RECEP MARAŞLI

Suriye’de 1969 yılından beri iktidarı elinde tutan BAAS partisi iktidarı, 8 Aralık’ta Şam’ın fiilen muhalif güçlere geçmesiyle son buldu. Beşar Esad Moskova’ya sığındı.
HTŞ (Heyet Tahrir Al-Şam) örgütünün rejim güçlerine karşı başlattığı saldırının bu kadar hızlı biçimde ilerlemesi ve rejimin hemen hemen hiç direnmeden mevzilerini terk edeceği beklenmiyordu. Bu beklenmedik hızlı çöküş, yalnız Suriye’de değil Ortadoğu’da bir dönemin tamamen kapandığını gösteriyor. Artık Ortadoğu’nun yepyeni bir jeopolitiği var.
Suriye rejiminin çökmesi, İran ve Rusya’nın bölgede güç kaybetmesi ile sonuçlanan jeopolitik değişimin, Ekim 2023’deki Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırılarıyla başlayıp Gazze’nin tamamen yıkıma uğraması, Hamas ve Lübnan Hizbullahı’nın ağır bir yenilgi almasıyla gelişen İsrail-Hamas savaşının doğrudan bir sonucu olduğunu belirtmek yerinde olur.
Gelinen aşamada İran ve Rusya’nın kaybettiği İsrail ve Türkiye’nin ise kazançlı çıktığı bir bilanço var.
2011 yılındaki “Arap Baharı” eylemleri, sonrasında Suriye’de patlak veren şiddetli iç savaş ve dış müdahaleler boyunca, 13 yıl iktidarını korumayı başaran Esad rejimi neden beklenmedik biçimde çöktü?
Bundan sonra ne gibi gelişmeler yaşanabilir?
Pan-Arabizm ve Baasçılığın “uzun” hikâyesi…
1947’de Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas Partisi’nin[1] 77 yıllık uzun serüveni, elinde tuttuğu tek iktidar merkezi olan yine Şam’da sona erdi. Anlaşıldığı kadar her zaman Baasçılığı sırtlamış olan rejim ordusu, bizzat kendi eliyle iktidarı İslamcı milislere bırakmayı tercih etti…
Buna, Arap dünyasında asker-sivil bürokrasi ve aydınların, öncülüğünde giriştikleri Arap modernleşme hareketinin despotizmle ayakta kalma ve sonunda çökme hikâyesi de diyebiliriz.
Hıristiyan bir Arap aydını olan Mişel Eflak’ın ideolojik-siyasi kuruculuğunda, öncelikle Arap aydınları, siyaset seçkinleri arasında taraftar bulan Baasçılık, ordu bürokrasisinde de yankı bulunca güçlendi ve giderek Suriye ve Irak’ta tek güçlü siyasal-askeri yapılanma oldu.
Baasçılık ile Kemalizmin benzer sosyolojik dayanakları ve gelişim çizgileri var. Bu benzer noktaların vurgulanmasını hem Kemalizmin hem Baasçılığın geçirdiği evrim ve iktidar serüveninin anlaşılması bakımından önemli olacağını düşünüyorum.
Baasçılığın, Türkiye’de 1950’lerle birlikte gelişen “Kadroculuk” ve devamında 1960’larda “Yön” hareketlerinin yeniden yorumladığı sol-Kemalizmle bir hayli benzeşen ve kesişen yanları var. Kendilerinde her zaman ulusal kuruculuk, topluma önderlik etme ve nihayet aydınlatma misyonu gören Ordu bürokrasisi, Arap dünyasında da aynı kökten beslenir. Osmanlı’da ordu, kendisine nasıl Türk ulusunun ve ulus devletinin kuruculuğu gibi kutsal bir misyon yüklediyse, biraz daha zayıf iktidar deneyimlerine rağmen milliyetçi Arap subayları da aynı örnekten gittiler. 1. Dünya Savaşı sonrası Arap iktidarlarının kuruluşunda rol alan milliyetçi subayların hemen hepsi Osmanlı Harbiyesinin eğitiminden geçmişti.
İttihatçılığın Pan-Türkizmine koşut biçimde, Baas da Pan-Arabist bir ideolojiyi temel alıyordu: Din, mezhep, kültür farklarına bakılmaksızın bütün Arapların tek bir ulus olduğu ve bu nedenle Arap Birliği, Baasçılığın temel ülküsüydü.
Mısır’la Suriye’nin birleşerek (1958-1961) kısa süreli Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni (BAC) kurmaları, Irak, Lübnan, Ürdün ve Libya’yı da bu birliğe dahil etme çabaları bu siyasi stratejinin bir ürünüydü. Ne var ki “yapay” sınırların sanıldığından daha güçlü iktidar odakları barındırdığı kısa sürede görüldü. Ve Pan-Arabizm geriledi.
Baasçılığın Arap milliyetçiliği, etnik kökene çok fazla referans vermeyen ama dil, din ve kültürle tanımlanan daha üst bir kimlik olarak tanımlanıyordu. Buna göre İslamiyet, Arap kültür ve uygarlığının bir ürünü olarak bunun bir kanıtıydı. İslamlığın Türk milliyetçileri tarafından da aynı biçimde ulusal birliğin bir elemanı olarak tanımlanması; Baasçılığın laikliği ve sekülerliğini de çerçeveler.
Tıpkı İttihatçılık ve devamında Kemalizm gibi modernleşme, aydınlanma, toplumsal gelişim için öncülük etme gibi iddialar Baasçılık için de geçerliydi.
Baas’ın sosyalist olmayan sosyalizmi!
Baas’ın sloganları arasında yer alan “sosyalizm” de yine tıpkı sol-Kemalistlerin literatüründe olduğu gibi ekonomide devletçiliği ve kamu denetimini öngören kendine özgü bir “Arap yolu” olarak tasavvur ediliyordu. Hz. Muhammed dönemi uygulamalarını referans alan, Marksist tanımın bir hayli dışında bir sosyalizmdi bu. Soğuk savaş döneminde iki blok arasında durmaya ve SSCB’nin desteğini almaya da yarayan “anti-emperyalizm” gibi bir söylem de fayda sağlıyordu.
Marksizm-Leninizmin ideolojik prestijinin tüm dünyada yükseldiği 1970’li yıllarda Baas Partisinin çeşitli hiziplerinde ve yönetim kademelerinde kendi sosyalizm tanımlarını Marksizmle bağdaştırmaya çalışan radikal eğilimler görüldüyse de partinin hiçbir zaman bilimsel bir sosyalizm anlayışı olmadı.
Baas Partilerinin örgütlenme ve siyasi yaşamında, yine Kemalist harekete benzer biçimde askeri cuntalar, komplolar, hizipleşmeler, tasfiye hareketleri, iç iktidar çatışmaları belirleyici oldu. Son sözü hep askeri bürokrasi ve cuntalar söyledi.
Baasçılık her ne kadar prensip olarak Sünni ve Şii/Alevi mezhep ayrımlarından uzak dursa da Arap dünyasındaki Sünni çoğunluğu domine eden din adamları, feodal şeyh ve emirler milliyetçilik ve sosyalizm söylemini “İslam dışı bir sapkınlık” olarak niteliyor, onu zamanında “Şiiliğin bir komplosu” olarak kodluyorlardı. Sünnilerin bu nedenle epey uzak durdukları Baasçılık, Suriye’de daha çok Şii, Alevi, Hıristiyan ve diğer etnik-kültürel topluluklar içinde taban buldu.
Irak Baas’ı ise yönetici elitin Sünni aşiretler içinden gelmesiyle tersi bir kadro bileşenine sahipti. Belki bu nedenle iki kardeş parti çok zor ortaklaşabiliyordu.
İslamcılık, günümüzdeki kadar çok radikal cihatçı türevleri örgütlenmeleri olmadan önceki adıyla “Müslüman Kardeşler” (İhvan) Sünni topluluklarda daha çok taban bulmaktaydı. Bu benzeri ayrışmayı Türkiye’de de görmek mümkün. En azından mezhep düzeyinde eşit bir kabulü içerdiği için Kemalizm, Alevi topluluklar tarafından daha çok benimsenirken, Sünni topluluklar Kemalizmi din-dışı bir eğilim olarak uzak gördüler.
Baasçı iktidarlar özgürlük, sosyalizm, demokrasi değil militarist-bürokratik diktatörlükler kurdular. Arap milliyetçiliği ideolojisinin dışındaki her şeyi bastıran zalim bir despotizm egemen oldu. Hafız Esad ve Saddam Hüseyin gibi güçlü diktatörler tarafından temsil edilen bu rejimler korkutucu istihbarat ve askeri aparatlar tarafından ayakta tutuluyordu. Suriye’nin kötü ünlü “Muhaberat”ı böyleydi. Ve tabi yolsuzluk ve nepotizm bu rejimlerin asalak sınıfsal dayanaklarını besleyen önemli bir kaynaktı.
Esad Rejimi neden düştü?
2000’li yılların başında babasının mirasını devralan Beşar Esad, ilk yıllarında dünyadaki siyasi gelişmeleri iyi okuyan, modern dünyaya açık bir başkan profili çizmekteydi. Suriye’yi küresel sisteme entegre olmaya en yakın Arap ülkesi haline getirme potansiyeli gösteriyordu.
“Arap Baharı” ayaklanmalarının 2011 ilkbaharında Suriye’ye sıçradığı günlerde Esad, bunu yenilenme için bir fırsat haline getirmek yerine onu rejimi devirmek için uluslararası bir komplo olarak tanımladı ve ayaklanmaları kanla bastırmayı tercih etti.
Cihadist grupların karşı hamleleriyle çıkan iç savaşta yarım milyona yakın kişi hayatını kaybederken, 6 milyon kişi çoğu Türkiye olmak üzere Avrupa ve diğer batı ülkelerine sığınmak zorunda kaldı. Bir o kadarı da ülke içinde göçmen haline geldi. İç savaşta en çok zarar gören grupların başında Hıristiyan topluluklar geliyordu. Toplam nüfus içinde yüzde 8 civarındaki varlıkları yüzde 3’e kadar geriledi… Kamu mallarının yağmalanması, bizzat devlet memurlarınca yapılan kaçakçılık, göç ettirilenlerin mallarına çökülmesi günlük rutinlerdi.
Esrar, eroin gibi nispeten pahalı uyuşturuculara oranla üretilmesi ve dolaşımı daha ucuz ve tıbbi kılıflarla “legalitesi” olan Coptagon haplarının üretimi, tüm Arap Yarımadasını kasıp kavuran, çürüten bir salgına dönüştü. Ve bu aynı zamanda oligarşi piramidinin tepesindekilerin zenginleşmeleri ve silahlanmanın finansmanı için de verimli bir kaynaktı.
Esad ayaklanmaları kanla bastırdı ama Suriye’nin içeriden bölünmesine ve dışarıdan askeri müdahalelerle toprak ve egemenlik kaybetmesine engel olamadı. İktidarını korumak için Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğine muhtaç oldu ve müttefiklerinin siyası ajandasına bağlanmak ve ABD, Türkiye ve İsrail gibi güçlü siyasi aktörlerin müdahalelerini dengelemek zorundaydı.
İçerideki durum ise çok daha parçalıydı: Kuzeyde Kürtlerin yoğun yaşadığı Rojava’da PYD önderliğindeki Kürt özgürlük hareketi bir kısım Arap aşiretleri, Asuri-Süryani, Keldani, Ermeni gibi yerli Hıristiyan topluluklar ve Ezidilerle geliştirdiği ittifakla bir dizi kanton yönetimi oluşturmayı başarmıştı. Irak’ta gelişen Cihadist-İslamcı IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) uzun süre Suriye’nin de büyük bölümünü kanlı bir biçimde elinde tuttu. İdlib bölgesi, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) şemsiyesi altında Türkiye tarafından da aktif biçimde desteklenen Radikal-İslamcı, cihatçı terör gruplarının bir koalisyonunun ana üssü durumundaydı. Ve nihayet Türkiye, Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin, IŞİD’i yenilgiye uğratarak güç ve prestij kazanmasının ardından, gelişmeleri önlemek adına Efrin, Cerablus, Ayn Issa, Resul-Ayn gibi bölgelerine girip ilhak etti.
Bu zorlu şartlar altında kimse Esad rejiminin 13 yıl süre yine de ülkenin büyük bir bölümünü elinde tutmaya devam edebileceğini öngörmemişti. Tıpkı devrilmesinin de bu kadar hızlı ve ani olacağı gibi, onu bunca yıl ayakta tutan ve devrilmesine de neden olan koşullar hemen aynıdır.
Rejimi ayakta tutan Hizbullah, İran, Rusya ve Filistin vd.. gibi bir çok dayanak çöktüğü için Şam yönetimi düştü… Esad rejimi 2013 yılında zorlu bir yenilgiden ancak Lübnan Hizbullah’ı ve İran’ın aktif silahlı desteği sayesinde kurtulabilmişti. 2024’de ise Hizbullah, İsrail’in ölümcül saldırıları karşısında bitme noktasına geldi ve Suriye’ye yardım etme şansı kalmadı. İran ise yine İsrail ile girdiği füze savaşları sırasında “kâğıttan bir kaplan” olduğu izlenimi verdi. İsrail ve muhtemelen ABD’nin aktif desteğiyle bir müdahale olasılığına karşı savunma pozisyonuna çekilen İran’ın, Suriye gibi umutsuz bir vaka için kaynak ve enerji harcama riskini almak istemediği anlaşıldı.
Rejimin başlıca dış dayanaklarından Rusya ise 2022’den beri Ukrayna’da ağır bir yıpratma savaş yükü ile karşı karşıya kalmıştı zaten. Siyasi ve ekonomik geri çekilme içinde olan Rusya’nın Suriye rejimini koruyacak ne enerjisi ne de çıkarı kalmıştı… Trump’ın yeniden ABD başkanı seçilmesiyle birlikte Ukrayna savaşını barışçı biçimde sona erdirme olasılığı varken Putin’in Suriye’de bir savaş riskini göze almayışı anlaşılır bir durum. Ki aynı zamanda Esad yönetiminin hem İdlib’deki isyancı gruplarla hem de kuzeydeki Kürt yönetimiyle uzlaşma yönünde ayak sürüyor olması ve belki de sahadan aldığı bilgiler Rusya’yı Şam’ın arkasında durmanın anlamsız olacağı yönünde ikna etmiş olmalı.
Rejimin bu hızlı çöküşündeki iç nedenler, artık egemen çıkar gruplarını bir arada tutacak ortak çıkarların kalmayışı, kitle desteğini sağlayacak güven, inanç ve bağlığın kaybolmasıdır diyebiliriz. Rejimin içerideki temel dayanağı olan Suriye ordusu ise belli ki kazanamayacağı bir direnişe girip daha uzun ve kanlı bir iç savaşla yıkıma neden olmaktansa, uzlaşmayı ve yönetimi teslim etmeyi seçti.
Kazananlar, kaybedenler…
Evet bir diktatörlük devrildi ama bu özgürlük ve demokrasi güçlerinin kazandığı anlamına gelmiyor.
Hatta gelecek için daha karanlık, zalim ve kan dökücü bir rejimin yerleşme, kendisini meşrulaştırma sahneleri olarak zihnimize kazınabilir. Zira IŞİD, El-Kaide, El Nusra pratiklerinin ortağı olan bu grubun geçmişi geleceğinin ne olabileceğini gösteriyor.
Hamas’ın 7 Ekim 2023’de İsrail’e yaptığı saldırı, belki de Rusya-İran ekseninin Ortadoğu’da ikinci bir savaş cephesi açarak, Batılı güçlerin Ukrayna’daki odaklanmalarını dağıtma hesaplarıyla ilgiliydi. Ne ki İran ve vekilleri dışında hiçbir bölge devletinin bu savaşa dahil olmaması, bu hamleyi trajik biçimde tersine çevirdi.
Suriye’de kazanan taraflardan biri açık ara Türkiye iken diğeri İsrail oldu. Belki de Erdoğan’ın Suriye iç savaşına müdahil olduğu andan itibaren Sünni-Yeni Osmanlıcı yayılma isteğinin bir simgesi olarak tekrarlanan “Şam Emevi camiinde Cuma namazı kılmak” parolası gerçekleşebilir. İktidarı ele geçiren HTŞ yıllardır Türkiye’nin her türlü koruma şemsiyesinden yararlanıyordu. Ondan daha az güçlü ve karmaşık bir yapısı bulunan Suriye Milli Ordusu (SMO) ise Türkiye ile organize biçimde çalışıyor. Kuzey’de SDG’nin elindeki bölgeleri adım adım ele geçirmekle niyetini açıkça belli etti zaten.
Keza iç politikada Erdoğan rejimini oldukça zorlayan “Suriyeli göçmenler” konusunda da, geri dönüş koşullarının oluşması ve Esad’ın devrilmesi nedeniyle, en büyük kozlarından birini muhalefetin elinden almış olacak. Erdoğan uzun süre iç politikada bu kazancın meyvelerini toplamak isteyecektir.
“Az tamah çok zarar getirir…” diye bir söz vardır. Kaybedenlerin başında İran geliyor. İran vekil gücü olarak Hizbullah aracılığıyla İslam dünyasının liderliği için güç toplama ve rekabet için “Filistin davası!” ve İsrail düşmanlığını bir bayrak haline getirerek savaşa dahil oldu.
İsrail’in Gazze’de yürüttüğü kanlı savaşa hiçbir Sünni Arap devleti, örgütü fiilen müdahil olmazken; Hizbullah başından beri İsrail’i roket yağmuruna tutarak Hamas’a destek olmaya çalıştı. İsrail ise odağını kaybetmemek için önceleri Hizbullah’a, Yemen’in Husi yönetimine ve İran’a mesafeli bir tavır alırken; son 6 ay içinde bu durum tersine dönmüştü.
Sonuçta Hizbullah’ın ağır bir yenilgiye uğratılması ve İran’a yapılan misillemeler; Molla rejiminin sınırlarını gösterdi ve sadece Lübnan’da güç kaybetmekle kalmayıp Şam’ı da kaybetmesiyle sonuçlandı…

Diğer büyük kaybeden ise Rusya’dır. Suriye rejimine aktif hava desteği, Türkiye’yi dahil ederek yürüttüğü ve İran’la birlikte garantörlük yaptığı Astana görüşmeleri rejim için hayati önem taşıyordu. Rusya kötü sonu önleyemedi ve Suriye’deki mevzilerini terk etmek zorunda kaldı. Beri yandan HTŞ ve diğer cihatçı grupların Türkiye’nin hamiliğinde varlıklarını sürdürüyor olmaları, bir yanıyla Türkiye-Rusya arasında 2022 anlaşmasına bağlı olduğu için, yine de Rusya’nın tümüyle kaybetmiş olmasını engelleyecek bir veri sağlayabilir. Zaten Esad rejimi devrildikten sonra, İran karşıtı protestolar yükselirken Rusya’nın sükûnetle karşılanması da bunu gösteriyor herhalde. Rusya birçok askeri üssünü boşaltmış olsa bile Akdeniz kıyısındaki deniz üsleri henüz duruyor ve bu yeni rejim tarafından da tolare edilebilir.
Riskler, olanaklar, olasılıklar…
Bu noktadan sonra -arka planda yürütülen pazarlıkları henüz bilmemekle beraber- her şeyin sorunsuz gelişme şansı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Artık Suriye’de birleşik Sünni İslamcı bir rejim inşa edilmesinin önü açıldı. Buna karşılık ülkedeki Alevi topluluklar varlığını bir biçimde koruyor. Rejimin kitle tabanı olan topluluklarda da yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri ortaya çıkabilir. Şam’daki yeni muktedirlerin Şii-Alevi, Hıristiyan ve farklı inanç topluluklarını öz savunmaya itecek bir şiddet dalgasına yönelmeleri dengeleri yeniden değiştirebilir.
El Kaide’nin eski bir kolu olan Suriye’nin İslamcı grubu Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), ‘Uluslararası Koalisyon’u oluşturan devletler tarafından “terörist bir grup” olarak görülüyor. Ancak İsrail ve Batı, HTŞ’ye karşı temkinli bir yaklaşım içindeler. Bu aşamada kimin ne kadar gücü var, işler nereye evrilecek görmeden ABD-AB koalisyon devletlerinin müdahaleden kaçınacakları ve daha çok “bekle-gör” politikası izleyecekleri görülüyor.
HTŞ, başta bölgesel güç İsrail olmak üzere Batılı güçlere karşı potansiyel olarak tehdit oluşturmadığını göstermek için ılımlı mesajlar veriyor. İslamcı olan ama cihatçı olmayan bir portre çizmeye çalışıyor. İslamcıların bilinen “takiyye” geleneğine göre böyle bir görüntü vermeye çalışmaları şaşırtıcı olmayacaktır ama hiçbir şekilde doğru ve güvenilir değil. Daha henüz iktidarı tam olarak ellerine almamışken daha fazla düşman kazanmak istemeyecekleri, hatta onların duymak istediklerini söyleyerek zaman kazanmak isteyecekleri bir sır değil. Bu nedenle İsrail, cihatçı güçlerin rejime ait silahları ele geçirip fazla güçlenmemeleri için, rejimin bırakıp çekildiği ağır silah depolarını, hava gücünü ve donanmasını daha ilk günlerde imha etti.
HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed Colani (asıl adı Ahmed El Hüseyin El-Şara) şimdiden parlatılan genç bir politika yıldızı olarak lanse ediliyor. Onu İslamcı fakat cihatçılıktan uzak, sadece kendi ülkesine odaklanmak ve çevresiyle iyi geçinmek niyetinde olan bir lider olarak sunuyorlar. Genç Beşar Esad’ın, “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” söyleyen Erdoğan’ın yaptıkları düşünüldüğünde cömertçe açılan bu kredilerin geri dönüşünün çok trajik olacağı ortadadır. Batı dünyasının bu ikircikliğini 1979 yılında İran’daki Şahlık Monarşisinin devrilmesinden sonra da görmüştük. Bölgesel çıkarlar kaygısıyla bir şey yapmamak, İslamist rejimlerin palazlanmalarından başka bir işe yaramıyor.
SDG yeni dönem için hem oldukça riskli hem de önemli bir siyasi konuma sahip. TC’nin tüm strateji ve taktiklerini bu Kürtlerin özerk ya da federal bir statü kazanmasını engellemeye göre belirlediği bir sır değil. Beri yanda SDG, ABD-AB ekseni ve İsrail için el uzatılacak en önemli siyasi aktör durumunda olsa da tüm Suriye ve Ortadoğu için sadece Kürt ittifakına dayanmayacakları, onları bir uzlaşmanın parçası olarak tutmak isteyecekleri de açık.
Dolayısıyla hiçbir yerel aktörün kendi siyasi ajandasını tek başına uygulayabileceği bir alan görünmüyor. Bu da Ortadoğu’da iktidar sınırlarının daha çok değişeceğini, sınırların yeniden ve yeniden çizileceğini gösterir.
Her şeyin Türkiye için “güllük-gülistanlık” geçeceğini söylemek oldukça zor. Türkiye 9 Aralık’tan itibaren tek taraflı olarak sınırlarını açmış olsa bile şu ana kadar Suriye’ye ciddi bir geri dönüş görülmedi. Belli ki Suriyeli mültecilerin çoğu Suriye’deki durum istikrara kavuşuncaya kadar geri dönüşte pek de istekli değiller ve belki de yeni hayatlarını ve geleceklerini Türkiye’de görüyorlar.
Beri yandan HTŞ’nin, kendisini Ortadoğu’nun diğer zorlu aktörlerine kanıtlamak için, Türkiye ile arasına mesafe koymak zorunda hissetmesi ve müstakbel bir rakip olması da muhtemel. Türkiye’nin Rojava dayatmaları nedeniyle yeni Suriye yönetiminin Kürtlerle barışçıl bir başlangıç yapma ve iç barışı sağlama şansı kalmayacak. SMO’nun yeni koalisyona nasıl katılacağı da henüz muamma. Bütün bunlar Türkiye/Suriye ilişkilerinin geleceğinin çelişki ve çatışmalarla dolu olabileceğine işaret ediyor.
Keza Şam’da ne yapacağı kestirilemeyen İslamcı bir rejim kendini yeniden inşa ederken, özgürlükçü yapılarını ispatlamış SDG yönetiminin yeni Suriye’nin inşasında kurucu bir rol üstlenmesi daha güçlü bir seçenek. Bu da esas olarak ABD yeni yönetiminin tavrına bağlı olacak. SDG’ye karşı Türkiye’nin yürüteceği topyekün bir saldırının Trump yönetimince nasıl karşılanacağı henüz netleşmemiş olsa bile, ABD’nin askeri stratejistleri ve Pentagon defalarca anti-IŞİD koalisyonun ve ABD varlığının önemli bir güvencesi olan bu bölgelerin işgalini onaylamadıklarını belli ettiler.
Mevcut durumun iki kazananı olarak görünen İsrail ve Türkiye arasında stratejik olarak önemli bir çıkar çatışması var. Kendisine karşı yakın ve uzak tehdit oluşturan Erdoğan rejimi iktidarda olduğu sürece, İsrail’in Türkiye’ye inisiyatif bırakmak istemeyeceğini öngörebiliriz.
Rojava’daki siyasi özerk bölge yönetiminin sadece Kürtler için değil bütün özgürlükçü, demokratik güçler, topluluklar için gerçek bir şans, bir güvence olduğu açıktır. En kötü koşullarda bile kendi kendisini adil ve barışçı biçimde yönetme yeteneğinde olduğunu göstermiştir. Elbette birçok yanlış ve zaaftan bahsedilebilir. Fakat ana doğrultuya baktığımızda bu, çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli bir toplumsal zeminde nasıl barış içinde bir arada yaşanabileceğinin değerli bir deneyimini sunuyor.
Ortak bir gelecek inşa etmek için barışa da kendilerini korumak için savaşa da hazır olduklarını güçlü şekilde duyuruyorlar. Bu zemini korumak, savunmak, gelişimine destek vermek ilerici demokratik bir sorumluluktur… 22 Aralık 2024
[1] Kısaca Arapça “Diriliş /Rönesans” anlamına gelen Baas Partisi.