böyle gitmiyor, şöyle bir şey yaratalım” gibi bir yoldan geçilmeyecek. Halkla seçmen ilişkisini böyle kurduğumuzda, halka bu şekilde gittiğimizde bir yere gitmediği kesin.
Halkla ‘seçmen’ ilişkisi kurmak!
-Halkın özne olmaktan çıkarılıp seçmene indirgenmesi, sandığın, seçimin bütün araçların önüne geçmesi, Kürt siyasal hareketi açısından bölgede nasıl cereyan etti? Bölge açısından seçimleri öne çıkaran başka özgünlükler de var kuşkusuz ama Kürt siyasal hareketi bu ilişkiyi nasıl kurdu?
Onlar da seçmen ilişkisi kurma tuzağına düştüler. Ve bunu çeşitli biçimlerde itiraf ettiler zaten. Diğer yandan, bölgede seçimin başka bir anlamı var tabii. Bunu görmemek yanlış bir okuma olur. Kürtler şunu göstermek istiyor iktidara ve devlete, “Bizi vuruyorsunuz, kırıyorsunuz, eziyorsunuz ama bizden size hayır yok!” Seçimler bunun bir aracı ama halka seçmen ilişkisi üzerinden gitmenin bedellerini yaşadılar. Mayıs seçimleri sonrasındaki eleştiri-özeleştiri sürecinde hem metropollerde hem de Kürdistan’da bunu da tartıştılar.
Dolayısıyla bu ilişki biçimi onlar için de sıkıntılı bir şey ama arada şunu da not düşeyim, son yaptıkları “Özgürlük Yürüyüşü” yaptıkları en iyi iş.
-Ne bakımdan en iyi iş?
Şundan ötürü, seçimden bağımsız olarak kendi gündemleriyle, tecrit konulu kendi bildikleri yoldan gidiyorlar. En önemlisi, Gemlik (Bursa) yürüyüşleri deplasman maçıydı, burada ise halkın kucağında bir işe giriştiler ve yapma biçimleri de çok zekiceydi. Yani güzergâhları neredeyse Kürdistan tarihinin -mezarlık ziyaretleri de dâhil- en kritik dönemeçleri. Hepsine uğrayarak gittiler ve her gittikleri yerde seçime kesinlikle etki edecek olan ama seçimden bağımsız bir coşku hâli, bir ilişki biçimi yarattılar.
-İktidarın ‘hendek olayları’ diye kodladığı kent savaşı süreci ve sonrasındaki yenilginin halkı siyasetten uzaklaştırdığı, bunun kayyumlara karşı kitlesel bir reaksiyon alamamaya da yansıdığı tespitleri yapılmıştı. Bahsettiğiniz yürüyüş bunu kırmaya dönük bir etki mi yarattı?
Kürdistan toplumu da çeşitli sınıflardan ve çeşitli bağlanma çemberlerinden oluşuyor. Kürdistan’da öyle yerler var ki herkes anadan doğma militan. Ama çepere doğru, mesela Maraş’a, Malatya’ya doğru geldikçe buralarda daha fazla yerleşikleşmiş olanlar, orta ve üst sınıflar, daha fazla kaybedecek şeyi olan topluluklar, bu şiddetli dönemi fazla kaldıramadılar. Zaman içerisinde, bu kesimleri kastetmiyorum ama halkın içerisinde bazı kırgınlıklar, bazı soğumalar vardıysa da bu yürüyüşle bunları toparlamanın iyi bir yolunu keşfettiklerini düşünüyorum. Oy istemiyorsun, ayağına gidiyorsun ve bir dalga yaratıyorsun, iyi bir şey.
Ne olduğundan çok, halkın nasıl anladığı önemli
-DEM Parti, zayıflayarak çıktığı mayıs seçimleri sonrasında başlattığı konferans sürecinde, parlamenter siyasete ve seçim faaliyetine fazla gömüldüğü, halktan kopulduğu konusunda tabanından eleştiriler almıştı. DEM yönetimi bu eleştirileri aldıklarını, iktidara karşıt-muhalefete angaje olunan siyasi faaliyetinin değişeceğini, 31 Mart seçimlerinde “kazandırmak ya da kaybettirmek üzerine değil, kazanma ve kent uzlaşısı çerçevesinde yol izleneceğini” ifade etti. Genel olarak bu ne kadar sağlanabildi?
Halkın nezdinde “Biz kimsenin marabası değiliz.” anlayışının karşılık bulduğunu düşünüyorum. Açıkçası kent uzlaşısı meselesini hâlâ anlamış değilim. Niye değilim? Bir defa bölgede hiçbir yerel seçim, yerel seçim değildir. Bu ülkede Kürt sorunundan emek sorununa vs. çok karmaşık siyasal ilişkiler içinde yaşıyoruz. Ekoloji, kentlerin ranta teslim edilmemesi vb. tamam ama genelde durum daha karmaşık. İzmir’deki vatandaş CHP’ye iyi belediyecilik yaptığı için mi oy veriyor? Alakası yok. Üstelik berbat belediyecilik yapıyor ama İzmir halkı, şehri AKP’ye teslim etmek istemiyor. Dolayısıyla kent uzlaşısı çerçevesinde bir siyasi partiyle mesela rant konusunda uzlaşsan da adam milliyetçiyse ne olacak? Çok sağlam bir ölçüt gibi gelmedi. Yani sonuçta, o konuda CHP’ye açık kapı bıraktılar ama zaten o kapılar da gördüğüm kadarıyla önemli ölçüde kapandı.
-Söyleşiyi yaptığımız 13 Şubat itibarıyla İstanbul’da aday gösterilmesiyle kapanmış görünüyor, evet. Ancak öncesinde CHP ile olası iş birliği ile ilgili üretilen çeşitli senaryo ve kulislerin yönü, Başak Demirtaş’ın “Partim uygun görürse adayım.” dediği anda değişmişti. Çok tartışılan Başak Demirtaş meselesini siz nasıl değerlendirdiniz?
Hiçbir fikrim yok. Açıkçası bana çok uygun bir şey gibi de görünmedi. Yani partiye başvurursun, parti aday yapar yapmaz ayrı. Sonradan, başvurunun da adaylığın geri çekilmesinin de koordinasyon içinde olduğu söylendi ama çok da öyle görünmedi insanlara.
-Nitekim bu da eleştirildi. Neden aday olduğu kadar, adaylıktan neden çekildiği de tam anlaşılamadı, açıklamalar şifreli bulundu.
Bence hangi siyasi parti olursa olsun siyasi partiler böyle şeyler yapmamalı. Parti olarak “Ben şu adayımla giriyorum.” dersin, nitekim en son bunu yaptın. Arada ne oldu ne görüşüldü; neden aday olundu neden geri çekildi konusunda bilgi sahibi olmadığım için spekülasyon deryasına ben de girmek istemem. Burada benim önemsediğim, gerçekten ne olduğundan çok, vatandaşın bundan ne anladığı. İstanbul’da Kürtlerin önemli bölümünün hoşuna gitti Başak Demirtaş’ın adaylığı. Selahattin Demirtaş’ın eşi olarak kodlanması ayrı bir tartışma, onu hiç açmıyorum, orada başka arızalar var ama insanların hoşuna gitti. Sonra bu konuda geri adım geldi. Ben de çıkamadım işin içinden.
HDP, HDK’yi boğunca…
-O yönde okumalar da yapıldı, CHP’yi sıkıştırmak için diyenler kadar, AKP’yle pazarlıkta el yükseltiliyor diyenler de oldu.
Israrla altını çizdiğim şey şu: Bu CHP’yi sıkıştırma falan yönünde bir taktikse bunun halkta karşılığı var. Eskiden aşk mevzularında “ümit vermek” lafını kullanırdık, halka “ümit vermek” oldu yani. İnsanların hoşuna gitti. Ondan sonra “Yok öyle bir şey.” dediğin zaman, siyasi parti olarak doğru bir şey yapmış olmuyorsun.
-Burada -niyetten bağımsız da olsa- “halkı seçmenleştirme, oya indirgeme” hâli de ortaya çıkıyor mu, ne dersiniz?
Ondan emin değilim, onu hakikaten iyi niyetle ve kararlılıkla aşmaya çalıştıklarını düşünüyorum çünkü. Bakın, aslında bu şemanın birinci unsuru HDK’ydi. HDP, HDK’nin siyasal düzeydeki türevi olacaktı. İlk şema böyleydi ama HDP, HDK’yi boğdu. HDK bir toplumsal örgütlenme yaratıp memleketin ekolojiden emek hareketlerine kadar her tarafta örgütlenecek, onun da siyasal temsilcisi HDP olacaktı. Şimdi HDP baskın çıktıkça oy da mühim bir şey oldu. Dolayısıyla, halkı seçmenleştirme, partinin kendi doğasına içkin bir şeydir. Mecburen bu yola giriliyor, en devrimci olduklarını iddia edenler de böyle bakıyor. Yani DEM Parti için de kolay değil bundan kurtulmak.
-Selahattin Demirtaş, “DEM Parti’yi sekiz yıldır takip ettiği hattın dışına çıkarmak, üçüncü yol siyasetini görünür kılmak” için Başak Demirtaş’ın aday olduğunu ama bunun anlaşılamadığını söyledi. Ancak “Bağra taş basıp muhalefet adayını destekleyin.” diyen de Demirtaş olduğu için eleştiriler de aldı. Demirtaş, aynı açıklamada siyasetin 31 Mart’a göre değil, 1 Nisan’a göre kurulması gerektiğini söyledi. Böyle diyerek ne mesaj verdi, bu mesaj kime gitti sorusuna sizin yanıtınız ne?
Görebildiğim, Kürt cephesi CHP dâhil olmak üzere bütün siyasal güçlere diyor ki, “AKP benim can düşmanım ama ben kendimi sınırlamam, kim benimle masaya oturmak isterse, kim bir adım atarsa ben de bir adım atarım.” Ama bundan bir şey çıkar mı, bir adım gelir mi, hiç zannetmiyorum. O mesele bitmiş durumda. Bunu sadece iktidar açısından söylemiyorum. Bu hem iktidarın hem halkın kafasında yok.

‘İsteyenle konuşuruz’ deme hakkın var ama realitesi yok!
-Demirtaş’ın da vurguladığı üzere, DEM’in seçimsiz dört yılda alacağı siyasi pozisyon, AKP-MHP blokunun Kürt sorununa 2015’ten bu yana daha da pekiştirerek gelen güvenlikçi yaklaşım tercihine ne kadar etki edebilir? Ya da bu pozisyon, iktidar açısından sorunun çözümü için bir basamak yaratabilir mi?
Hayır. Ama burada şunu da söyleyeyim, bir halkın siyasi temsilcisi olan siyasi parti, “Kimse bizi kendisine mahkûm zannetmesin, kim barış ve müzakere için karşımıza gelirse oturur konuşuruz.” cümlesini kurma hakkına sahiptir. Bu cümlenin realitesi var mı, bence yok. Bu realite bitti artık. ‘Çökertme Planı’ ile bitti; o günden bugüne akan kanla bitti ama politik olarak da iktidar Kürtleri yedekleyerek yol yürüme imkânının olmadığını anladı. Artık bütün varlığını savaş ve hatta daha da ötesi sınır dışı fetihler üzerine kurmuş durumda. Buradan bir dönüş beklemek gerçekçi değil.
-Kürt siyasetinin öne çıkan isimleri olarak Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk’ten önce, Leyla Zana’dan da doğrudan Erdoğan’a yapılan “çözüm sürecini artık buzdolabından indirime vaktinin geldiği” şeklindeki çağrı da çok tartışıldı. Leyla Zana’nın yaptığı açıklamaları nasıl değerlendirdiniz?
Leyla Zana baştan beri öyle düşünüyor zaten. Ona da aynı çerçeveden bakıyorum, Leyla Zana da Ahmet Türk de evet, aynı şeyi söylüyor. Geçen seçim HDP açısından acı derslerle dolu. Meral Danış Beştaş söylemişti: “Biz herhâlde Ümit Özdağ’ın İçişleri Bakanı olması için oy vermişiz!” Bu çok acı bir laf. Halkta da o kadar korkunç bir etki yarattı ki. Yani “Siz bana mecbursunuz, benim arkamda duracaksınız ama ben sizinle bir ilişki kurmayacağım. Ancak odanıza gelirim, orada muhabbet ederiz!” Bu yaklaşıma karşı söyleniyor.
‘Yine kayyum atayacaklarını düşünüyorum’
–Demirtaş ve Zana’nın yaptığı açıklamalar sonrasında iki siyasetçiyle ilgili oldukça olumlu analizlere yer verilen iktidar medyasından Sabah’ta, DEM’in İstanbul’da Meral Danış Beştaş’ı aday göstermesinin ardından Mahmut Övür şöyle yazdı: “Selahattin Demirtaş’ın ‘iktidarla konuşma ve barış siyasetini güçlendirme’ çağrısı Leyla Zana ve Ahmet Türk tarafından da seslendirilse de, ortada bunu açıkça seslendirecek güçlü bir siyasi aktör yok!” Daha önce AKP’nin Kürt sorununu çözdüğünü yazan bir diğer isim Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal da şunları yazdı: “Terörün bitirilmesi ve Kürt meselesinin çözüme kavuşması AK Parti’nin olduğu kadar, MHP’nin de arzusu. AK Parti’nin Kürt meselesinde MHP’yi de rahatsız etmeyecek bir söylem geliştirme imkânı ziyadesiyle mevcut. AK Parti, geçmişte olduğu gibi PKK’nin uzantısı olan partiyi, özellikle de ABD-İsrail ve CHP ile ilişkisi bağlamında mümkün olduğunca devre dışı bırakarak, İstanbul’da Kürt seçmeni kazanacak adımlar atabilir!” Yazılanlar, Erdoğan rejiminin Kürt sorununda yakın vadedeki tasavvuruna dair nasıl mesajlar veriyor? Mesela MHP’yi rahatsız etmeyecek bir söylem ne olabilir?
Ben de merak ediyorum. Postmodern çağ böyle bir şey herhâlde. Manzara ortada, sınır içinde hemen her gün operasyonlar yapılıyor, sınır ötesinde her gün bombardıman devam ediyor, hatta yüksek ihtimalle Mart’ın başından itibaren hem Federe Kürdistan topraklarında hem Suriye tarafında daha güçlü bir kara harekâtı niyetleri var. Cezaevleri dolu, DEM’e demediklerini bırakmıyorlar. Bu tablo içinden ne çıkacak ki? Bu Özal’ın başlattığı bir siyasetti, sondaj deniyordu o zamanlar. Kendi kontrolü altındaki gazeteciler yoluyla herhangi bir konu atılırdı ortaya, sendika yasasında değişiklik yapılacak mesela, o biraz dolanırdı kamuoyunda, aşırı tepki olursa geri çekerdi. AKP de aynısını sürdürüyor. Atıyorlar ortaya, tartıştırıyorlar, nasıl tepki ortaya çıkacağına bakıyorlar. Böyle yazılar aynı zamanda şuna da hizmet eder; AKP Kürtler hakkında ne kadar olumlu cümle kurarsa, CHP tarafındaki “AKP ile anlaştılar” türünden komplo cümleleri de artar. Böylece karşılıklı birbirini besleyen reaksiyonlar da yaratılmış olur.
-Malum, “AKP ile pazarlık” söylemlerinin ana gövdesini kayyumlar oluşturdu. Buna göre, İstanbul’a aday çıkarılması şartıyla AKP de bölgede seçilmişlere dokunmayacaktı. “İktidar cephesinde böyle bir emare yok.” dediniz ama seçilmişlere dokunmamak, Kürt meselesinin çözümüne alan açmanın zeminini oluşturmaya yeter mi?
Erdoğan ve AKP topluluğu, benim Türkiye siyaset tarihinde gördüğüm en riyakâr topluluğu oluşturuyor. Dolayısıyla, herhangi bir görüşmede de en güvenilmez topluluğu oluşturuyor. Açıkçası ben seçimlerden bir hafta değilse de 15 gün sonra kayyumların atanacağını düşünüyorum. Zaten halk da bunu o kadar umursamıyor. Umursamıyor derken, varlığını gösterme demiştik ya, “Ben ayaktayım.” diyor halk. Ha, “Bu defa başka türlü olacak.” diyor DEM Parti, “Kayyum siyasetine izin vermeyeceğiz.” diyor.
-Böyle deniyor ama Kürt siyasetinde kayyum atanması olasılığına karşı bir aksiyon alma hazırlığı görüyor musunuz?
Nasıl olacağını bilmiyorum açıkçası. Sokaktan başka bir yolu yoktur herhâlde. İkinci yol da Erdoğan’ın kayyum atamayı bekletmesi. Ama bunları tahmin etmek zor. Bir gün önce Erdal Eren için ağlayıp ertesi gün “İdam tasarısı getirin, imzalayayım.” diyebilen, ikisini de yapabilen, kabul ettirebilen bir karmaşa var ortada. O yüzden o kadar kaygan bir alan ki, zarda örneğin 6 olasılık var, burada kaç tane olduğunu da bilmiyoruz. Karmakarışık. Ha, seçimler konusunda görüşümü sorarsanız, ben DEM Parti’yi yönetiyor olsam her yerde kendi adayımı çıkarırım. Hiçbir tartışmaya girmeksizin, kim ne derse desin. Çünkü artık Ecevit’ten beri devam eden “Siz bana mecbursunuz.” kırılmalı. Sosyalistler açısında da bu bitmeli.
Aklı başında burjuva ‘huzur’ ister!
-2015’ten sonra hemen her seçim sürecinde Kürt sermaye çevrelerinden “Yeni bir çözüm süreci geliyor.” söylemi ortaya çıkar. 31 Mart sürecinde de aynı söyleme kayyumların atanmayabileceği, Öcalan dâhil cezaevlerindeki siyasetçilerin bırakılabileceği de eklendi. Kürt siyaseti içinde ağırlık kazandıkları ifade edilen bu çevreler, bu söylemlerle beklenti yaratarak ne elde etmeyi umuyor olabilir?
Baştan şunu söylemek lazım, söylenenlerin hepsi hayırlı olur. Bir insanın bir adada ağır tecrit altında hapsedilmesi korkunç bir şey. Yine, siyasetçilerin 7 yıldır hukuksuz içeride olması saçma. Kürtler arasında barış denildiğinde, müzakereler denildiğinde bunun iyi bir şey olduğuyla ilgili ortak bir fikir var. Ama elbette her sınıf farklı açılardan bakar. Sanayiyle, ticaretle uğraşan adam iş yapmak ister. Ki Kürdistan’da iş yapmak demek, bir parça da devlet ihaleleridir vs… Her orta boy işletme sahibi “huzur” arar. İşletme çalışsın, hatta halkın yoksulluğu azalsın (alım gücü artsın), işler yürüsün ve yatırım dedikleri şey gelsin… Ayrı bir tartışma ama bölgenin Bangladeş’e benzetilmesi niyetleri var, özellikle Antep ve Urfa’da tekstil havzaları oluşturulsun isteniyor. Yine örneğin madencilik, tekstilden daha fazla huzur gerektirir çünkü arazide yaptığın bir iştir, arazi çatışma bölgesinde olduğu zaman sıkıntı yaşarsın. Dolayısıyla “aklı başında burjuva” çatışmaların durduğu, hayatın rutine kavuştuğu bir ortam ister. Halk da bunu ister ama onların saikleri daha farklıdır. Neticede gerillanın ağırlıklı bölümü yoksul çocuklardan oluşuyor, aileler de çocuklarının geri gelmesini ister, kan akmasın ister. Dediğim gibi her sınıfın farklı açıdan baktığı şey bu. İkisini de kesen bir şey olur mu ve buna hazır mı Kürt siyasal hareketi, ondan emin değilim.
Sömürüye karşı ulusal bilinç yetmez
-Ağustos 2023’te kaleme aldığınız “Hazır özeleştiriye başlamışken” başlıklı yazınızda, “…temsil edilen/temsil eden arasındaki uçurumu kapatmak zorunda olan HDP, -zaman zaman iyi örnekler gösterse de- bunu başaramamıştır.” demiştiniz. Kürt siyasal hareketinde orta sınıfın ağırlık kazandığı, hareketi asıl omuzlayan yoksul ve emekçi halkın etkisinin azaldığı tespitlerinin epeydir yapıldığını hatırlatarak soralım, yeni parti yönetimine, gösterilen adaylara baktığınızda, bu açıdan bir değişim söz konusu mu sizce?
Aday profillerini o kadar inceleyemedim ama şöyle; Kürt hareketinin bir belleği var, deyim yerindeyse kromozomları var. Bu kromozomlar emekçi lifler taşıyor içinde. Ağırlıklı olarak bir yoksul hareketi, hâlâ da öyle. İşin yükünü, çilesini çeken, Kürt hareketini ayakta tutan hâlâ yoksullar ve emekçiler. Ancak hayat durduğu yerde durmuyor, özellikle müzakere, barış söylemleri söz konusu olduğunda. Bu dönemde ortaya çıkan HDP, giderek bir siyasal rütbe sağlayıcı bir yer hâline geldi. Mesela DBP’de şöhret olamazsınız ama HDP daha şöhret, rütbe sağlayıcı bir yerdir ve bunu bahsettiğiniz yazıda da yazdım. (https://yeniyasamgazetesi5.com/hazir-ozelestiriye-baslamisken/)
Şunu da ekleyeyim: Diyarbakır’a her gittiğimizde başka bir Diyarbakır görüyoruz. Şehir değişiyor, şehirdeki sınıfsal kombinasyonlar değişiyor. Mesela Sur’da çatışma olurken başka semtte başka bir hayat vardı. Bunlar bu orta sınıf diyebileceğimiz kesimin etkisini arttırdı ve bir ağırlık oluştu açıkçası.
Oradaki sıkıntı şu: Kürt hareketinin aurasında muazzam işçi toplulukları var. Nereden baksanız 700 binin üzerinde mevsimlik işçiden bahsediyoruz örneğin. Dünyanın en büyük sendikasının imkânı… HDP’nin oy oranı üzerinden çok kabaca ölçersek, bu insanların yüzde 60’ı yurtsever. Alıntı yaptığınız yazıda da hatırlattım, sen 2014’te Urfa’da tarım işçilerinin sendikalaşması için kurultay yapıyorsun ama bugün bu kurultayı hatırlayan bile yok. Bu sıkıntılı bir şey çünkü yapmak istemediğin anlamına geliyor.
İkinci büyük alan, inşaat işçileri. 1 milyondan fazla insandan bahsediyoruz yine. Kürt siyasal hareketi bu alanları örgütlemekte varsayımsal bir siyasal üstünlüğe sahip. Etnik bir sendikacılıktan söz etmiyorum tabii; etnik sendikacılık zararlı ve tehlikelidir. Ama yapmıyorlar. Kürt siyasal hareketi şu anda da seçimlere, siyasal söylemlere çok fazla endeksli bir oluşum olmayı devam ettiriyor.
Teorik olarak var. Kürt hareketinin bütün söyleminde emekçiler ve yoksullar geniş bir yer tutuyor ama pratikte bir emek örgütlenmesi (Mevcut konfederasyonlar içindeki varlıklarını değil, hareketin kendi emek örgütlenmesini kastediyorum.) çok zayıf. Evet, örneğin ‘sınıf sendikacılığı’nı yanlış ya da eksik bulabilirsiniz, yeni bir model arayabilirsiniz; bütün dünyada bu tartışmalar ve yeni arayışlar var ama bunu yapmanız gerekir. Yapmadan pratikle de sınanamazsınız. Örneğin tarım işçilerinin içine dalıp bir örgütlenme yaratırsınız, yürüyüp yürümediğini görürsünüz vb. Tamam, ulusal bir hareketin başka güçlükleri de var; örneğin fırın işçilerini örgütlerken fırının sahibi de partili çıkabilir vs. ama bir şekilde yol ararsınız. Ama siz yüzde 90’ı sömürgecilikten kaynaklanan emek sömürüsünün hakkından sadece ulusal bilinçle gelemezsiniz.
Ekoloji, anti sömürgeci bir halk hareketi konusu
-Erzincan İliç’te, iki yıl önce de siyanür sızıntısıyla gündeme gelen Anagold şirketine ait altın madeni sahasında siyanür işleminden geçen toprakların istiflendiği alan, 9 işçiyi de önüne katarak çöktü. Aslında yanıtlamış oldunuz ancak İliç vesilesiyle biraz daha açarsak, son yıllarda bölgeyi de hızla maden talanına açan iktidarın bu politikaları, bölgede hâkim olan Kürt siyasetinin ne kadar konusu olabildi?
Aynı şey bu alanda da geçerli. Hatta daha çok geçerli. ‘Ekolojik demokratik paradigma’ sahibi olmak, bu konuda çok kuvvetli bir çabayı gerektirir. Üstelik maden gibi alanlarda sömürgecilik çok daha çıplak gözle görülebilir. Adam geliyor, sana ait olan bir şeyi çalıyor. İliç bir örnek; Mazıdağı ve birçok yerde bizzat Cengiz var, Limak var. Yani normalde Kürdistan’da ekoloji hareketinin ekolojistlere ait bir meşgale değil anti-sömürgeci büyük bir halk hareketi olması gerekir. Geçmişte zaman zaman bazı baraj yapımlarına silahlı müdahaleler edilmesi hemen kınanıyordu ama aslında bu ekolojik-demokratik mücadelenin boş bıraktığı bir alan. Görebildiğim kadarıyla halkı bu konuda bilinçlendirip aktive etme süreci çok zayıf. Hasankeyf de çok zayıftı mesela. Çünkü halk istimlak bedellerini almıştı; almamaları yönünde bir bilinçleri yoktu, onlara verilmemişti bu bilinç. Ama yürümez böyle. Ege’ye yönelik aşırı ilgiyi hep birlikte eleştirelim ama Kürt coğrafyasının aslında bu işlere öncülük etmesi gerekmez mi? Doğayı topyekûn yok eden bir saldırı, artık bütün dünyada ikincil bir sorun olarak görülmüyor.