‘Cumhuriyet hak ve özgürlüklerle uzlaşmadı, toplum geriye itildi’

SÖYLEŞİ: BÜLENT ULUS

Yüzüncü yılı pek çok etkinliğe, tartışmaya konu olan “Cumhuriyet”in 102. yılını da geride bırakıyoruz. Cumhuriyet, kuruluş sürecinden başlayıp giderek yapısallaşan ve bizzat kendisinin iddialarını boşa çıkaran karakteriyle bugüne geldi. “Kimsesizlerin kimsesi” olmak bir yana dursun, kendisinin mağdur ettiği ‘kimsesizlerin’ sayısını sürekli arttırarak şanslı bir azınlığın baş dayanağı oldu. Bugün “Cumhuriyet değerlerini yok ediyor” diye eleştirilen iktidarın inşası da cumhuriyetin bu yapısal defolarıyla ilintilidir, hiç kuşkusuz. 29 Ekim’deki kuruluş yıl dönümünü de dikkate alarak, bu sürece gelinmesine yol açtığını düşündüğümüz cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve serüvenini, emekçiler, Kürtler, Çerkesler, Aleviler, gayrimüslimler açısından değerlendirme fırsatı veren Yanlış İliklenen Düğme kitabının yazarı Erdoğan Aydın’la söyleştik. Cumhuriyet tarihi yazınına ilişkin önemli bir boşluğu gidereceğini düşündüğümüz kitabı ve hepsi de belge ve analizlerle gerekçelendirilmiş bir dizi önemli iddiayı, hiç olmazsa bir kısmını, yeniden hatırlatmak, böylesi yıl dönümleri için çok daha gerekli ve önemli olacaktır.

Bugün tartışılan demokratik anayasa, otoriterleşme-demokratikleşme ilişkisinin hatta yerelden yönetim gibi konuların Cumhuriyet’in kuruluşunda da tartışıldığını görüyoruz. Siz de, “Cumhuriyetin otoriter ve otokratik niteliği, demokrasinin o dönemde imkânsızlığından değil, kurucu idarenin tercihlerinden kaynaklanıyordu” diyorsunuz. Yani “ilk düğmenin egemen iradenin tercihiyle yanlış iliklendiğini” belirtiyorsunuz. Cumhuriyet’in yüzyılını geride bırakırken hâlâ demokratikleşmenin çok uzağında olmamızı nasıl değerlendirdiğinizden başlayalım…

Yüzyıl sonra bugün hâlâ temel sorunu demokrasi olan bir rejim altında yaşıyoruz. Bugünü bu şekilde yaşıyor olmamız kuruluş sürecindeki tercihlerden bağımsız değil. Esasen memleketin sol kanadını kopardığınızda, bu toprakların sosyolojik gerçeği olan Kürtlerin, Çerkeslerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin kimlik haklarıyla var olabildikleri bir cumhuriyet imkânını ezdiğinizde, demokratikleşebilmenin imkânlarını da kötürümleştirmiş oluyorsunuz. Pek çok örnekle gösterdiğim gibi bu durum, koşulların yetersizliğinden değil, aksine yeni muktedirlerin, önceden İttihatçılığın programladığı çerçevede “devletin ülkesi ve milletini” yaratma iradesinin sonucu gerçekleşecekti. Bu bağlamda önce iki etkin kesimin, komünistlerin ve Çerkeslerin planlı tasfiyesiyle başlayan süreç, giderek İkinci Grup’un, sonra Millî Mücadele’yi başlatan diğer kadroların, sonra Kürtlerin tasfiyesiyle devam edecekti. 1925 aynı zamanda Alevi dergâhlarının, sendika, bağımsız yayın organları ve sol partilerin kapatıldığı, devlet ve lider ile toplum arasında başka bir ikincil kurumun bırakılmadığı tarihtir. Tabii tüm bunlar, Türk-İslam sermayedar sınıfını bir an önce büyütmek üzere hızlandırılmış bir kapitalist inşa programıyla yapılıyordu. Bu kapsamda yasak, sürgün ve ezme politikalarına eşlik etmek üzere yoğun bir asimilasyon politikasıyla farklı olma hakkının ortadan kaldırılmasıyla ülkenin homojenleştirilmesi, gayrimüslim birikimlere çökülmesi ve yoğun teşviklerle memleketin tüm imkânlarının bu sermayeye akıtılması ve bu kapsamda emekçilere en küçük bir hak arama imkânı vermeyen etkin bir baskı ve endoktrinasyonun uygulandığını görecektik.

Bir cumhuriyetin yeterli şartı…

Kitapta, “Cumhuriyetin, İslamcı iktidarın sonucu olarak, kendi 100. yılını bile kutlayamaz hâle gelişinin, kuruluş biçiminden kaynaklı” nedenlerine vurgu yapıyorsunuz. “Cumhuriyet’in son 22 yılını, kendisini yok etmeye çalışan bir iktidar altında geçirmek durumunda kalmışlık, sadece bir çaresizlik hâli değil, aynı zamanda demokrasi imkânlarını kötürümleştiren kuruluş konseptinin de kaçınılmaz sonuçlarından biri.” diyorsunuz. Bu kuruluş biçimindeki nedenleri açıklayabilir misiniz? Bugün bunu aşmak için neler yapılabilir?

100 yıl sonra bulunduğumuz durumun çok daha vahim olduğu kesin. Ama sağlıklı bir 100. yıl değerlendirmesi, 100 yıl sonra içine düştüğümüz vahametin nedenlerini doğru anlamamızın da anahtarı. Kuruluş sürecinde kötürümleştirilen, kendini savunma yetenekleri köreltilen toplumun daha geri seçeneklere savrulması hâli karşısındayız. Bir cumhuriyetin önkoşulu olan monarşinin aşılması cumhuriyet için zorunlu ama yeterli olmayan şarttır. Bir cumhuriyetin yeterli şartı, halkın yönetime katılması, kendine ait bir yönetimde yaşadığını hissetmesi, haklarına sahip olabilmesidir. Oysa bizde halkın kendi haklarını kullanamadığı için yabancılaştığı, kendisini sadece güden bir modernleşme hamlesi, devlet ve liderle sadece tek yanlı formatlama ve yönetilme ilişkisi karşısındayız. Eğer cumhuriyet, söz verdiği gibi kimsesizlerin kimsesi olsaydı, eğer şapka gibi burjuva bir biçime gösterdiği kararlılığı toprak reformu gibi özsel bir gereklilik için gösterseydi, eğer monarşi altında bile kullanılabilen grev, sendikal örgütlenme gibi haklar cumhuriyet koşullarında yasaklanmasaydı, eğer monarşi altında bile kullanılabilen basın özgürlüğü, dolayısıyla iktidarın denetlenebilirliği cumhuriyet sonrasında sürebilseydi, halk bu cumhuriyetin kendisine ait bir değişim olduğunu hissedecek ve onu sahiplenecekti. Dolayısıyla dinsel ideolojinin etkisi bu denli büyük olmayacak, emek hareketi bir denge gücü olabilecekti.

Topraksızlık yarası Türk cumhuriyetinin aynasıdır

Cumhuriyet’in toprak reformu iradesini göstermemesini ayrıntılarıyla irdelemişsiniz…

Topraksızlık yarası Türk cumhuriyetinin aynasıdır. Nitekim halkçı olmak iddiasındaki muktedirler, toprak reformu için hamle yapmayacakları gibi aksine daha en baştan toprak ağalarını kollayan bir tutum takınacaklardı. Bu gerçeğin kamuoyuna ilk ilanı da Mustafa Kemal’in, 1923 Şubat’ındaki Balıkesir Camii Hutbesi’nde kendisini gösterecekti: “Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Bu arazinin miktarı nedir? Araştırılırsa görülür ki memleketimizin genişliğine karşın hiç kimse büyük araziye sahip değildir. Bu yüzden bu arazi sahipleri de korunması gereken insanlardır.” Bu tercih içinde Emin Sazak’lar, Cavit Oral’lar, Kasım Gülek’ler, Adnan Menderes’ler Cumhuriyet’in egemen sınıflarının temel bileşeni olmakla kalmayacak, aynı zamanda süreğen milletvekilleri olacaklardı. Bu sınıfsal tercihle Cumhuriyet, girdiği her krizde, halkın artan her memnuniyetsizliğinde sağcılığın daha da yükseldiği bir sorunla karşılaşacak, haklardan yoksun modernleşme hamlesi de ha bire tepki biriktirecekti. Esasen önce sağcılığın, giderek İslamcılığın bu denli güçlü bir halk desteğini kendine yedekleyerek iktidar olabilmesi de hep bu geçmiş birikimlerin sonucu olacaktı.Buna ek, izlenen asimilasyon politikaları da bu gelişmeleri pekiştirecekti. Türk ve Sünni/İslam kimliği dışındaki her şeyi sorunsallaştıran bir tahakküm, her krizden sadece bu kimlik içinden muhalefet edenlerin güçlenmesine neden olacaktı. Buna karşılık Kürt, Alevi, Çerkes, Hristiyan kimlikler ise ülkenin meşru sahipleri içinde sayılmayacak, bürokrasi ve kurumsal yapı buna göre şekillenecek, vatanın sahipliği sadece Sünni-Türkleşmeye bağlı bahşedilen bir ayrıcalık olacaktı. Bu kimliği içselleştiremeyenlere düşen ise boyun eğmekti. Kitapta muktedirlerin bunu haykıran pek çok sözüne ve kararına atıfta bulunuyorum. Bu çerçevede kendi krizleri ve tatminsizlikleri içinde giderek daha sağa, nihayet İslamcı sağa yatan bir tarihsel şekillenme karşısında kalınacaktı.

‘Kimsesizlerin kimsesi’ olmayı istememiş bir cumhuriyet

Aslında yüzyılın sonunda yaşadıklarımızın ilk emarelerini 1930’da gerçekleşen yerel seçimlerde halkın Serbest Cumhuriyet Fırkası’ndan (SCF) yana tercihinde, 1950 seçimlerinde de Demokrat Parti’nin (DP) mutlak üstünlüğünde görmek mümkündü. 1950 sonrasında Cumhuriyeti sağ siyaset, son çeyrek asrını da İslamcı bir anlayış yönetiyor. Bir asır sonrasında dönüp bakıldığında bu tablodan nasıl bir sonuç çıkarmak gerekir?

Tek partiden bu kitlesel kaçışı, kitabımda, resmî iddiaların aksine ‘gericilik’ tepkisi olarak değil, ‘kimsesizlerin kimsesi’ olmayı istememiş, onların hak ve özgürlüklerine alan açmamış, cumhuriyetin onların çıkarına olduğunu deneyimlemesine izin vermemiş, dolayısıyla geleneksel değerlere sığınmalarına neden olmuş bir egemenlik tarzının sonucu olarak irdeliyorum. Oysa egemenler bu gerçeği görmek yerine, halkın SCF’ye yönelimi üzerine, dördüncü ayını doldurmadan bu partiyi tasfiye yoluna gidecekti. Dünyanın baskısıyla 1946 sonrasında çok partililiğe geçmek zorunda kaldıklarında, bu kaçış DP özgülünde yinelenecekti. Ama bu kaçışın nedenleriyle yüzleşmek istemeyen kurucu akıl, dönüp bu durumu ‘gericilik’ tepkisi, dahası “karşı devrim” olarak damgalayacak ve tabii buradan vesayetçi anlayışın kalıcılığını geliştirecekti. Oysa DP dönemi; Kürdün, Alevinin vd.lerinin inkârında, emeğin ezilmesinde bir önceki dönemin tekrarından başka bir şey değildi. Dahası, NATO’ya ilk müracaatın da Köy Enstitüleri’ni kapatma hamlesinin de CHP’ye ait olduğu ortadayken DP’nin gelişini “karşı devrim” olarak kodlamak, halkın henüz daha demokrasiye hazır olmadığını, tek partinin devam etmesi gerektiği gibi sonuçlar geliştirmek gerçekliğe gözlerini kapatmak olacaktır. Tabii daha da garibi var, o da modernist burjuvazinin solu olmayı aşıp emeğin solu olmayı başaramayanların da bu görüşü yinelemeleridir. Oysa 1945-50 dönemi, emeğe yönelik saldırının da anti-komünizmin de zirvesi olacaktır.

Toplumun geleneğe kaçışının nedeni

Bu anlattıklarınızdan sonra sizin sorduğunuz, “Peki ama denenmeyen yol denenseydi şimdi nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk acaba?” sorusunu soralım.

Sosyal bilim, siyasal analizde matematik kesinlikler olamayacağına ilişkin bizi uyarır; ama her halükârda yaşanan otoriterlikten ve bugün gelinen yerden daha iyi olacağımızı söylersek yanılmayız. Cumhuriyetin, kurucu kadroların hayal ettiklerinden çok geri bir konuma savrulmuş olması, gerçekte topluma zorla giydirilen elbisenin dikiş atmasından başka bir şey değil. Oysa toplumun hakları ve özgürlükleriyle uzlaşan, yani gerçek bir cumhuriyetçi yoldan ilerlenseydi, yani kimsesizler bir cumhuriyette yaşamanın kazanımlarını yaşayabilselerdi, bu durumda her krizde biraz daha sağa savrulan değil, aksine cumhuriyete sahip çıkan ve onu gerçek gericiliğe karşı savunan bir toplumsallaşma olacaktı. Dolayısıyla sonraki süreç de salt egemenlerin çıkarlarınca belirlenemeyecek, devletin vatandaşlaşmayı engelleyen vesayet düzeni, toplumun bu vesayete karşı geleneğe kaçışı da kurumlaşamayacaktı. Oysa egemen kılınan yapı, emekçilerin sermayeyi dengeleyen bir güç olabilmesini engellemiş, topraksız ve az topraklı köylüyü yoksunluklar içinde yerel egemenlerine boyun eğdirmişti. Kendilerine kâğıt üstünde seçme seçilme hakkı verilmiş kadınlar dâhil seçmen, bu hakkını irade kullanımı olarak değil, kendisine dayatılan adaylara oy vermek zorunda bırakılarak kullanabilmişti. Diğer yandan bu toprakların farklı milliyet ve inançlarına, anayasal ve fiziki zorlamalar, endoktirine eden bir eğitim yanında asimilasyon ve sürgün planlamaları, Takrir-i Sükûn, sıkıyönetim, güdücü yasalar ve olağanüstü mahkemeler ve pogromlar aracılığıyla Türk-Sünni-burjuva kimlik altında formatlanma dayatmasında bulunulmuştur. Salt bu kadarı bile, denenmesi engellenen yol üzerinden ciddi bir demokratikleşme imkânlarına sahip olduğumuzu gösteriyor. Üstelik denenmesi engellenen yol ve yöntemler 1920-23 arasında kısmen de olsa denendi ve ciddi ilerlemeler sağlanabileceğini kanıtladı. Nitekim o dönemde, fiili dayatmalara rağmen Millî Mücadele kazanıldı. Millî Mücadele verilirken çoğulcu bir meclisimiz oldu, o koşullarda bile egemenliğin kayıtsız şartsız (farklılıklarıyla tanımlanan) millete ait olması norm kabul edildi, dahası yerel yönetim özerklik şartını anayasallaştıran bir taahhüt geliştirildi. Sonradan tasfiye edilse de kimsenin inkâr ve asimile edilmediği, basın özgürlüğünün olduğu, emek haklarının kullanılabildiği, bir komünistin Meclis çoğunluğunca İçişleri bakanı seçilebildiği vb. örneklerle fiili bir demokrasi deneyimiydi o dönem.

Çoğulcu bir meclisten bahsettiniz. Bugün gelinen aşamada Kürtlerin, Çerkeslerin, Alevilerin eşit yurttaşlık haklarının, keza her kimlikten Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin haklarının çiğnenmeye devam edildiğini görüyoruz. Yüzyıl sonrasında demokratik temsiliyetin neresindeyiz?

Maalesef çok uzağındayız. İşin içine İslamcılık girdiği için bugün kadın hakları ve laik kazanımların da ağır bir baskı altına alındığını görüyoruz. Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerinin çok daha geri bir yere püskürtüldüğü, toplumun temel haklara yabancılaştırılmasında oldukça geriye itildiği bir dönem yaşıyoruz. Önceden de belirttiğim gibi, eğer kuruluş döneminin toplumu sınıfsız ve tek kimlikli hâle getirmek üzere devlet şiddetiyle uygulanan programı başarılı olmasaydı, toplumun egemenleri dengeleme ve direnme özgüveni kırılmamış olsaydı hem sağcılaşma hem de onun uç versiyonu olarak İslamcılaşma bu denli rahat kurumsallaşamayacaktı. Tabii bu tabloda biz sosyalistlerin de yüzleşmek zorunda olduğumuz bir dizi eksiklik var. Ama bu bir başka sohbetin konusu olarak burada kalsın.

Bu toprakların tanıklık ettiği en demokratik anayasa

Ta Osmanlı döneminde başlayıp hâlâ sonuca bağlanamayan konularımızdan biri de Anayasa sorunu. “Yerelci, çoğulcu, özerklikçi (dolayısıyla milletin) 1921 Anayasası, güç dengelerinin tek elde toplanmasına bağlı olarak merkeziyetçi ve tek kimlikçi (Atatürk’ün) 1924 Anayasası’yla değiştirilecekti.” tespitiniz bu tartışmanın yüzyıl önceki yansıması. Bugün de gündemde olan anayasa tartışmalarını da göz önünde bulundurarak bu tartışmaların tarihsel benzerliklerine, farklılıklarına dair düşünceniz nedir?

1921 Anayasası, Bülent Tanör hocanın da belirlediği gibi, bu toprakların tanıklık ettiği en demokratik anayasa. Kuşkusuz bir önceki 1876 Anayasası’na oranla gayrimüslimleri dışarıda bırakmasıyla geri, keza 1960 Anayasası’na oranla sosyal ve bireysel hakları düzenlememiş olmasıyla eksik. Ama egemenliği ilk kez ve kayıtsız şartsız milletin ilan etmesiyle, keza 29 Ekim 1923 tarihindeki oldubitti eklemeye kadar devlete din biçmeyen niteliğiyle hem demokratik hem de laik bir anayasa. Dahası halkın bu egemenliği doğrudan kullanmasını öngörmesi, daha da önemlisi yerel yönetimleri muktedir ve özerk ilan edip bunu düzenlemesiyle, ilk kez devlete karşı toplumu ve toplumun çoğulculuğunu esas almasıyla devrimci karakterli bir anayasa. Şimdiye kadarki hiçbir anayasada bu özellikleri görmeyeceğiz. Tüm üyeleri Mustafa Kemal’in elemesinden geçerek belirlenecek olan İkinci Meclis döneminde ilan edilecek 1924 Anayasası ise herkesi “Türk” ilan ederek toplumsal çeşitliliğin asimilasyonunu başlatması, devleti toplum karşısında belirleyici kılıp devletin ülkesi ve milleti anlayışına ve bunun gereği merkeziyetçiliğe geri dönmesi, cumhurbaşkanını sultanların çoğundan bile daha muktedir kılmasıyla demokratik dayanakların tasfiyesinin anayasasıydı. Sermaye birikiminin demokrasiye değil modernleşmeye olan ihtiyacının anayasasıydı. Sosyal haklar konusu da hemen hemen hiç ele alınmamış, devletin sosyal ödevlerine yer verilmemiştir. Sendika, grev ve toplu pazarlık, toplu sözleşme gibi kolektif emekçi hakları tanınmamıştır. Sosyal güvenlik, iş hakkı, sağlık ve konut hakları gibi alanlarda da devlete düşen ödevlerden söz yoktur. Yani iddiaların aksine 1924 Anayasası bir ilerlemeyi değil, toplumun farklı sınıfsal çıkarları arasında sermayeden yana, yerel ile merkez arasında da merkezden yana, yani anti-sosyal, anti-demokratik bir düzen tercihiyle gerilemeyi temsil eder. Bu anlamda 1924 Anayasası, 1921’deki demokratik atılımın rövanşı, deyim uygunsa “thermidor”u, Türk-İslam egemenlik geleneğinin restorasyonudur. Dolayısıyla dün de bugün de bizim bu anayasal geleneğe karşı seçeneğimiz, 21 Anayasası’nın açtığı yoldan (başta sosyal haklar olmak üzere onun eksik bıraktıklarını tamamlayan) demokratik bir cumhuriyet anayasası olmak zorundadır. 100 yıllık gerçeklik bir burjuva düzen önermesi olan ulus devlet yerine, toplumsal hakları eksen alan, çok kimlikli, yerel yönetimci, sosyal, laik bir anayasa olmak zorundadır.

Cumhuriyet’in kurumsallaşması ve emek hakları

Kolektif emekçi haklarının tanınmaması demişken; yasaklanan 1 Mayıslar, grevler; “sosyal devlet”, “halkçılık” kavramlarının kullanılmasının bile anlamsızlaştığı ekonomik krizler… Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin çalışma yaşamına, ekonomideki siyasal tercihlerin tarihsel arka planına da bir ayna tutalım. Sizin “Cumhuriyet’in ilanı öncesi dönemin bir cumhuriyete daha yakın olması ironik bir durum oluşturuyor.” ifadenizden yola çıkarak soralım; emekçiler cumhuriyetle birlikte neler yaşadı?

Öncelikle hatırlayalım ki bizde cumhuriyet ilanı, bir cumhuriyette olması gerektiği gibi halkın hak ve özgürlüklerini, katılım ve dengeleme imkânlarını genişleten, yani insanı tebaalıktan vatandaşlık düzeyine yükselten düzenlemelerle belirlenmedi. Aksine kitabımda belgeleriyle gösterdiğim gibi, cumhuriyet ilanında yapılan 6 maddelik anayasa tadilatı, Mustafa Kemal’in Meclis karşısındaki siyasal güdücülüğünü anayasallaştıracak, Meclis’in önceki karar belirleyiciliğini elinden alıp bir onay mercii konumuna düşürecek, cumhurbaşkanının ölene kadar seçilebilmesini anayasallaştıracaktı. Üstüne üstlük, bir cumhuriyet değişiminin asla konusu olmaması gerektiği hâlde, bir de “devletin dini, din-i İslamdır” eklemesiyle gayrimüslimlere ve Alevilere parmak sallayan bir sürpriz değişim karşısında kalacaktık. İşte bu gerilemenin üzerinden 1 Mayıs ve diğer emek haklarının yasaklanması yoluna gidilecekti. Cumhuriyet kurumlaşması ile emek hakları ne acı ki ters orantılı gelişecektir. Düşünün ki işgal ve saltanat İstanbul’unda kullanılabilen sendikal haklar, grev, sınıfsal siyaset, sol yayın ve örgütlenme, 1 Mayıs kutlamak Cumhuriyet Türkiye’sinde yasaklanacaktır. Öyle ki Mussolini’nin ceza yasasından alınan maddelerle süreğenleştirilmek üzere bu uygulamanın meşrulaştırılması için Türkiye toplumu “sınıfsız imtiyazsız yekpare kütle” ilan edilecektir. Tabii emeğe karşı yasaklayıcı hassasiyetle donatılacak rejim, sermaye sınıfını Aferist politikalarla yoğun bir şekilde destekleyecekti. Yine kitapta kanıtlarıyla gösterdiğim gibi, 6 ilkede yer alan “halkçılık” da, 1920’deki Halkçılık programındaki gerçek halkçılıktan yapısal farklılıkla, sermaye eksenli “sınıfsızlık” iddiasının ifadesi kılınacaktı.

Öz kardeşlikten inkâra, Kürtler…

Cumhuriyetin yüz yılı boyunca çözülemeyen meselelerden biri de Kürt meselesi ve kitapta ayrıca ele aldığınız bir konu. Millî Mücadele döneminin söylem ve taahhütlerinin “eşit haklılıktan inkâra” evrilen dönüşümünü, “Cumhuriyet’in demokrasi imkânının zehirlenmesi açısından da kritik” olduğunu belirtiyorsunuz. Süreç bu açıdan nasıl şekillendi?

Erzurum Kongresi sonuç bildirgesi Kürtleri ve Türkleri kastederek “Saadet ve felakette tam ortaklığı kabul eder ve gelecek hakkında aynı amacı hedef alır. Bu sahada yaşayan bütün İslami unsurlar birbirlerine karşı karşılıklı bir fedakârlık hissiyle dolu, ırki ve toplumsal vaziyetine riayetkâr, öz kardeştirler.” der. Sivas Kongresi sonuç bildirgesinde yinelenen bu taahhüt, Amasya Protokolleri’nin ikincisinde, “Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı, Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi içine aldığı izah edildikten sonra, Kürtlerin serbest gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmalarının desteklendiği” belirtilir. Mustafa Kemal de, 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında, “… burada yüksek meclisinizi teşkil edenler yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan anasır-ı İslâmiyedir.” diyerek bu durumu yineler. Keza İsmet İnönü de, “Kürtler Millî Mücadele’nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler yurtsever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır. Millî davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye savunduk ve kabul ettirdik.” diyerek bu dönemin gerçekliğini belirtir. Ne var ki Lozan’da İngiltere ile sağlanan (Musul’u al Kürtleri Türkleştirmeme sessiz kal!) uzlaşmanın ardından Kürd’ün inkârı ve sorun hâline getirilmesi dönemi başlayacaktı. Nitekim 1924 Anayasası’nda bu inkâr resmileştirilecek, Takrir-i Sükûn, Şark Islahat Planı, İskân Kanunu vb. ile de bu sorunsallaştırma, inkâr, sürgün, Türkleştirme, tenkil yoluna uygulamaya geçirilecektir. Bu inkârı görmezden gelenler, sadece hak gaspını ve onu başarıya ulaştırmak üzere sürdürülen şiddeti meşrulaştırmakla kalmıyor, hukuktan ve vicdan yargımızı da elimizden alıp bizi başarısız bir aydınlanmaya asker yapmaya çalışıyor.

Kitapta Milli Mücadele yönetiminin, Güney Kürdistan’da İngilizlerle şiddetli çatışmalar yaşayan Kürtlere herhangi bir destekte bulunmadığı gibi sizin ifadenizle “en küçük bir protesto notası ilan etmekten bile imtina” edilmiştir. Sonrasında ise yapılan anlaşmayla Musul İngilizlere bırakılırken de Şeyh Sait İsyanı gerekçe gösterilerek yine Kürtleri İngiliz işbirlikçisi olarak anlatan bir tarih anlatımı bugüne kadar sürdü. Bu yüz yıllık emperyalizm karşıtlığı ve yandaşlığı manipülasyonunun tarihsel arka planında yatan nedenlere ilişkin neler söylenebilir?

Kürtlerin uğradığı en büyük iftiralardan biri 1925 ayaklanmasının İngiliz planı çerçevesinde gerçekleştiğidir ki, kitapta Şeyh Sait’i İngilizlere bağlayan manipülasyonun İngilizleri bile nasıl şaşırttığını, diplomatik iç yazışmalarından gösteriyorum. Bir diğer manipülasyon da Ankara’nın uyguladığı kırımın, feodal gericiliğe karşı medeniyet götürmek için yapıldığı iddiasıdır. Bunlar tabii hem Millî Mücadele döneminde Kürtlere verilen Türklerle eşitlik sözünün çiğnenmesini meşrulaştırmak, diğer yandan Kürdistan’a yönelik tahakküm planının gerçekte Türk-Sünni burjuvazi için genişleyen ve daimi bir pazar yaratma planının sonucu olduğu gerçeğini karartmaktır. Nitekim kitapta İngiliz gizli yazışmalarından, 1925 yargılamalarındaki mahkeme kararlarına ve tabii başta Şark Islahat Planı olmak üzere müfettiş raporlarındaki aktarımlarla, gerçek ile resmî iddiaların birbirinden tamamen farklı olduğunu gösteriyorum. Esasen konuya ilişkin pek çok raporla gösterdiğim bir diğer gerçek de Kürt politikasının amacıdır. Nitekim Genel Müfettiş Abidin Özmen’in diliyle, “tabiatın birçok varlıklar ve zenginliklerle doldurmuş olduğu bu bölgenin daima Türk vatanının öz ve ayrılmaz bir parçası olarak kalmasını temin”; keza, “Kürtler tamamıyla asimile edilerek cennet kadar güzel olan oturdukları ülke, Türk vatanının öz ve ayrılmaz bir parçası hâline getirilecektir.” sözleri bu gerçeğin gizli raporlardaki yansımasıdır.

Bu kitap benim fikri dönüşümümde de işlev gördü

Özel bir soruyla sohbetimizi tamlayalım. Bu kitap çalışmasının sizin fikri dönüşümünüze de yol açtığını belirtiyorsunuz. “…siyasal tarihin şekillenişinde Kemalizm’in, ‘ortamını kuşatan gericiliği gerileterek ülkeyi ileriye taşıdığı’ fikrine daha yakındım. (…) Ancak çalışmam ilerledikçe bu fikrim değişti.” diyorsunuz. Bu değişimi biraz anlatır mısınız?

Hepimiz aynı eğitim hızarından geçtik. Sosyalist mücadele içinde bunların kabalarından kendimizi kurtarsak da tüm etkilerinden arınmamız kolay değildi. Kabul edilmeli ki sosyalist hareketin tarihsel, siyasal yazını da bu konu üzerinde yeterli sorgulama ve tahkimatı yapmadı. Kendi adıma, bu kitaba çalışırken hem yöntemsel, sınıfsal bakış hem de olguların uyarılarıyla bu etkilerin hâlâ üzerimdeki pek çok etkisini görme ve değiştirme imkânı buldum. Çünkü olgular ekseninde ve Marksist bir neden sonuç irdelemeleri yaptıkça, üzerimizdeki bu etkilerle cebelleşmemiz kaçınılmaz. Bu anlamda bu kitap benim de fikri dönüşümüme, daha bütünsel, gerçekçi ve sosyalistçe bakmamı sağlayan bir işlev gördü. Tabii kararı sosyalist hareketin ortak aklı verecektir. Bu anlamda benim yaptığım, söz uygun düşerse, sosyalist mücadelenin ortak aklına, üzerinde daha derin çalışılmış bir tezler bütünü sunmaktır. Ama şunu da ekleyeyim ki, Cumhuriyetin kuruluşu ve nitelikleri konusunda ortak bir dil, sosyalist hareketin daha bütünlüklü bir tarihsel ve siyasal duruş oluşturmak, bugüne kadarkinin tersine burjuva ilericiliği üzerinde ideolojik bir hegemonya geliştirmek, dolayısıyla kendi bağımsız yolunda daha birleşik ve daha büyük bir güçle ilerlemek açısından kritik bir önem taşımaktadır.

Özel olarak belirtmek istediğiniz bir son söz var mı?

Kuruluşundan beri şovenizmin her türüne karşı Marksist katkı geliştiren bir dergi olarak Dilop’a teşekkür ediyorum.