ELİF ESER
“Turnalar geldiler verdiler selam Aldım selamını eyledim kelam” A. İlhami
Küsmüşlerdi belki… Bunca yıl, nereden baksan otuz yıl, Dersim semalarında, Ovacık düzünde yoktular.
O, dönerek bir semah edasında güneşe yükselen kadim zaman tanrısı turnalar, şimdi öyle birden bire gelmediler ya? Vardır bir sebebi. Ornitologların buna verecekleri bilimsel, belki de genel geçer bir cevapları da bulunur mutlak, bilemem. Bildiğim, bütün bir yaşamın manasına dairdir bu ‘küsme’ hali. Öyle ya haramî bir zamandı içinden geçtiğimiz. O yüzden neden gittikleridir asıl mühim olan.
Turnaları ilk küstüren Sadako Sasaki’dir belki; yaşamın göğüne bin tane origami yaparken ölüm, bir çocuk suretinde sergilemiştir kendi oyununu. Üstelik bütün dünya seyirciyken. Savaşa küsmüşlerdir. Çünkü otuz yıldan uzun bir zamandır Dersim, Sadako Sasaki’nin memleketidir. Adı burada Deniz, Mahir, Dilan…, Ayaz ve Nupelda’dır onun.
Ormanların yakıldığı, köylerin boşaltılıp yerle yeksan edildiği, bombaların, mayınların, silah seslerinin ürkünçlüğünden küsmüşlerdir de Gola Çetu’nun sahibi Bozatlı Hızır gibi terk etmişlerdir…
Gıda ambargolarının, sokaklarda dahi yürümenin pasa- porta tabi olduğu zamanların, neredeyse her evde bir tutsağın, bir ölümün olduğu acıların, direnmenin bütün demokratik zeminlerinin yıkılıp bir ‘şaki sevdasına’ dönüşen dağlardaki gencecik hayatların, sonra çocukların… ölü çocukların utancıyla küsüp, Dersim’in dervişleri gibi gitmişlerdir…
Göç, yaşam serüveniyken onların, zoraki göçlerin kentlere savurduğu binlerce Dersimlinin çileye dönüşen yaşamlarından, naylon çadırlarda adına ‘hayat’ dedikleri bir gösteride uğradıkları ırkçı saldırılardan, linçlerden, insan olmanın onurunun bu denli pespaye edilmesinden, kimliğine, inancına bir ‘utanç vesikası’ muamelesi yapılma- sından, dışlanmasından, kendi yurdunda mülteci olmasından küsüp, Ana Fatma’nın geyikleri gibi gitmişlerdir…
Savaşın yaşam biçimine dö- nüştüğü tankların, akreplerin, beyaz torosların gürültüsüyle hemhal bu şehirde, artık derelerin, kuşların, böceklerin sesi duyulmadığından… ‘Yeşil’ kod ve ‘bin operasyon’ markasıyla müsemma kontrgerilla mesailerinin şehrinde, artık ağaçların, otların, çiçeklerin kan kokmasındandır küslükleri de ondan kaçmışlardır belki de…
Şah-ı Merdan Ali’nin avazı olan tanrı yadigârı, dedelerin pirlerin dualarında, deyişlerinde, gulbanglarında hayat bulan ‘nefesi’nin, oğlu yakılmış Firik Dede’nin kelamında ağıta dönüşmesine kahredip Baba Duzgîn gibi gitmişlerdir ya da…
Adına ‘huzur kenti’ dedikleri tuhaf bir iç huzursuzluğunun, tahammülsüz bir tiranlığın, semalarda gürültüyle uçan helikopterlerin, işinden, ekme- ğinden edilen yüzlerce insanın, hapislerin, baskının, korkunun, çürümüşlüğün kol gezdiği bu
şehire küsüp, ‘o güzel insan- lar’ gibi gitmişlerdir belki, kim bilir?…
Kötülüğün böylesine geçer akçe olduğu, cehaletin, karanlığın hürmet gördüğü şu zamanlarda, maslahatın ve aydınlığın bir timsali olarak çıkıp gelmişlerdir yine de. Otun, çiçeğin, ağacın, kuşun, böceğin belki de hiç olmadığı kadar kendi sesine dönmesi, doğayla buluşmasına tanık olmak için…
Belki savaşın, çatışmanın, nefretin bittiğini sandıkları için, insanın insan tarafından öldürülmediği böyle bir yaşamın güzelliğinin, kutsallığının bir timsali olarak… Belki de ‘Ali’yi görüp’ medet olmak için insana, doğurmak için yeni bir hayatı, güneşe, aydınlığa koşalım, turnalar semahına duralım diye çıkıp gelmişlerdir artık…
Başımızla gözümüz üzerinedir gelişleri…