Mimarlar Odası’ndan Şerefhan Aydın’a göre Suriçi’nin son hali: İnşa, sadece inşaat yapmak değil!

Röportaj: İNANÇ YILDIZ

Tarihi MÖ 3, 4 binli yıllara kadar uzanıyor Suriçi’nin. Birçok medeniyete ev sahipliği yaptı. Volkanik bazalt taştan yapılmış hanları, hamamları, cami ve kiliseleri, avlulu evleriyle, kuçe (küçe) denilen dar sokaklarıyla özgün bir mimari sunan Sur, son yıllardaki gelişmelerle sahipsiz bırakılmış bir kent hissi uyandırsa da, öyle değil tamamen. Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, ‘ölümüne’ sahip çıkan simge isimlerden biriydi mesela. 28 Aralık 2015’te Dört Ayaklı Minare önünde yaptığı açıklamada, “Bu tarihî bölgede, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz” çağrısında bulunduktan dakikalar sonra öldürülmüştü oracıkta. 2 Aralık 2015 tarihinden itibaren Sur’un Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallelerinde ilan edilen “sokağa çıkma yasağı”yla birlikte Sur için ağır bir ‘yıkım’ süreci başladı. Aralarında Mimarlar, Harita, Kadastro Mühendisleri ve Şehir Plancıları Odası Diyarbakır Şubesi’nin olduğu bir heyet geçtiğimiz ocak ayında ilk kez yasaklı mahallelerde inceleme yapma fırsatı bulabildi. İnceleme heyeti içinde bulunan Mimarlar Odası’ndan Şerefhan Aydın ile Sur’u konuştuk.

2015 yılından bu yana halen sokağa çıkma yasağının devam ettiği Sur’un 6 mahalle- sinde ilk kez inceleme yapma şansı buldunuz. İlk olarak, ne hissettiniz bu inceleme öncesi?

Dört Ayaklı Minare’nin oradan geniş bir çöle dönüşen alana açılan bir kapıdan içeri girdik. İnsanın elindeki gücü ne kadar acımasızca kullandığını gördüm ve tahakküme lanet getirdim. Binlerce yıllık birikimlerle bugüne gelen canlı-cansız değerlerin nasıl da insan eliyle yok edildiğini gördüm. Benim de anılarım vardı o mahallelerde. Sonuç olarak, hüzün ve öfke…

Yaptığınız incelemede neler gördünüz? Tarihî mekânlar ve evler ne durumdaydı?

Biz teknik inceleme heyeti olarak alana girebildik. İncelemelerimiz bu çerçevedeydi. Ancak yine de duygular ağır basabiliyordu bazen. Dedim ya bizim de anılarımız vardı oralarda. Dolayısıyla teknik ve duygu ikilemini çok yaşadık.

Alanda mahalle ve sokak sınır- larına dair tek bir iz kalmamış durumdaydı. Sadece harabe birkaç tescilli tarihî yapı vardı. Sur’un bu altı mahallesi özellikle tarihî ve tescilli yapıların en yoğun olduğu bölgeydi. Şu an ise tescilli tarihî yapıların en seyrek olduğu bölge duru- munda. İlk etapta bu yapıların kalıntılarını incelemeye çalıştık. Binlerce beton yapı, yüzlerce tarihî tescile değer yapı ve 49 adet de tescilli yapının tama- men yıkıldığını gördük. Yüze yakın tescilli yapının da çatışmalardan sonra iş makineleri ile darbelendiğini gözlemledik. İlginçtir, yıkılan onca tarihî veya tescilli yapının kalıntıları dahi yoktu. Çünkü suç delillerinin yok edilmesi gerekiyordu! Ve bu binlerce yıllık tarihî yapı kalıntıları üniversitenin arazisinde Dicle Nehri’ne dökülmüştü. Ayrıca bazı yapılarda derin kazıların yapıldığını yani define arandığını da gözlemledik. Burada büyük bir insanlık suçu işlenmiş diyebilirim.

Biliyorsunuz, Varşova tarihî bir kent ve II. Dünya Savaşı’nda Hitler tarafından ağır bombar- dımana maruz kalıyor. Ancak yine de Varşova’da yerle bir edilen kentteki yapı kalıntıla- rını yok edin denmiyor. Savaş sonrasında Varşova halkı, gerek ellerindeki hatıra olsun diye çektikleri fotoğraflardan, gerekse de anlatılardan yola çıkarak Varşova’yı küllerinden yeniden doğan kent haline getiriyor. Kıyaslayın, 1945 Varşova’sını ve 2016’da Sur’un yaşadıklarını…

Çatışmalardan sonra Mimarlar Odası olarak yaptığınız açıklamalarda asıl yıkımının çatışmalardan sonra gerçekleştiğini söylediniz…

Uydu görüntüleri, seyahat esnasında uçaktan çekilen fotoğraflar ve kudretini göstermek için görevliler tarafından çekilen görüntüler üzerinde bir çalışma yaptık. Bu verileri eski haritalar ile çakıştırdığımızda sonuç olarak 9 Mart’ta bu savaş alanındaki yapıların çok az bir bölümünde tahribat olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla şu anki yıkım tablo- sunun çatışmalarla oluşmadığı, sonrasında gerçekleştirildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Binlerce yıllık tarihî değerlerin yok edilmesine herkes karşı çıkmalıdır. Çünkü halklar tarihî, kültürü, sanatı ve dilleriyle vardır.

Buradaki ‘dönüşüm’ nasıl mümkün olabilirdi sizce?

Biz ilk günden beri katılımcılığı esas alan bir çözümü öneriyorduk. Yani kentsel SİT alanı olan Suriçi sadece Ankara merkezli bakanlığın insafına bırakılmamalıdır dedik. Kollektif bir çalışmayla bu değeri yeniden canlandırabilirdik. Meslek örgütleri, üniversite, koruma uzmanları, sivil toplum örgütleri, mahalleli yurttaşlar, bir araya gelip çalışarak bu ucube sonuçtan kurtarabilirdik bölgeyi. Önerimiz buydu. Hem tespit hem de restorasyon süreci bu şekilde örülseydi Sur bu yaralarını sarabilirdi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kontrolünde gelişen bu yıkım ve yeni yapım süreci yıkımın boyutunu katbekat artırdı. Bakanlık çalışanları, küçük derecede hasarlı yapıları da ağır hasarlı gösterip büyük yıkımının yolunu açtılar. Sonuç olarak, tarihî bir yıkıma imza attılar.

Sur’un yeniden inşası söz konusu. Tarihî dokusuna uygun inşa edildiği belirtiliyor. Ancak Mimarlar Odası olarak yaptığınız bir açıklamada yapımı süren evleri Sincan Cezaevi’ne benzetmiştiniz…

İnşa, sadece inşaat yapmak değildir. Ancak yetkililer bu sürece böyle yaklaştılar, sadece inşaat yaparak inşa ettiklerini iddia ettiler. Ben buna inşa süreci değil, Sur’un inşaat süreci diyorum. İnşa çok boyutlu bir kavramdır; psikolojik, sosyal, kültürel, ekolojik gibi boyutları vardır. Bu süreci sadece inşaata indirgemek, ciddiye almamaktır ya da anlamamaktır. Yaşanan geçmişi, hafızayı ve hatta yaşanan travmaları hesaba katmadan sağlıklı bir inşadan bahsedemezsin. Kolektif katılım dediğim buydu; mimarlar, mühendisler, sağlıkçılar, hukukçular ve daha birçok disiplini bu inşa sürecine dahil etmezsen yapacağın iş bu olur, cezaevi tipolojisinde “tarihî Diyarbakır evi” ortaya çıkar.

Yapılan evleri sadece teknik açıdan bile incelediğinde, tarihî dokuya sahip Diyarbakır evinin kötü bir taklidini görüyorsun. Herhangi bir şehirde görebileceğimiz betonarme bir inşaatın kısmi olarak bazalt taşla kaplanmış makyajlanmış haline dönüştürüldü tarihî Diyarbakır evi!

Ne kadar itiraz edilse de devam eden bir süreç var. Bu saatten sonra geri dönüş konusunda neler yapılabilir?

Geri dönüş konusunda çok şey yapılabilir. Bana göre, yapılan ucube yapıların tamamen yıkılması en iyi çözümdür. Sur sokak ve evlerinin rölöve projelerinin neredeyse tamamı mevcuttur. Yıkım yapılırsa bu proje ve kaynaklara göre Sur yeniden inşa edilebilir. Belki tarihî dokuyu birebir yakala- yamayız ama bahsettiğimiz sorunlar minimize edilip eski dokuya yeniden ulaşılabilinir.

Tahir Elçi başta olmak üzere kitle örgütü temsilcilerinin çeşitli girişimlerine, açıklamalarına rağmen önlenemeyen bir çatışmalı süreç yaşandı. Bu sürecin önlenememesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu anda da kendisi dışında herkesi yok sayan bir anlayış mevcut. Bu anlayıştan olumlu anlamda bir refleks görmek yanıltır bizi. Dolayısıyla mücadele edildi ama sonuç alına- madı. Bu tür süreçlerde toplum adına misyon üstlenenler karşısındaki büyük taş duvarı yumruklar, eli kanar, canı sızlar ama yine de yumruklar ki duvarın arkasında seni gözleyene; ‘ben buradayım, yaptıklarını görüyorum, kabul etmiyorum, kaydediyorum bil…’ demek zorundasın. Dönemin mücadele şekli biraz da böyledir, bunu da yapamazsan zamanla iddianı kaybeder, işlevsizleşirsin.

Son olarak, bu altı mahallede yaşayanların hayatları altüst oldu. Yine Suriçi’nde çatışmaların olmadığı Alipaşa Mahallesi’nde de bir dönüşüm yaşandı. Burada yaşayanların büyük bir bölümünü ‘90’lı yıllarda göç edenler oluşturuyordu. Bu insanlar yeniden buraya dönüp yaşayabilecek mi acaba?

Evet, devlet bu dönemi fırsat olarak değerlendirip Ali Paşa ve Lalebey mahallelerini de kentsel dönüşüme tabi tuttu. Fırsat diyorum, çünkü daha önce kamulaştırma yoluyla kentsel dönüşüm yapılmaya çalışıldı ama halk buna direnmiş yıkımın önüne geçebilmişti. Ancak devlet Sur’un tamamını 21 Mart 2016’da acele kamulaştırarak (bu kamulaştırma türünde karara itiraz hakkı yok!) halkın mülküne el koydu ve bu yasal dayanaktan yola çıkarak yarım kalan kentsel dönüşüm uygulamasını da tamamlamış oldu. Doksanlı yıllarda köyleri yakılan ve kente göç etmek zorunda kalanlar, kentsel dönüşümle kendi yurdunda ikinci bir göçe maruz kaldı böylece.

Mahalleliye evleri karşılığında çok düşük bedeller ödendi, başta TOKİ’ler olmak üzere kentin farklı bölgelerine sürüldüler. Bir daha Sur’a yani kendi öz yaşam alanına dönme şansları yoktur. Çünkü bu mahalleler, demografisi değiştirilmiş yeni bir nüfusa göre dizayn edildi. Buralar artık sosyal ilişkilerin paramparça edildiği ticaret ve rant mekânlarına dönüştürüldü. Bu mahallelerdeki mütevazı konutların yerine yüksek bedelli butik oteller, restoranlar, lüks kafeler planlandı ve yapımları da tamamlandı. Yani artık eski mahalleli, fakat buraların öz sa- hiplerinin bir söz hakları yoktur, Ali Paşa ve Lalebey’de.