Nurcan Baysal
Her öğlen yaptığım gibi bu öğlen de Sur dibindeki büromdan çıkıp, Sur’a doğru uzanıyorum. Dağkapı’dan itibaren hareketlilik başlıyor. Sur’un ana caddesi Gazi Caddesi her zamanki gibi kalabalık.
2 yıl öncesi yine düşüyor aklıma. Tam da 2 yıl önce bugünlerde, Şubat’ın ilk haftalarında Sur bodrumlarında 150’den fazla insanının sığındığını öğrenmiştik. Tam da 2 yıl önce şu günlerde Dağkapı dâhil Sur’a giriş çıkış yasaktı. Tam da 2 yıl önce şu günlerde şehrim bombardıman altındaydı. Sur’u çevreleyen bariyerlerin yanına kadar gelip, basın açıklamaları yapmaya çalışıyor ve bodrumlara sığınan insanların durumuna dikkat çekmeye çalışıyorduk.
Dicle-Fırat Kültür Merkezinde, bodrumlarda evlatları olan ailelerle oturuyorduk. Elimizde telefon, içerdekilerden bir ses, bir nefes bekliyorduk. Gelen her sesi kaydediyor, kamuoyunu bilgilendiriyor, Valilik ile görüşerek, bodrumlardaki insanların sağ-salim çıkması için bir yaşam koridoru açılmasını talep ediyorduk.
2 yıl mı geçti bunların üzerinden? Bazen dün gibi geliyor, bazen ise bin yıl geçmiş gibi…
Gazi Caddesinden ara sokaklara doğru giriyorum. Caddenin solundan hemen 100 metre içlere girildiğinde yasaklı alan başlıyor. Çoğu insan artık farkında bile değil, Sur’un 6 mahallesinde sokağa çıkma yasağı 3. yılında, hala devam ediyor. Yasağın başladığı alana geliyorum, polis barikatları var. Sağa sola bakıyorum, polisler görünmüyor, polis barikatını yavaşça kenara çekip yasaklı alana giriyorum.
Alana girer girmez bir yazıyla karşılaşıyorum. Duvarda “Bozkurtlar sokağı” yazılmış. Bir zamanlar dar küçeler ve kalabalık mahallelerin bulunduğu alan koca bir düzlük. Hala yıkılmamış bazı evler de var. Bu düzlüğün içerisinde birkaç tane yeni ev de yükseliyor. Daha çok villaya benzeyen bu gösterişli evler, bir kısmı bazalt kaplama olsa da Diyarbakır mimarisi ile örtüşmüyor. 2 yıl önce İsa Oran ve Mesut Seviktek’in cenazelerin 29 gün bahçesinde, yerde kaldığı Yavuz Sultan Selim okuluna doğru ürkerek hızla yürüyorum.[1] Polisler görürse ne diyeceğimi düşünüyorum bir yandan da. “Evimiz buradaydı, yıkıldı, bir görmek istedim” diyebilirim belki. Gerçi yalan da sayılmaz. Babamın manav dükkânı, barikatlardan sonra hemen 100 metre ötemde. Şehitlik-Sur arasında büyüdüm sayılır. Her öğlen babama sefer tasında yemek getirir, yemeği teslim ettikten sonra Sur’un dar küçelerine[2] dalardım. İki kolumu açar, bu dar küçelerin duvarlarına uzatırdım. Eğer ellerim değerse duvarlara büyüdüğümü anlardım. Yaşasın, yaşasın!
Şimdi ise artık ne bir küçe, ne de bir duvar var. Okulu yıkmamışlar, onarıyorlar. Etrafta kimse yok. Hızla okulun bahçesine doğru yürüyorum. Üzerinden 2 yıl geçmesine rağmen bu bahçede hala bir cenaze var. Sur’da 2016 Ocak ayında öldürülen Hakan Arslan isimli bir gencin cenazesi bu. Erzurum Karayazı ilçesine bağlı Çavuşköy’de oturan baba Ali Rıza Arslan ile geçen ay görüşmüştüm. 2 yıldır oğullarının cenazesi aileye teslim edilmiyor.[3] Hakan’ın cenazesi bu bahçede bir yerde olmalı. Etrafa hızla bakınırken, uzakta evlerin inşaatında çalışan bir işçi beni görüyor o esnada. Özel timlere haber vereceği endişesiyle hızla bariyerlere doğru yürüyorum. O esnada alanda benim gibi dolaşan 2 küçük çocuk görüyorum. Yanlarına gidiyorum. Evleri, mahalleleri eskiden buradaymış, şimdi boş, düz tarlaya çevrilmiş mahallelerine bakıyorlar. Azad ve Jiyan’ı yanıma alıyorum, “buradan çıkmalısınız, tehlikeli” diyorum. Onlara yıllardır Bölgenin birçok yerinde verdiğimiz mayın ve savaş atığı eğitimlerinden aklımda kalan bilgileri anlatıyorum. “Azad, Jiyan. Beni iyi dinleyin: Renkli konserve kutusu gibi görünen şeylere dokunmayın. Bunlar tehlikeli madde olabilirler. Ağaçlara takılmış metal parçalarına ellemeyin. Daha önce hiç görmediğiniz yabancı cisimlere dokunmayın. Sakın oyuncak sanıp elinize almayın. Bunlar patlayıcı olabilirler. Burada patlayıcı atıkları kalmış olabilir. Bu alandan benimle çıkacaksınız” diyorum. Sonunda fotoğraflarını çekmem ve face’ten onlara ulaştırmam karşılığında kabul ediyorlar. 2 çocuğu alıp hızla yasaklı alandan çıkıyorum.
Azad ve Jiyan’ı yeni mahallelerinde bırakıp, hayatın hızla aktığı Sur’un hanlarına, kafelerine, dükkânlarına doğru ilerliyorum. Bu kafelerde, hanlarda, dükkânlarda yıkıma rağmen, ayakta kalmaya, hayata tutunmaya çalışan insanlara bakıyorum. Bir genç bir duvara resim yapıyor, bir esnaf dükkânının camını siliyor, demirci demiri dövüyor… 100 yıldır yaşanan yıkımlara, sürgünlere, zorunlu göçlere rağmen, bu halk her seferinde evini, aşını, köyünü, kentini yeniden kuruyor. Kürtlerin ayakta kalma çabasına, yaşam mücadelesine bir kez daha hayran kalıyorum.
Yasak, yıkım, hayat, mücadele, Sur’da hepsi iç içe…
[1] http://t24.com.tr/yazarlar/nurcan-baysal/yil-2016-turkiye-bir-cenaze-hikayesi,13725
[2] sokak
[3] http://t24.com.tr/yazarlar/nurcan-baysal/bir-avuc-topragin-kurtlere-cok-gorundugu-gunler,18797