Nurcan Baysal • Seîd Veroj • Abdurrahman Gök
Moderatör: Vecdi Erbay

22 Nisan 1898’de Kahire’de yayınlanan ‘Kurdistan’ gazetesiyle birlikte başlayan 120 yıllık serüven… Politik baskılar, sürgünler vb. koşullarda envai çeşit mağduriyetle sınanarak süre gelen soluk soluğa bir imtihan…
İktidarların her daim kapanmaya hazır ‘özgürlük’ parantezlerinde, ağırlık merkezi siyaset ile edebiyat-kültür arasında gidip gelen, çoğu zaman egemeninin diliyle seslenmek zorunda kalan Kürt basınının dünü ve bugününü irdelemeye çalıştık…
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin Kürt basınına yansıyan farklı özgünlükleri nelerdir?
‘Kürt basını esasında sürgün orjinlidir’ tezi ne ölçüde geçerlidir?
Kürt gazetecileri ve basın kadrolarında ulusal bilincin oluşma süreci…
Esas olarak Kürtçenin kullanımı bağlamında; Kürt basınında dil ve alfabe sorunları…

“Kürt edebiyatı sürgün edebiyatıdır” yaygın kabul görmüş bir deyimdir. Kürdistan gazetesinin Mısır’da çıkmış olmasından yola çıkarak Kürt medyası için de bir sürgün medyasıdır diyebilir miyiz?
Nurcan Baysal: Tabi ki bir sürgünde Kürt medyası var ama tek başına Kürt medyası sürgün medyadır denilemez. Sürgünde bir Kürt medyası olmakla beraber burada da bir Kürt medyası var. Özgür medya geleneği var. Burada mücadele eden bir dolu insan var. Dışarıdaki sürgün medya ile burayı kıyasladığımda ciddi farklar görüyorum. Bir kere burada yaşayıp, burada haber yapıp mücadele etmenin hem kıymeti daha fazla hem de tabi Bölgenin ruh halini yansıtması açısından da daha anlamlı. Evet, Kürt medyası sürgünde kurulmuş olabilir ama burada da bir Kürt medyası geleneği var artık.
Seîd Veroj: İlk çıkan gazete Kürdistan gazetesi(1898) ve Mısır’da çıktı. Gazetenin çıkış serüveni şöyle: Gazete İstanbul’dan yayın yapmak istiyor, evrakları da veriyor, başvuruda bulunuyor. Abdülhamit dönemi ve Kürdistan isimli bir gazetenin çıkmasını kabul etmiyorlar. O zaman da Mısır İngilizlerin himayesinde olduğu için, baskılardan dolayı tutunamayanların başvurduğu ikinci adres oluyor. Kürdistan gazetesi de bu vesileyle Mısır’da çıkıyor. Bu sürgün medyası mıdır? Aslında imparatorluk dönemi medyasıyla, ulus dönemi medyasını ayırt etmek gerekiyor. İmparatorluk dönemi ulus değildi, farklı milliyetler bir arada yaşıyordu. İmparatorluk dönemi sürgünden çok metropol özelliği olmasından dolayı İstanbul’da başladı ama orayla sınırlı kalmadı. Mısır’da başladı ama Abdülhamid’in ajanları Kürt medyasına burada da rahat vermediler. Dolaylı baskıyla Kürdistan gazetesi 6. sayıdan sonra Cenevre’ye göç etmek zorunda kaldı. 24. sayıya kadar Cenevre’de yayın yaptı ve tekrar Mısır’a göç etmek zorunda kaldı. 25. sayı Londra’da çıktı, 30. sayıya kadar devam etti. Tüm bunları göz önünde bulundurduğum zaman, imparatorluk döneminde baskı vardı. Mısır’da çıkan Kürdistan gazetesinin Kürdistan’a girişi engelleniyordu. Kimin elinde gazete bulunursa yakalanıp sorgulanıyordu. Doğuşundan beri Kürt medyası üzerinde bir baskı var. Medya modern dönemin bir aracı ve Kürt medyası, Kürt ulusal bilincinden farklı bir faaliyet değildir. Bu da onları ürkütüyordu ve gelişmesini istemediler. Sürgünde de medya faaliyeti olmuştur, ama hangi dönem sürgün medyası, onu değerlendirmek gerekiyor. 1923 sonrası, Türkiye Cumhuriyeti devleti ulus devlet inşa etme sürecine girdikten sonra, Kürtleri dışlayan politikasından dolayı dışarıya taşınan medya bir sürgün medyasıdır. Diyarbakır’da 1900’lü yılların başına kadar devlet matbaasının dışında basım yapılacak bir alan yoktu. Matbaa devletin elinde ve o da basmıyor. Mesela Siverek Müftüsü Osman Efendi Babij o zaman Zazaca hazırladığı bir mevlüdü yolluyor yayınlanması için, yayınlamıyorlar. 1900’den sonra meşrutiyet dönemi kısmi bir serbestlik getirdi. Kısmi diyorum çünkü Kürdistan’ın faaliyetlerine hiçbir zaman tam serbestlik gelmedi. Osmanlı döneminden bugüne serbestlik, özgürlük dönemi diye tarif edilen ortamlarda belli bir kesime belirli bir aşamaya kadar özgürlük vardı. Meşrutiyeti Kürtler önemli kesimleriyle destekledi ama Meşrutiyet kısa bir dönem sonra Kürtlere yönelik gerçek yüzünü ortaya koydu. İlk öldürülen gazeteci Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi oldu. İttihatçılar tarafından 1909’da öldürüldü.
Serbesti, 1908’de yayına başladı, kesintiye uğrasa da 1922’ye kadar ara vermeden devam etmiş ilk günlük gazetedir. Serbesti gazetesi 1918’de yeniden yayına başladığında, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin yayını olarak başlıyor. Âdem-i merkezi ve istibdat karşıtı çizgide yayın yaptığı 1908’de de hedefti ve ondan dolayı Hasan Fehmi öldürüldü. Bundan sonra başka gazeteler de çıktı ve hepsinin ömrü de kısa oldu, çoğu 1 yıl sonra kapatılıyor. Bu döneme iki yönden bakmak gerekiyor; örgütlü Kürt basını ve bir de bireysel olarak yayın yapan gazeteler vardı. Bireysel yayıncılık gelişecek zemin bulamazken, o dönem örgütlü olan yani belli örgütlere bağlı çıkan gazeteler daha uzun süreli olmuş ama buna rağmen kısa sürede kapatılmışlar. Kürdistan gazetesinin arkasında örgütlü bir güç yoktu. Bedirxanîler’in girişimiyle çıkan bir gazete. 1908’e geldiğimizde Kürt Teavün Terakki Gazetesi örgütlü bir çalışmanın ürünü olarak yayına başlıyor. Serbesti ise ilk etapta bir örgütsel yapıya bağlı değildir. Cemiyet 1910’da Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi yayınından dolayı kapatılıyor.
1912’de Kürd Talebe-i Hêvî Cemiyeti kuruluyor, bu örgüte bağlı olarak 1913’te Rojî Kurd gazetesi yayımlanıyor, Rojî Kurd dört sayı yayımlanabiliyor ve baskılardan dolayı kapatılıyor. Onun yerine Hetawî Kurd (Kürt Güneşi) adında bir dergi çıkarıyorlar, elimizdeki sayılar 10. sayıya kadar. 10. sayının tarihi 15 Temmuz 1914. 15 Temmuz 1914’te de Birinci Dünya Savaşı başlıyor, bu 4 yıllık Savaş sürecinde Kürt medyasının susturulduğu, sessizliğe gömüldüğü ve kadrolarının cepheye gönderildiği bir dönem. O dönemde 1918’e kadar yazan çizen birçok Kürt genci cepheye gönderildi.
1918’e gelindiğinde çıkan gazetelere baktığımızda tamamen örgütlü bir faaliyetin ürünüdür. Tabi 1918’de çıkan Şark ve Kürdistan diye bir gazete var. Görünürde arkasında bir örgüt yok ama düşünceler doğucu eğilimde, batı karşıtı bir çizgide. Kürdistan Teali Cemiyeti faaliyete başladıktan sonra Kürt gazetecilerin siyasetçi olarak da karşımıza çıktığını görüyoruz. Mevlanzade Rıfat bu dönemde ilk legal Kürt partisini Radikal Avam Fırkası adı altında kuruyor. 1918’de Kürdistan Teali Cemiyeti ile yaptıkları görüşmede diyorlar ki ‘Zaten bir avucuz, gücümüzü yitirdik, elimizdeki kadroları bir araya getirip ortak hareket edelim.’ Ve Kürdistan Teali Cemiyet’ine katılıyorlar. Bu dönemde Mevlanzade Rıfat’ın öncülüğünde ve Kürdistan Teali Cemiyeti’ne bağlı bir yayın olarak Serbesti gazetesi tekrar yayına başlıyor. Bu dönemde ağırlıklı olarak Kürdistan Teali Cemiyeti’ne yakın ya da İttihat Terakki’ye muhalif olan kesimlerin yazdığını görüyoruz. Cemiyet bunun yanı sıra Jîn diye bir dergi de çıkarıyor. Jîn’in yanında Bedirxanîler’in Kürdistan dergisinden (gazetesinden) ayrı olarak, Mehmed Mihri Hilav’ın imtiyaz sahipliğinde Kürdistan diye bir dergi daha çıkarıyorlar. Bu 3 yayın organı, 1920’nin ortalarında cemiyette bölünme başlayıncaya kadar devam ediyor, bölünmeden sonra yayın organlarında da bir yavaşlama görülüyor. Bu vesileyle tek tek kapanmaya başlıyorlar. Serbesti’nin 770 sayısı vardır. Kürtlerin hiç üzerinde durmadığı, çalışma yapmadığı bir gazete ve biz Kürtler Serbesti’yi bugün bile incelememişiz. Benim çalışmam dışında Kürtlerin Serbesti’yle ilgili birkaç makale yazmak dışında yaptığı bir çalışma yok.
İstanbul, Ankara hükümetinin himayesine girdiğinde Kürt yayın organlarında yazıp çizenler, Kemalist rejimin eline düşmemek için İstanbul’u terk etmeye başlıyorlar. Bunlardan Serbesti Gazetesi’nin son dönem yardımcı editörü olan Celadet Bedirxan, 22 Eylül 1922’de en son İstanbul’u terk eden kadrolardan biridir. Cumhuriyete kadar olan bu dönemi Kürt medyasının başlangıcı veya ilk dönemi olarak görüyorum.
Birinci dünya savaşına katılan gazeteciler gönüllü mü gitti?

Seîd Veroj: 1. Dünya Savaşı’na kadar İstanbul’da Kürt hareketinin ideolojik çerçevesine baktığımız zaman Osmanlıcılık, İslamcılık ağırlıklı bir taraftır. Mesela Celadet Kamuran kardeşler politize olmuş bir aileden geliyorlar ve gönüllü olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılıyorlar. İmparatorluğun İslamiyet’le özdeşleştirilmesi, savaşın gayri İslam devletlerle çarpışması şeklinde gündemleştirilip propaganda kapılmasından dolayı, kanımca önemli bir kesim isteğiyle savaşa katılıyor. O dönem yazan çizen kadroların anılarında bunu görüyoruz. Bu kadrolarda ulus bilincinin daha berrak bir şekilde bilince çıkması, 1. Dünya Savaşı’ndaki tecrübe ve deneyimden sonra oluyor. 1918’e kadarki ulusalcılığı kültürel bir ulusalcılık olarak değerlendirebiliriz. Sonrasında önüne siyasi bir hedef koyuyor. Hatta Mevlanzade Rıfat’ın kendisi 1913’e kadar Osmanlıcı. Merkezi bir Osmanlı değil, adem-i merkezi savunuyor. Kendi bünyesindeki diğer milletlere özerklik tanımış bir sistem. Rojî Kurd’de Abdullah Cevdet, Mevlanzade Rıfat’a ‘Bir Kürt genci, Osmanlı’nın kaymakamlığını yapmaktansa, Kürdistan’ın bir köyüne gidip öğretmenlik yapmayı tercih etmeli’ diyor. Mevlanzade Rıfat da ‘Tamam, gitmeli ama biz bu gençleri Kürdistan’a gönderdiğimizde önlerine siyasi bir program koymalıyız. Ermenilerin yaptığı çalışmaları kendimize örnek alalım. Siyasi bir program koymadan Kürdistan’a gönderirsek ne yapacaklar?’ Böyle bir tartışma başlıyor ve Mevlanzade Rıfat diyor ki ‘Kürtlerin kendi geleceğini belirleme hakkı vardır, bu çerçevede Kürtler çalışmalıdır. Bu çerçevede baktığımızda Mevlanzade gazetecidir, yazardır, diplomattır. Mevlanzade Rıfat diplomatik birçok görüşmeye katılmıştır. Dolayısıyla o dönemin gazeteciliği sadece gazetecilik değil, bu dönem de olduğu gibi. Aynı zamanda siyasidir, diplomatiktir, kavga ve mücadeledir. Bu dönemin Kürt medyası da Kürt ulus bilincinin bir ürünüdür. Kürt ulusalcılığı bu medya üzerinden gelişiyor. Bütün dünyada olduğu gibi Kürt edebiyatı da medyanın gelişmesiyle daha geniş bir kesime yayılıyor. Aynı zamanda Kürt medyası, Kürt edebiyatının gelişimi için de yeni bir yol olmuştur.
Vecdi Erbay: Abdurrahman, sen ne dersin, geçmişte de seninle bir programda Kürt medyasını konuşmuştuk. O zaman sürgün demiş miydik hatırlamıyorum ama sen nasıl değerlendirirsin?
Abdurrahman Gök: Sürgün zorunlu bir sürgündür, bir tercih değildir. Hocamın belirttiği bu bölgede matbaaların etkisi vardır ama siyasal baskının da ciddi bir etkisi vardır. Zaten Mısır Kahire’nin tercih edilmesinin nedeni de Osmanlı’nın orada hükmünün büyük bir kısmını yitirmesidir. Ama yeri geliyor Abdülhamid Mısır paşasının üzerindeki etkisini biraz daha arttırdığında gazeteyi tekrar taşımak zorunda kalıyor. Bu gidiş gelişler baskıdan kaynaklıdır. Bunlarla değerlendirdiğimizde, Kürdistan’ın dışında zorunlu hallerden kaynaklı çıktığı için evet, Kürdistan gazetesinin sürgünde tohumunun atıldığını düşünüyorum. Sürgünde Kürdistan gazetesi çıktığında, ilk sayısında amacı anlatılırken, haber yapmaktan ziyade haber vermekten bahsedilir, yani dünyadaki bütün gelişmelerden. Çünkü Osmanlı gibi bir imparatorluk gücünü yitirmiş, her gün bir parçası kopuyor. Onun dışında dünyada da ciddi gelişmeler var. 1. Dünya Savaşı’na giden bir süreç ve bu sürecin tamamından bihaber Kürtler var. Kürtlerin haberdar edilmesi amacı var. Özellikle Kürdistan’da yaşayan Kürtlerde ve büyük metropoldekilerde büyük bir heyecan yaratıyor. Mesela gazete ilk çıktığında okurlardan bir etkileşim alabilmek için mektup da istiyor. Birçok yerde okurlar gazeteye mektup yolluyorlar. Şam’dan giden ve yayınlanan mektup var ve orada; bu sayıyı aldıklarını, çok memnun olduklarını, bu çalışmayı okuduktan sonra hamallık gibi kendilerine yakışmayan meslekleri yapmayacaklarını, okumaya yöneleceklerini söylerler. Yine başka sayısında Adana’ya ulaşan gazetenin oradaki hamalların eline ulaştığını ve bunların gazeteyi topluca okuyup bir teşekkür mektubu yazdığını biliyoruz. Bu mektuba yanıt da veriliyor. Diyorlar ki; Biz bu mektubu Adana’da yaşayan 15 bin hamalın oluşturduğu birlik adına yazıyoruz. Bizim sorunlarımız var ve bu sorunların da gazetede yer bulmasını istiyoruz. Bundan sonra çıkacak olan sayılardan da her defasında kendilerine 50 adet gönderilmesini istediklerini anlatıyorlar. Yani ciddi bir bilgiye açlığın olduğunu da görebiliyoruz. Hocamın bahsettiği çıkan bütün yayınların hepsinde bilgi verme ve bilinçlendirme vardır. Bu, çok önemli. Bir ulusal bilinç oluşturma ve Kürdü Kürt’ten haberdar etme hali var aslında. 3 tehlikeden ve onu yok edecek 3 cevherden bahsedilir. Bunlardan bir tanesi cahilliktir, bir tanesi bilinçsizliktir, bir diğeri de birlik olamamaktır. Bediüzzaman’a Abdülhamid birçok makam mevki teklif ediyor, kendisi ise Kürdistan’da Kürt gençlerinin faydalanabileceği bir üniversite istiyor. Abdülhamid’in buna verdiği yanıt ise ‘Gel burada aynısını yap’. ‘Hayır, burada bunu yapmaktansa Kürt dağlarında Kürt gençlerinin eğitimine katkıda bulunurum’ diyor. Kürt medyasının başlangıç dönemi aslında bir uyanış dönemidir. Bunun tamamı sürgünde yaşanmış. O dönem parasının yettiği oranda, çok iyi olmayan bir matbaa alıyor Halep’te Hüseyin Hüsni Mukriyani. Ama Kürtçe o zamanlar Arap alfabesiyle yazılıyor ve Kürtçeyi karşılamadığını fark ediyor. Olmayan harfleri kendisi tahtadan oyarak yapıyor. Mem û Zîn’i bu şekilde basıyor. Mem û Zîn bu şekilde ilk olarak Halep’te basılıyor. Bunlar basınla uğraşan, ya da yeni mesleğe başlayanların öğrenmesi gereken şeyler. 2004’ten beri Kürt medyasının içindeyim. Irak’a, Rojava’ya, İran’a da gittim ama şu çok önemli; birçok yeni başlayan arkadaşımız bu bilgilerden habersiz. O yüzden bizler zaman zaman çeşitli eğitimler veriyoruz ve ilk ders olarak Kürt basın tarihini anlatıyoruz.

Cumhuriyet dönemini de biraz konuşalım, bundan sonra başka türlü bir milliyetçilik başlıyor, bu nasıl etkiliyor Kürt medyasını?
Abdurrahman Gök: Kürt basını tamamen yasaklanıyor. Hiç yok neredeyse ama şöyle bir durum var, yine sürgün karşımıza çıkıyor. Yani Riya Teze’nin Sovyetler Birliği’nde çıkması. Türkiye ile sorun yaşadığı dönemlerde Riya Teze’yi engelliyor ama sorun yaşamadığı dönemlerde yayınını devam ettiriyor. En uzun süreli Kürt gazetesidir. 2000’li yıllara kadar yayınlanıyor. Kiril alfabesiyle çıkmıştır. Bunun yanı sıra Türkiye’de yayıncılığın olmadığı yıllarda, yine Bedirhan ailesinin buradan kaçmak zorunda kalan Kürt aydınlarıyla beraber çıkardığı dergiler var.
Vecdi Erbay: Gazetecilik Cumhuriyetle aslında bitmiyor yine dışarıda devam ediyor…
Seîd Veroj: Aslında bu parçalanmışlık başka bir dinamizmi de getiriyor. Cumhuriyetle beraber susturulan Kürt medyası 1919’da Güney Kürdistan’da Bangî Heq, Ummîdî Îstiqlal, Pêşkeftin, Rojî Kurdistan, Zarê Kurmancî, gibi birçok yayın çıkarıyor. Bu gazetelerin birçoğu Soranice olduğu için içeriğiyle ilgili çok fazla bilgiye sahip değiliz. Bir dergisinde Kürdoloji sayısı yapmıştık ve bu gazetelerin her birinden birkaç sayının içindekiler kısmıyla birlikte yayınlamıştık. Batı Kürdistan’a giden Kürtler siyaseti de oraya taşıdı. Şeyh Sait’le yenilgi alan -ki söylem olarak bu da bir yanıltmacadır aslında- 1925’teki hareketin arkasında Kürdistan İstiklal Komitesi diye bir örgüt vardır. Devlet bilerek, biz Kürtler de bilinçsiz bir şekilde bu örgütü hep yok sayarak Şeyh Sait hareketi dedik. Bu örgüt 1922’de Erzurum’da kuruluyor. Yenilgiden sonra Suriye’ye taşındıktan sonra aynı kadroların 1927’de oluşturduğu Xoybûn Örgütü karşımıza çıkıyor. Ne zaman ki Kürtler siyaseten yenilgiye uğramış, bakıyoruz ki kültürel faaliyetlerde daha aktif olarak ortaya çıkmış. Yani yine amaçtan vazgeçme olmamış. Celadet Bedirxan’ın başını çektiği bu kadronun önemli bir kesimi 1932’te Hawar’ı yayınlamaya başladı. Hawar, Latin alfabesiyle yayın yapan, Celadet Bedirhan’ın oluşturduğu alfabenin de denendiği çok önemli bir yayındır. Hawar 1944’e kadar aralıklarla yayınını sürdürüyor. Roja Welat çıkıyor, Ronahî çıkıyor. O dönemde yine bunların dışında siyasi grupların çıkardığı yayınlar vardır. Güney Kürdistan’da da 1940’lara kadar bu yayınlar aralıklarla faaliyetlerini sürdürüyor. 2. Dünya Savaşı’nda Doğu Kürdistan’da Kürdistan adıyla yine bir gazete karşımıza çıkıyor. Kürdistan, Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin resmi yayın organıdır. Onun yanında kadın dergisi, çocuk dergisi çıkıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan 1950’li yıllara kadar yine bir sessizlik vardır. Ne zaman siyaset canlanmış medya da daha aktif bir hale gelmiştir.
Vecdi Erbay: Peki diğer parçalarda çıkan yayınlar bu tarafa gelebiliyor muydu?
Seîd Veroj: 1960’lı yıllarda Ankara’da, İstanbul’da okuyan Güney Kürdistan’dan gelen öğrenciler var. Oralarda çıkan bu yayınlar bir şekilde geliyor. Kaçakçıların getirdiği de oluyor, yani tam anlamıyla bir kopuş yok ama böyle zor koşullarda gidiş geliş oluyor.
70’li yıllarda Tirêj dergisi çıkıyor. Bu dönemin önemli şairleri ilk şiirlerini orada yayınlıyorlar. Berken Bereh, Arjen Ari gibi…
Abdurrahman Gök: Aslında o dönem çıkan yayınların büyük bir kısmı dergi şeklindedir ve bu üniversite öğrencilerinin çevresinde şekillenmektedir. Siverek diye bir dergi de var. Sanat bu dönemde öğrencilerin de bilinçlenmesiyle birlikte politik bir hal alıyor. Yayınların hepsinde bunu görüyoruz ve neredeyse her ilçenin bile dergisi olduğunu görüyoruz. Kimisi 1 sayı çıkıyor. Bir bilinçlendirme çalışması var. Bu da çok uzun sürmüyor. 60 ve 70 darbesi gerçekleşiyor, her darbeden sonra esas darbeyi yiyen Kürtler oluyor. Bununla birlikte çıkardığı yayınlar mutlaka oluyor ama o da çok uzun sürmüyor.
Seîd Veroj: Bu dönem birçok kadro Kürdistan’ın her tarafında folklorik derlemeler gibi birçok çalışma yapıyor. Belli bir yayın organı yok ama diyelim Türk medyasının Kürt medyasından ayrılması ulusal bilincin örgütlenmesi sorunuyla başlıyor. 1965’te Kürdistan Demokrat Partisi kuruluyor. O dönem de tesadüf değildir. Solun gündemine, ayrı örgütlenme mi birlikte örgütlenme mi, sorununu taşımasının bir nedeni de buydu. Onlar TİP’i alternatif olarak sunuyorlardı ama TİP’e alternatif olarak da Kürdistan Demokrat Parti’si kuruluyor. Bütün bu siyasi faaliyetler medya faaliyetleri üzerine de etki ediyor. 1970 sonrasındaki sürece geldiğimizde, 80’e kadar dergilerin, gazetelerin hepsinin siyasi odaklı olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Roja Welat gibi Özgürlük Grubu’nun yayınladığı gazete önemli bir kilometre taşıdır, denemedir. Bu yayınların o dönemki medyaya bakışıyla bu dönemki bakışı aynı değil. 80’e kadar geldiğimizde Kürt medyası Kürt ulusal mücadelesinden ayrı, bağımsız bir medya etkinliği değildir. 80 sonrası da zaten 1986-87 yıllarında yanlış hatırlamıyorsam ilk çıkan dergiler Medya Güneşi ve Deng dergileridir daha sonra peyderpey yayın faaliyetleri artmaya başladı. Bu tarihlerden sonra 90’lı yıllar daha farklı bir dönemdir.
Vecdi Erbay: 80 darbesi en çok Kürtleri ezdi maalesef ve medya da sekteye uğradı. O tarihten önce çıkan dergiler siyasi grupların dergileriydi. Benim hatırladığım Türkçe dergilerdi Kürtçe çıkan bir dergi var mıydı?

Seîd Veroj: 80’lerde yoktu ama bununla beraber Medya Güneşi, Özgür Halk gibi dergilerde Kürtçe bir iki makale vardı. Kürtçe makaleler vardı ama ağırlıkta Türkçeydi. Kürt medyasının dil sorunu da vardı.
Vecdi Erbay: Şundan dolayı sordum, sanki 80’den sonra öyle bir sıkıntısı oldu Kürt medyasının. Belki daha geniş kitlelere ulaşabilmek için, belki de bütün Türkiye’de kendi sorunlarını duyurabilmek için Türkçe ağırlıkta olarak kullanıldı, yanılıyor muyum?
Seîd Veroj: Türkçe ağırlıkta kullanıldı ama ne amaçla kullanıldı onu sormak lazım. O tür tereddütler olabilir medyada, yazıp çizen birçok arkadaşta da Türkçe yazarsak daha çok kişiye ulaşırız diye bir eğilim var. Bugün de var. Bir de buna siyasi seslenişi eklediğiniz zaman, edebiyatçılardan daha çok bir yönelme var.
Nurcan Baysal: Bir de birçok Kürt Kürtçeyi yazma düzeyinde bilmiyor, bunun da etkisi var.
Vecdi Erbay: 80’den sonra değişik nedenlerle Kürtçe yazma potansiyeli düşmüş olabilir mi?
Seîd Veroj: Elbette, darbe üstüne darbe geldi. Her darbeye kadar yetişen Kürt kadroları ya kaçmak zorunda kaldı ya cezaevine girdi, bunlar bir sıkıntı yarattı. Ama bence daha çok bizim ulus kavrayışımızla ilgili. Bir dilin zenginliği onun gramerinin mükemmelliğiyle değil, yazım birikimiyle ilgilidir. Biz onu düşünmedik. Dilin önemini bence kavrayamadık. Diğer hassasiyetler ya da eksiklikler eklenince ister istemez Türkçe ağırlıkta oluyor. Mesela biz Bîr ve War yayınını yaptığımız zaman çok karşılaştım. Bizim araştırma-inceleme dergisi olduğu için uzun makaleler oluyordu. Felsefi, politik konular oluyordu. ‘Felsefe Kürtçe yazılabiliyor mu’ diye soran kadrolar oluyordu. ‘Çok akademik dil kullanılmış, okuyoruz anlamıyoruz’ deniliyordu. Aslında sanıldığı gibi akademik bir dil kullanmıyorduk. Akademik dediğin tıptır, iktisattır ama genelde yazıp çizerken çok anlaşılmayan kavramlar kullanılmıyordu. Onun için bir kaçış bence. Yeterince bilince çıkmayan bir olay. Kürtçe yazma ve medyanın Kürtçe gelişimine gerekli önem o yüzden verilmedi.
Nurcan Baysal: Diller arasında hiyerarşi dediğimiz bir şey var. Yani hem Türkiye’deki asimilasyon politikaları hem de diller arasındaki o hiyerarşiden dolayı da Kürtçe üzerinde olumsuz etkiler var. Nasıl ki İngilizceyle diğer diller arasında bir hiyerarşi varsa Türkçe ve Kürtçe arasında da var. Türkçe bu ülkede egemen bir dil, televizyondan tutun birçok yerde, kurumlarda Türkçe var. Yıllar önce Handan Çağlayan bir araştırma yapmıştı. O süreçte Sur’daki çocuklarla görüşmüşlerdi ve Sur’daki bir çocuk ‘Kürtçe konuşan güzel değildir. Türkçe konuşan daha güzeldir ama İngilizce konuşan çok daha güzeldir’ demişti. Bu diller arasındaki hiyerarşiyi de gösteriyor.. Hem sömürge olmanın verdiği bir etki, hem asimilasyon politikalarının etkisi var. Çünkü diller arasında eşitlik yok, eşitlik politikaları yok. İsveç’te okulda bir Kürt çocuk olsa bile kreşte Kürt hoca bulunduruluyor. Burada böyle bir şey yok. Bu da belli bir süre sonra diller arası hiyerarşi oluşturuyor. Çocuklar eğitimde kendi dilinin kullanıldığını görünce dile saygıları gelişiyor.
Seîd Veroj: Çocuk kitaplarını yayınladık 2 bin yılında, set olarak bir arkadaş torununa almıştı. Çocuk okula götürüp derste çıkarıyor, öğretmen ‘Bu ne oğlum’ diyor. ‘Öğretmenim bu da bizimkidir’ diyor. Çocuk neyi görüyorsa onu söylüyor. Dilinin statüsü ulusunun statüsüyle ilgilidir.
Nurcan Baysal: Bir de bizim gibi dil açısından asimile olmuş Kürtler de var. Bu yıl da Newroz’da çocukları okula yollamadım. Okuldan aradılar, çocuklar okula gelmedi, diye. “Bugün Newroz tatil” dedim, “ama bize tatil değil eğitim devam ediyor” dediler. “Bu da bizim aile eğitimimiz” dedim. Bütün bu ayrımcılıklarla, günlük yaşamın her alanında ben karşılaştım, bugün çocuklarım da karşılaşıyor. Bir dil politikası olması gerekiyordu, biz de bunu oluşturamadık.
Seîd Veroj: Siyasi yapılarımız bu konuda bir politika oluşturamadı.
Nurcan Baysal: Uzun bir dönem iktidardık. Kürtçe kreşler başlamıştı ama daha güçlü bir dil politikamız olabilir miydi? Belki olabilirdi.
Vecdi Erbay: 70’li yıllardaki hareketlenmeden söz ettik. Kürtçe şiir, hikâye yazmak 80 darbesiyle sekteye uğruyor ve bir suskunluk dönemine geçiliyor. Sürgünde de olsa neden Kürtçe yazmak konusundaki ısrar sürdürülemedi?
Abdurrahman Gök: Evet, çeşitli nedenler var. Nurcan hanım güzel bir noktaya değindi. Aslında var olan bütün politikalardan nasibini aldı Kürtler. Kürtler hesap edilerek politikalar geliştirildi. İlk Tekke ve Zaviyelerin kapatılması da aslında Kürtçeye büyük bir darbeydi. Çünkü Kürtler o medreselerde sadece kendi dillerini değil fen ilmini de, mantık ilmini de öğreniyorlardı. 1940’lı yıllarda yeniden medreselere dönük bir yönelme oldu. Kürdün üzerine Türkçeyi farz kılabilirsin ama Arapça İslam dilidir, Kürt daha çabuk kabul eder ve bunun eğitimini daha hızlı alabilir. 28 Şubat sürecini anlatınca da sanki muhafazakâr kesime yönelik bir şeymiş gibi anlatılıyor. Ama ben şundan eminim; 28 Şubat’ta İstanbul’da, Gebze’de Kürt medreseleri de vardı, bunların hepsi kapandı ama İsmail efendinin, Mahmut efendinin hiçbir medresesine dokunulmadı. Dolayısıyla devlet her politikada Kürdün dilini hedef aldı. 80 darbesi de bir Kürt uyanışının sezinlendiği bir dönemde gerçekleşiyor. Türk yayınları da nasibini alıyor, kapatılan oluyor, düşün faaliyetini yürütenler cezaevine atılıyor. Cezaevinde dışarıdaki haberlerin tutuklulara aktarılması için en azından siyasi tutukluların Diyarbakır’da kendi el yazılarıyla çıkardıkları dergiler var. Bunlar çok önemli. Aslında Kürt basınının sürgünde de olsa, içerde de olsa nerede olursa olsun sekteye uğramaması için çabasını görüyoruz ve bu çaba hem Kürtçe hem Türkçedir. Belki 1-2 koğuşla sınırlıdır ama anlam bakımında çok değerlidir. 60’larda başlayan bir dil yasağı var. Benim babam da anlatırdı, pazarlarda, umumi yerlerde Kürtçenin yasak olduğunu. Koyununu satmaya gelenin borçlu döndüğü bir dönem çünkü konuştuğu her kelime başına para cezası kesiliyor. Öyle bir sürece getirildik ki dilimizden utanır olduk.
Vecdi Erbay: Aslında Cumhuriyet’ten sonra yeni bir ülke, yeni bir kimlik yaratmaya çalıştılar.
Seîd Veroj: Devletin bölgedeki bütün politikası Kürdün üzerineydi. Biz çocukken okullarda Kürtçe konuşmama kulübü vardı. Bu kulüpte yer alanlar gizliydi, bunlar köyde gezer, kim Kürtçe konuşuyorsa onu tespit eder, hele hele birbirinize bir husumetiniz varsa yazardı listeyi, ertesi gün okula getirirdi. Öğretmen çıkarırdı tahtaya; Siz niye evde Kürtçe konuşuyorsunuz, diye başlardı dayak artmaya. Devletin böyle bir politikası vardı. Bu dilin ayakta kalması tabi zor. Biz bazı boyutlarından bahsettik ama psikolojik, siyasi birçok yönü de vardır.
Abdurrahman Gök: Tek Türkçe kelime bilmeyen annelerin bile köylerde Türkçe konuşmaya zorlandığı dönemler yaşadık. Dil, annenin üzerinden aktarılır, denir ya, devlet o kadar şeyi empoze etti ki, anneler kendilerinin çektiği eziyeti ve acıyı çocukları da yaşamasın diye, Türkçe öğrensin diye gönüllü olmaya başladı. Böyle bir süreç. Herkesin anıları vardır. İlkokulda hatırlıyorum, çocuk topumu patlattı, ben de bütün kelimeleri biliyorum ama kasten demek yerine “qestîka” diyorum, onu Kürtçede de kullanıyoruz. Bu kelimeyi kuramadığım için dayak yemiştim. Her Kürdün aslında fobisidir. Halen de yaşanıyor, haberlerini yapıyoruz. Bu dönemi birçok yönüyle ele almak gerekiyor aslında. Mesela yayınların neden Türkçe çıkmadığını düşünmek gerekiyor. Örneğin ilk Kürtçe gazetelerden söz ettik, Meşrutiyet döneminde çıkanlardan bahsettik. Bunlar da Kürtçe diliyle çıkmadı salt. Türkçeydi, Kürtçeydi, kimisi Kürtçe-Türkçe-Arapçaydı. Çoğu zaman Türkçe daha baskın olmuştur. Dolayısıyla Türkçe meselesi bugünün ya da 70’in, 80’nin meselesi değil. İlk çıktığından beri bu meselemiz var. Bu belki ilk çıktığı yıllarda doğal bir etkileşimdir. Ehmedê Xanî’nin Nûbihar’ını 4 dile hâkim değilsen okuyamıyorsun, Mevlidi Şerifi de 4 dile hâkim değilsen anlayamıyorsun, Cizîrî’yi de. Yani bütün yayınlar böyle. Belki orda gönüllü bir etkileşim vardı ama Cumhuriyet’le birlikte zorunluluk farz kılınmıştır. İçimize kadar işlemiştir ve yeri geldiğinde kendimiz bile utanır duruma gelmişizdir. Evet, ciddi bir çaba var. Enstitüler o zor zamanlarda kuruldu, hatta Kürtçe yayınlara müsaade edilmezdi ama insanlar bedel ödeyerek bir şeyler çıkarmaya çalıştı. Kendi çabalarıyla öğrenmeye çalışanlar da vardı. Ben medresede okudum ve Arapça dilini Kürtçe anlatırdı hocalar, bunun ciddi bir etkisi vardı. Gazetecilik mesleğini seçmemin yegâne nedeni de buydu. Çünkü hocalar orada sadece size dini bir bilgi vermiyor, ulusal bir bilinç de veriyor. Günlük yaşanılanalar üzerinden sizi enforme de ediyor. Hep anlatırım, ben İstanbul’da da bir medresede okudum bir süre, 28 Şubat’la kapanan bir Kürt medresesinde. 2 gazete getirilirdi. Özgür Bakış vardı o zaman, Özgür Gündem geleneğinin gazetesi, bir de Akit gazetesi getirirdi. Akit gazetesi masanın üzerinde, Özgür Bakış halının altında olurdu. Hoca yaklaşık 30 öğrencisinin arasında bana güveniyordu, her derse gittiğinde kapıyı kilitlerdi ve oku bana gazeteyi derdi. Bu okumayla ben bilinçleniyordum aslında. Öğretmen Kürt coğrafyasında neler olduğuna dair haberdar olmak istiyordu, ben de o köy yakmalarında hocaların başına getirilenler, özellikle devletle hareket etmeyenlerin yaşadıklarını. Belki medrese okuduğum için bir imamın yaşadığı beni daha çok etkiliyordu. Bu bilinçlenmeyle 4 yıl sonra üniversiteye başladım. Hazırlık İngilizceydi ve evet, İngilizceyi bir Türk’ten daha iyi öğreneceğim milliyetçiliğiyle hareket ettim. 3 ay sonra şunu fark ettim, çok iyi kavrıyorum ama ben dilimi bilmiyorum daha. İngilizce dersinde Rewşen açıyordum artık. Hoca İngilizce anlatıyordu ben Rewşen’den bilmediğim kelimeleri öğrenmeye çalışıyordum. Medresenin verdiği bir altyapı vardı. Dicle Haber Ajansı’nda gazeteciliğe başladığımda Kürtçe servis muhabiri olarak İzmir’de başladım. Bu bilinçle alakalı bir şey. Medrese sürecinde şunun farkına varmıştım, ben kendimi tanıyamazsam benim hiçbir faydam dokunamayacak halkıma. Bu şekilde yola çıktığınız zaman çok daha faydalı işler yapabiliyorsunuz. 90’lı yıllarda Özal, Kürtçe üzerindeki kemendi biraz daha gevşetti. Bu gevşemeyle beraber çıkan Kürtçe gazeteler, Roj mesela tek sayı çıktı. Daha sonrasında Welat çıktı ve yine sürgün, yine merkez İstanbul, buradaki bürolar temsilcilikti.
90’lı yıllara gelmişken Nurcan’a, psikolojik olarak nasıl yaşadın o tarihleri, diye sormak isterim. Türkçe yazmaya nasıl mecbur kaldın?

Nurcan Baysal: Ben Şehitlik’te doğdum, büyüdüm. Babam Sur’da manavdı. Hala da Bu işi yapmaya devam ediyor. Annem babam köy kökenli, oradan gelip önce Sur, sonra Şehitlik’te yaşamaya başlamışlar. 10 kardeştik ama çok çalışkandık ve çok iyi okullara gittik. Bütün ailede herkes Bölge dereceleri alırdı sınavlarda. Şehitlik’te doğup büyümemize rağmen çok fazla Kürtçe konuşmazdı komşularımız, genelde öğretmenlerdi. Annem ve babam gizli bir şey olduğu zaman Kürtçe konuşuyorlardı. Bize Kürtçe öğretmek gibi özel bir çabaları hiçbir şekilde yoktu, hatta korkuyorlardı. Okula gitmeye başladıktan sonra dile karşı iki şey birden oluşuyor; bir korku, ikincisi utanmak. Öğretmenimin, “Kürtçe konuşan kötüdür”, dediğini hatırlıyorum. Eve geliyorum, annem Kürtçe konuşuyor. Biz o kadar iyi Türkçe konuşurduk ki öğretmenler, İstanbullu mu diye sorardı. Düşünün o boyuttaydı Kürtçeden uzaklaşmamız. Düşmüştüm, bütün dişlerim kırılmıştı ve yıllarca süren bir tedaviye başlamıştık. Devlet hastanesinde her cuma tedavi olmaya gidiyordum. Beni orda titreme tutuyordu, çünkü doktor bir şeyler sorduğunda, annem artık iyi Türkçe konuşuyordu, ama olur da Kürtçe karışık bir şey söylerse bir şey gelir mi başına diye düşünüyordum. Okullar sayesinde asimile olduk. Köyle bağımız da yoktu. Anadolu lisesine gidiyordum, beni en keskin dönüştüren şey Vedat Aydın’ın cenazesiydi. Çünkü yanı başımızda olmuştu. Vedat Aydın komşumuzdu zaten. Sonra Ankara iyasala gittim, uluslararası ilişkiler bölümündeydim. Orada dergi çıkarmaya başladık. Ben daha çok FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)nün temsilcileri ile röportajlar, haberler yapıyordum. Kürtçe ile tekrar temasım Diyarbakır’a döndükten sonra oldu. Paris Kürt Enstitüsü’nden kitaplar gelirdi ve Mehmet hoca sağ olsun eve gelirdi. Kürtçe öğrenmek için çok uğraşırdım. Beni en çok etkileyen nenemdi ve biz hiç konuşamazdık. Çünkü o hiç Türkçe bilmezdi, ben Kürtçe bilmezdim. Aslında bir dolu akrabanız olduğu halde yok gibiler çünkü iletişiminiz yok. Bazı arkadaşlarım var, anneleriyle iletişimi yoktu. Dilin yarattığı travma kentte yaşayanlarda daha fazla, köyde yaşayanlar dil açısından şanslıydı. Çünkü devletin bütün o asimile politikaları köylere çok ulaşamadı. Bugün hala Kürtçe bilmiyorum, anlıyorum sadece. Bir dönem epey çaba sarf ettim öğrenmek için, bir dönem epey kırıldı hevesim çünkü etrafımda Kürtçe konuşan da yok. Yakılmış köylerde çalışırken biraz daha toparladım ama şimdi yine gitti. Dil açısından asimile Kürtleriz, ama birçok açıdan da değiliz. Kürt kimliği, Kürt dili, Kürtlerin hakları için mücadele ediyoruz. Yani tüm bu asimilasyon politikalarına rağmen, pek de asimile olmuyorsun aslında.
Vecdi Erbay: 90’lar baskıların en yoğun şekilde başladığı dönemdi. Bu konuda ne söylemek istersin?
Nurcan Baysal: Okulu bitirip Diyarbakır’a dönmem 98 yılıydı. Kürt medyasında hiç çalışmadım. Zaten gazetecilik geçmişinden de gelmiyorum. 10 yıla yakın Birleşmiş Milletler bünyesinde çalıştım. Kalkınma, yoksulluk üzerine, sonra başka bir vakıfta bu sefer de köylerde çalıştım. Yakılmış, boşaltılmış ve korucu olmuş köylerde. Hayatım köylerde ve yoksul bölgelerde çalışarak geçti. Ara ara Radikal İki’ye yazıyordum. Yazmayı her zaman sevdim. 2012’de, çalıştığım köylerin hikâyesini yazmaya karar verdim. Çünkü o köylerin hikâyesi Kürtlerin hikâyesiydi benim için. Çalıştığım Tatvan Kavar havzasındaki köylerin yarısı korucu olmuş, yarısı yakılmış, boşaltılmıştı 90’larda. Ben çalışmaya başladığımda yeni dönüyorlardı köylerine. Herkes Kürt köylerinin boşaltılmasını biliyordu ama geri dönüşlerin ne kadar zor olduğunu bilmiyordu. Ben de o köylerin hikâyesini yazmaya başladım ve ilk kitabımı yazdım, “O Gün” isminde. GÜN aslında tüm Kürtlerin hikayesiydi. Hepimizin bir O GÜN’ü, devletle ilişkisinin kırılmasının günü vardı. Sonra 5 yıla yakın T24’te yazdım. Amacım burada yaşananları Türkiye’nin batısına duyurmaktı. Şimdi Ahval’de yazıyorum. Ben elbette Batı medyasında bir Kürt olarak yazarken de çeşitli baskılarla karşılaştım ama Kürt medyasının yaşadığı baskılar çok daha fazla. Haber takibinden başlayarak maruz kalıyorlar baskıya. 90’larda benim unutamadığım, mahallemizde Adnan amca vardı. Küçük markette Özgür Gündem satıyor diye öldürülmüştü. Komşumuzdu. Kurban bayramından bir gün önceydi. Ben yerdeki kanın ona ait olduğunu bilmeden, kanların üzerinden zıplayıp eve geldim. Kurban bayramı arifesiydi kurban kesildiğini zannetmiştim. Eve doğru giderken çığlıkları duydum ve birinin öldürüldüğünü anladım. Sadece o gazeteyi satmaktan dolayı bildiğimiz birçok insan var katledilen ve böyle bilmediğimiz o kadar çok insan var ki… Ben hep bunu düşünürüm, keşke bir şekilde bunları anabilecek bir mekanizma kurabilseydik. Şehitlik 90’larda şiddetin fazla olduğu mahallelerden biriydi. 92’de sınıfımızın yarısı dağa gitmişti, bir kısmı öldü. Siyasala gitmek kaçış gibi olmuştu benim için. Mümkün olduğunca ilk yıllar hiçbir şey duymamaya çalıştım. Sonra toparladım. Bazı insanlar kapanıp edebiyattan besleniyor ya, ben bu toplumdan, sorunsaldan besleniyorum.
Cenazeler yerdeyken edebiyat yapamam, biraz öyle biriyim. Kan akarken yazarlar ne yapar ciddi bir sorun bence. Aktivist yönüm her zaman daha baskındır ve çok uzun yıllar yoksullukla, zorunlu göç çalışmalarıyla geçtiği için bunlardan besleniyorum.Ve elbette Amed’den besleniyorum, Sur’dan besleniyorum. Benim gibi bir yazarın toplumsal olanı dışarıda bırakması mümkün değil. Hepimizin kimlikleri, yaşamlarımız toplumsal olanla belirleniyor.

Vecdi Erbay: Mezopotamya Ajansı’na, daha doğrusu o geleneğe epeydir baskı var. Öte yandan son zamanlarda diğer Kürt basın kurumlarına da baskı var. Örneğin Rudaw ve K24 Tv kanalları Türksat’tan çıkarıldılar. Kürtlerin birleşmesi gerektiğine dair tartışmalarla birlikte düşünüldüğünde Kürt medyasının birleşme zemini var mı? Nasıl olabilir?
Abdurrahman Gök: Basının politikayla iç içe olduğu bir dönemde politik bir birleşme sağlanmadığı müddetçe basın alanında da ortak bir dil sağlanamayacak. Ortak dil ve amaçtan kastım Türk medyasının içinde olduğu durum değildir, hepsinin aynı haberi aynı yerden çıkmış gibi yapmasından bahsetmiyorum. Ortak amaç, diyelim Kürdün değerlerine, kazanımlarına bir saldırı varsa buna karşı topyekûn bir karşı koyuş. Böyle bir birlik siyaset alanında sağlanmadığı müddetçe basın alanında da sağlanamaz. Niye? Tarihi incelediğimizde çıkan yayınların hepsi siyasetle başat gitmiştir, bağımsız yayın yapmak isteyenler de bir süre sonra ya bir gücün himayesine girmiştir ya da çok uzun süreli yayın hayatını sürdürememiştir. Birkaç yıl önce Kürt basın konferansının 4 parçadaki Kürt basın çalışanlarının bir girişimi oldu. Hewler’de, daha sonra Rojava’da yapılacaktı ama sürdüremediler. Toprak anlamındaki bu parçalılık, siyaset alanında ve basında da olacaktır. Bu bana göre avantaj. Son yıllarda benim gözlemlediğim, diyelim ki bir Kürt kazanımına bir saldırı olduğunda minimum da olsa bir ortak başkaldırış olduğunu görüyoruz. Şengal’den sonra bu biraz sağlandı. Kobanê bunun zirve yaptığı bir zamandı, Kerkük’e saldırıldığında bu kısmen sağlandı. Efrîn’de yine sağlandı, bu tip şeyler umut sağlıyor. Benim alınmadığım bir yere başka bir Kürt gazeteci alınıyorsa, o Kürt gazetecinin de bunu sorgulaması gerekiyor. Sahada bu birliktelik sağlanmadığı oranda haber merkezlerine ya da diyelim ki gazetenin yazı işleri müdürüne yansıması çok daha zordur. Örneğin ben Şengal’e saldırı olduğunda oraya gittim. Geçişim Kürt ulus bilinci sayesinde oldu. Sınıra gittim ve görevliye, ben bir Kürt gazeteciyim ve Şengal’de bir halk soykırımla karşı karşıya ve bunu dünyaya duyuracak gazeteci yok, o yüzden senin bana izin vermen gerekiyor, prosedürü önüme koyma, dedim. Beni geçirdi. Peşmergenin oradan çıkmasıyla birlikte bir haber yayıldı ve müthiş bir öfke vardı. Birçok insanın öldüğüne tanıklık ettim. Telefona televizyona bağlandığımda, Mahmur’dan Deniz benden önce bağlanıyordu ve en son bağlanacağım gün o bağlanmadı. Sonra rejiden duyuyordum yaşamını yitirdiğini. Hemen sonrasında Kürdistan başkanının gidip oradaki savaşçıları ziyaret etmesi… bunun birinci haber olması gerekiyordu. Ama Kürt basını olarak bunu görmeyenlerimiz oldu. Rudaw gazetesi mesela görmedi bunu ilk gün. Bu parçalılık, siyasetin de kendi içinde parçalılığını gösteriyor. Yani ben eğer farklı bir yayın izliyorsam, Mezopotamya’dan haber alan Özgür Gündem Kürdün kazanımlarına karşı farklı bir yayın izliyorsa bu ciddi bir sorundur. Rudaw, K24 Kürdün kazanımı söz konusuysa farklı bir yayın izliyorsa bu bir sorundur. Bir ortaklaşmayı buradan söylüyorum, yoksa tek ses olmayalım, değiliz çünkü.
Birçok baskıdan söz ettik, ilk öldürülenin bir Kürt gazeteci olduğunu söyledik. 90’lı yıllara geldiğimizde 14 yaşındaki dağıtımcıdan tutalım 19 yaşındaki muhabire, 72 yaşında ki Apê Musa’dan, Gurbetelli Ersöz’e, büfede gazete satanına kadar birçok örnek vardır. Bir gazetenin muhabiri öldürüldükten sonra onun arkadaşı onun fotoğraf makinasını alıp fotoğrafını çekiyorsa, ertesi günde onun haberini yapıyorsa bu önemli bir değerdir, bunu da anmak gerek. 120 yıllık basın tarihinde en meşakkatli yıllardır 90’lı yıllar. Bir sene içerisinde Özgür Gündem gazetesinin çalışanı ve yazarı 35 kişi katlediliyor ve bugüne geldiğimizde 76 kişiden söz ediyoruz. Kadri Bağdu, sokak ortasında gazete dağıtırken, Rohat Aktaş Cizre bodrumlarında, Nujiyan Şengal’de öldürüldü. Bunları da anmak, anlatmak gerekiyor. İnsanlar artık baskılanmaktan, tutuklanmaktan söz edemiyor, gazetecilerin birçoğu fırsat buldukça Avrupa’ya kaçmak zorunda kalıyor. Kalanlar da her türlü şeyi göze alıyor. Tam da Kemal Kurkut’un fotoğrafını çektiğim bir zamandı, arkadaşlarım yurtdışına gitmemi söylediler, risk altında olan gazetecilere dönük bir program çerçevesinde. Gerçekten bir kaçış gibi geliyor ve kaçmamak gerektiğine inanıyor insan. 2 hafta önce matbaaya el koyuldu. 25 yıldır Kürtçe gazeteyi basan matbaa bile ‘bu beni aşar, basamam’ dedi. Bu gazetenin ve matbaanın 26 çalışanı tutuklandı ve mahkemenin görüldüğü gün tek Allah’ın kulu yoktu onlarla dayanışmak için. Kürt basını dayanışmayla ayakta durmadı bu zamana kadar direnişle ayakta durdu. Kendisiyle dayanışma içinde olanları gördüğünde bundan güç aldı. Bu direnişiyle bugüne kadar geldi. Bu biraz acıtıyor.
Nurcan Baysal: Beni en çok rahatsız eden şeylerden biri de bu. Cezaevlerindeki gazetecilerinciddi bir kısmı Kürt gazeteci ve bunların isimlerini bazen Kürtler bile bilmiyor. Frankurt Kitap Fuarı’nda her tarafta Türkiye’deki gazetecilerle ilgili kampanya vardı ve tek bir Kürt gazetecinin adı yoktu, bu çok rahatsız edici. Bu hiyerarşi her alanda var. Bu, buranın bir sömürge olmasıyla ilişkili bir şey ve her şey onun üzerinden konumlandırılıyor, ilişkiler bile. Cezaevindeki Kürt gazeteciler çok yalnız kaldı. Bu baskıların üzerinden gelmede Kürtlerin birlikteliği çok önemli. Türkiye’deki sendikaların, hak örgütlerinin içerisinde de bu hiyerarşi maalesef var. Şırnak’ta, Cizre’de mücadele edenler görünmüyorlar. Sadece batıdaki çalışmalar görünüyor. Sömürge olmanın yarattığı bir şekilleniş ve bizlerin zihninde bile bu böyle şekilleniyor. O yüzden ben Kürtlerin endi örgütlülüğünü ve kendi dayanışma ağlarını örmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yapılabilir, ayrı sendikalar kurulabilir. Çünkü dayanışmanın çok önemli olduğunu bugünde görüyoruz.
Abdurrahman Gök: Değerler, kazanımlar söz konusu olduğunda dilde bir birliğin olması gerekiyor, Kürdün Kürt’le dayanışması gerekiyor aslında. Dayanışmaktan ziyade ittifak kurması gerekiyor. Son 4 yıl içerisinde Kürtler aslında 100 yıl içerisinde yaşayabilecekleri kadar acı yaşadı. Her 4 parçada. Bu ittifak önce dilde başlamalı, daha sonra duyguyla devam etmesi gerekiyor. Bence tek tek bireylerin çalıştıkları her kurumda buna katkı yapacak yayıncılığı esas almalı. Elbet her bir yayının kendine göre bir yayın politikası olabilir ama bunun da ötesinde her bir Kürt gazetecinin de Kürt duygusuyla hareket etmesi gerekiyor. Yeri gelir, o siyasi partilerle olan bütünlüğün dışına çıkarak ittifak konusunda dilimize dikkat etmeliyiz. Belki ilerde yapılacak olan Kürt konferansının daha çabuk yapılmasına vesile olur. Bu bir Kürt basın konferansının yapılmasını da beraberinde getirir. O zaman Kerkük’te, Şengal’de, Kobane’de, Halep’te herhangi bir saldırı olduğunda kazanımlara dair ortak bir duruşu beraberinde getirir. Çünkü biz yalnız olduğumuzu gördük. Federal Kürdistan Bölgesi’nde yapılan referandumdan sonra, başta 4 parçada ki egemenler ve bütün dünyanın Kürdü nasıl yalnız bıraktığını gördük, Efrîn’de de keza. O zaman bundan bir ders çıkarmak gerekiyor. Bunu da basının gücüyle yapar. Artık biliyoruz, basın 4. temel güç değildir, valla 1. temel güçtür.
Seîd Veroj: Medya o kadar yaygınlaştı ki hepimiz parçası olduk. Sosyal medyada riskini göze alıyorsan her konuda yazabiliyorsun. Bu işin de belirli bir kuralı ve seviyesi olmalıdır, süreli ya da sosyal medyada. Grup çıkarlarının dışında dikkate almamız gereken dünya standartlarına uygun esaslar olmalıdır. Biz dünya standartlarına yaklaşmadıkça, sömürge konumumuzu sebep göstererek her şeyi siyasallaştırarak, grupsallaştırarak, kendimizi ulusun yerine ikame edersek hiçbir zaman medyayı olması gereken yere taşıyamayız. Öncelikli olarak Kürdistan’ın 4 parçasındaki siyasi yapılar, bağlı medyalar bu işin standardına yakın bir noktaya gelmeli, dili de öyle olmalı. Söz konusu ülkesi parçalanmış, işgal altında olan bir ulusun diline çok dikkat etmesi gerekiyor. Birbirini küçük düşürücü, horlayıcı dili kullanmak medya faaliyeti değil grup borazanlığıdır. Bu dil Kürtlerin birliği açısından, yapıcı olursa Kürtlerin birbirine yakınlaşmasını, olmazsa uzaklaşmayı sağlar. Bir ulusun bilinci slogan ve söylemle olmuyor. Ulusal hedef doğrultusunda birbirine yakın olmadığın zaman ulusal birlik zordur. Medyaya düşen çok önemli bir rol vardır, medya bunu uygulamalı. Biz birbirimize karşı olumsuz ve manipülatif bir dil kullanırsak ya da birbirimize karşı saldırgan bir dil kullanırsak dünyaya kendimizi anlatamayız. Bir ulus olmanın gerekli refleksleri gösterilmediği zaman birbirimizin yenilgisi, açıkları üzerinden siyaset yaparsak bir yere varamayız. Medyada bunun bir parçasıdır buna çok dikkat etmelidir. Dil bunun önemli bir kısmı, medya toplumun en alt kısmına kadar yayıldı. Buna dil açısından örnek olup yönlendirebilirsek Kürtçenin de kitleselleşmesini sağlayabiliriz. Kürdistan gazetesinin 120. Yılı vesilesiyle bu röportaj birkaç kişiyi etkilerse o zaman daha anlamlı olacaktır…