Nar taneleri ve 99’luk tespih…

ŞEYHMUS DİKEN

Yaşı hayli ilerlemiş aksakallı dedeyi muhtemelen torunu olduğunu tahmin ettiğim gençle sergi salonundaki 99 Sürgün Portreleri sergisinde fark ettim. El ele tutuşmuşlardı. Diğer elinde, dedenin zaman zaman destek aldığı gopalı vardı. Gopalin tornada çıkmış bir hâli yoktu. İğde ya da gül ağacından yapıldığı, budaklarının belirgin çıkıntılarından belliydi. Gopalle birlikte bir de 99’luk tespih vardı elinde.

1922 ile 1926 yılları arasında İstanbul’dan gemiyle Fransa’nın Marsilya limanına inen gemiden, ellerinde Fransız hükümetinin belgelediği vize ile yeni bir ülkeye giriş yapan Anadolu ve Mezopotamya Ermenilerinden 99’unun portrelerinden oluşan sergiye gelmişlerdi. Muhtemelen torunu getirmişti dedeyi. Ama dedenin de fotoğraflara bakarken ilgili olduğu pek belirgindi.

Fotoğraflarda sürgünlerin hemen hepsinin şaşkınlık ve tedirginlikle gözleri apaçıktı. Giyim ve kuşamlarından hayli yıprandıkları ve yoksul düştükleri her hallerinden belliydi. Uzakta ve muhtemelen artık onların olamayacağı belli ülkelerini, “başkalarına” bırakarak, ölülerini gömmeye dahi vakit bulamayıp kaçıp göçmek zorunda kalmışlardı uzak Avrupa ülkesine…

Arkalarından ne bir tas su dökenleri, ne mendil sallayanları, ne el sallayanları, ne de güle güle diyenleri olmuştu. Çaresiz ve umarsızdılar. Can havliyle yaban ellere sığınmışlardı. İşte, 99 Sürgün portreleri onları anlatıyordu.

Narlar, hoyrat ellerce derlenince…

Dede, altlarında Avedis Alipınaryan, Kalust Mihranyan, Nışan Bakalyan ve Aznif Bakalyan yazan ve hemen bitişiğinde doğum tarihleri ile birlikte Diyarbekir kaydı düşülen, Fransız göç ve iskân dairesinin çektiği, hiçbirinin yüzünün gülmediği portrelere dakikalarca baktı.

Salona girdiklerinden beri gözümü onlardan alamamış ve dede konuşurken kulak misafiri olmuştum. Kısık sesiyle şöyle diyordu torununa:

“Çok, ama çok uzun yıllar oldu diyeyim, narlar hoyrat ellerce derleneli. Benim gibi yaşı kemale ermiş olanların anlatılardan ve yaşadıklarımızdan arta kalanlardır artık izler. Biz Kürtlerin “berferat” dediğimiz Siverek’in Fırat nehri kıyısındaki Qetîn köyünden mi, yoksa Şirvan’ın Botan çayı yakınındaki Zivzik köyünden mi diyeyim, koparılmış nar gibiydiler. Hafızamın bir yerlerinde saklı kalalı çok oldu.Koca ve upuzun kafileler halinde yürüyorlardı. Yolsuz, izsiz, uçurum ve nehirlerin yamacından geçip gidiyorlardı. Yollarda kalıyordu ciğerpareleri; kimisi bir kaya kovuğunda, kimisi kuru dere yatağında, kimilerinin de cesetleri uçurum diplerinde savrulmuş, kurda kuşa, yırtıcı hayvanlara yem oluyordu.

Ulu orta ve dünya âlemin gözleri önünde orta yere çalınmış ve her bir tanesi ortalığa dağılmış, ayaklar altında çatırdayarak ezilen kızıl kıyamet nar taneleri misali…

 Bak elimdeki şu kuka  ağacından yapılma doksandokuzluk tespihe. Yüz değil doksandokuzdur sayısı. Allahın adlarının tekrarıdır doksandokuz. Gün gördüm, devran geçirdim. Yaşamadıklarımı da büyüklerimden, ata dedelerimden işittim. Dünya âlem biliyor ya; ‘Allah içindir demiş, gâvurun malı da, katli de helal ve vacip diye de eklemişler.’

‘Her Elhamdülillah, Allhuekber derken…’

Meğerse Allah için değilmiş… Kanımızdan, canımızdan bildiğimiz can ciğer komşularımızdı onlar. İşte belki bu fotoğraflardaki Avedis, Kalust, Aznif ve diğerleri. Nar taneleri gibi ezilip, kaybedilip dağıldı, yok edildiler.

Meğerse Allah için değilmiş… Allah günahlarımızı ve suçlarımızı affetsin. Ne suçları, ne günahları vardı ki bu ciranlarımızın. Şimdi elimde doksandokuzluk tespih; her Süphanallah, her Elhamdülillah, her Allhuekber, her la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehul mülku ve lehul hamdu ve huve ala kulli şey’in kadir, derken, kendi günahlarımız nedeniyle kırdırılan soyların affını diliyorum…”

Bunları dedi ve sonra da gözleri dolmuş, sözleri tükenmiş, bakışları donuklaşmış bir halde tekrar torunuyla salonun granit zeminine gopalini usulca ve ritmik aralıklarla dokundurmaya başlayıp uzaklaştı. Gopalin tak, tak, tak sesleri ile tespihin şak, şak, şak sesleri kalmıştı geride sanki. Bir de dedenin kelâmı. Bizleri ardında bırakıp gitti. Aynı günün akşamı, televizyon ekranlarında bir muktedir diyordu ki; “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi, Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir…”

Şubat 2018, Diyarbekir