Zaloğlu gibi gürzüm yok ama kalemim var

FIRAT CEWERÎ

Kürtçeden çeviren: Musa Bêjevan

İlk kez 1978 yılında Stilîl köyündeki evine gitmiştim Musa Anter’in. Beyefendiliğiyle dikkatimi çekmişti hemen. Giyim tarzı, hal ve hareketleri, alçakgönüllülüğü, düşünceleri ve modern bir aydın profiliyle üzerimde çok olumlu bir etki bırakmıştı. Astronomiden, felsefe ve Yunan medeniyetlerinden, Zerdüşt’ten ve sosyolojiden bahsetmişti. Tüm bunlarla beraber romantik kişiliği de gözümden kaçmamıştı. Evinin bahçesi çok estetikti; birbirinden farklı çiçek ve ağaç türleri vardı. Avludaki su arkları envai balık türleriyle doluydu. Tüm bunlar, daha ilk bakışta Musa Anter’i bir köylü olmaktan çok ötelere taşıyan izlerdi. Bu denli modern ve bilgili olmasına karşın, köylülerine, kimseye uzak kalmıyor, soğuk davranmıyordu. Onların dertlerini, çilelerini, acılarını, sevinçlerini ve mutluluklarını paylaşıyordu. Duruşu ve bilgeliğiyle onlardan yüzyıl önde olsa da onlarla kol kola yürüyordu. Bundan tam on iki sene sonra, Nusaybin serhildanının ardından, 1990 yılının Temmuz ayında görebildim Apê Musa’yı. Artık 70 yaşındaydı. Onu artık yürümekte zorlanan, hasta ve acı çeken yaşlı biri olarak hayal ediyordum ama hiç de öyle değildi. Dimdik, dinamik, tam bir delikanlı gibiydi; 70 yaşında bir delikanlıyla söyleştik ...

Musa Anter ismi hemen hemen bütün Kürtler tarafından bilinmekte, özellikle Türkiye’de yaşayan Kürtler tarafından. Kimileri sizi bir yazar olarak görürken, kimileri de bir siyasetçi olarak değerlendirmekte. Siz kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendimi siyaset yapan bir yazar olarak görüyorum, diye- bilirim. Hatta elimden geldiği kadar da mizahî bir tarzda siyaset yapmaya çalışıyorum; çünkü görüş ve düşüncelerimi- zi açıkça söyleyebilme fırsatını şimdiye kadar bulamadık. Bu yüzden mizahî bir yol seçtim. Hintli yazar Beydeba da öyle yapmış. La Fontaine de vaktiyle Fransa’daki siyasî yaşamı yazdığı fabllar ile anlatmış. Benim dünyam Kürdistan ve insanlarım da Kürtlerdir. Hem Kürtler hem de Kürdistan perişan bir halde. Sanırım Kürt olmasaydım da yine Kürtler hakkında yazardım.

Siyasi çalışmalarınız dışında, Musa Anter’i Qimil, Birîna Reş ve hazırladığınız Ferheng ile tanıyorum ben. Neden bu kitapları yazma ihtiyacı his- settiniz? Bunları yazmak için birileri teşvik etti mi?

Ben bir silahşör değildim, emrimde ordularım da yoktu. Haksızlığı kabullenmeyip içime sindiremediğim için bu kitap- ları yazma ihtiyacı hissettim. Arnavutluklu bir şair şöyle der:

“İnsan ayaklar altında ezilse de gerçeği dile getirmekten vazgeçmemelidir.” Doğru olan da bu. Ben yalnız ve güçsüz biriydim. Söylemesi ayıp, cumhuriyetin kuruluşundan sonra bu işlere başlayan biriyim ve asla pişman değilim. Günden güne çevremdeki arkadaşlarım bana katıldı bir oluşum haline geldik. Hatta kimileri çalışmalarıyla beni geride bile bıraktı. İnsanlar, her zaman çocuklarının kendilerinden daha başarılı olmasını ister. Kürt gençlerinin bu çalışmalara katıldığını gö- rüyorum şimdi ve bu beni çok mutlu ediyor. Bizim zamanımızda okuyan kişi sayısı çok azdı, neredeyse yok denecek kadardı. Nusaybin’de ortaokul ve liseye gidecek kişi yoktu, yalnızca ben gidiyordum.

Sülalemizden çoğu kişi Suriye’deydi. Bu durum bana çok fayda sağladı. Okuldan döndüğüm zaman Suriye’ye gidiyordum. Orada Hawar ve Ronahî dergileri çıkıyordu. O dergilerin ve dergilerde yazan Celadet Bedirxan, Kamûran Bedirxan, Cegerxwîn, Qedrî Can, Osman Sebrî gibi kişilerin etkisinde kaldım. Doğrusunu söylemem gerekirse yazmaya da çok meraklıydım. Bu yüzden Kürtçe yazmaya başladım ve bu boşluğu doldurmak istedim.

Birçok gazete ve dergide aktif bir şekilde çalışıp yazdınız. Kısaca bahsedebilir misiniz?

Yayıncılık yaşamım 1948’de İstanbul’da başladı. O zamanlar Dicle dergisini çıkartıyorduk. O kapandıktan sonra 1950’de Şark Mecmuası adlı dergiyi çıkardık. Sözümona ülkeye demokrasi geldiğinde memlekete döndüm. Burada da boş durmayıp yine çalışmalara devam ettim. Şark Postası’nı çıkardık Diyarbakır’da. Bir yıl sonra askerlik yapmak için tekrar İstanbul’a gittim. Askerliği bitirip memlekete döndükten sonra, 1958 yılında İleri Yurt’u yayınladık. Daha sonra matbaayı satın alarak Mezopotamya’yı yayınlamaya başladık. Mezopotamya, tutuklanmamıza neden oldu. 1958-1960 arası hapis yattım. Serbest kaldıktan sonra da Ahmet Akif Başar’ın İstanbul’da yayınlanan dergi- sinde yazmaya devam ettim.

Yazdığınız kitapların üzerin- den uzunca bir süre geçti. Dergi ve gazetelerde de uzun süredir yoksunuz. Yıllardır kitap yazmamanın sebebi nedir?

Yazıyordum. Çoğu kişi de bunu biliyordu. Yayınlanmaya hazır dört kitabım vardı. Dördüne de polisler el koydu. Onlardan biri Kürtçe-Türkçe sözlüktü. Birinin adı da 38 Numaralı Hücre idi. Biri, “Diyarbekir wê şevê çiqasî reş bû/Diyarbakır O Gece Çok Karanlıktı”. Anılarımı da yazdım. O da yayınlanmaya hazır. Kısa bir süre sonra okuyucularla buluşacağına inanıyorum. Gördüğün gibi hiç de boş durmadım. Elimden ne geldiyse yapmaya devam ettim.

İstanbul’dan köyünüze döndünüz. Entelektüel bir ortam- dan ve kişilerden uzaklaşarak neden köye yerleştiniz?

Ben 1970-1975 yılları arasında 33 ay tutuklu kaldım. Hapisten çıktıktan sonra hasta düştüm ve çok yorgundum. Havadâr bir yere yerleşip soluklanmam gerekiyordu. Köyde rahat ettim. Bu durgunluk dönemim 1987’ye kadar sürdü. Daha sonra tekrar halayın başına geçtim ve yazmaya başladım.

Sana Zaloğlu Rüstem ile babasının kısa bir öyküsünü anlatayım: Rüstem daha çocukken babası onu huzuruna çağırıp, hükmümü ve bütün idari işleri sana bırakıyorum, der. Düşmanları bunu duyunca, onlara saldırır ve mal mülk ne varsa talan ederler. Ahalisi gelip Rüstem’e olanları anlatır. O da, bir şey olmaz biz de onların malını mülkünü talan etmiştik, der. Ahali bir süre sonra yine gelip, düşmanlar çadırlarınızın iplerini çözüp evimizi başımıza yıktı, der. Rüstem de, bir şey olmaz biz de vaktiyle onların evlerini başlarına yıktık, der. Ahali, böylece gidip gelirken en sonunda, düşmanlar namusumuza el attı, der. Bu sefer Rüstem sinirlenerek, işte bu olmadı, atımı hazırlayıp gürzümü getirin, der...

Bizleri de işkenceden geçirdiler. Ahalinin başına türlü belalar getirdiler. Çocuklarımızı tutuklayıp yüreğimizi yaktılar. Bir şey demedik. Dışkımızı bize yedirip namusumuza el atarak şerefimizi ayaklar altına aldılar. İşte o zaman biz de başkaldırdık. Zaloğlu Rüstem gibi elimde gürzüm de yoktu ama kalemim vardı. Şimdi elimde kalemimle bu savaş meydanında mücadele ediyorum.

Bu savaş meydanında atını dörtnala süren nice yiğitler de var. Az önce eski nesilden, yani Hawar ekolünden yazarlardan söz ettik. Eski nesil ile günümüz gençliğini kıyasladığınızda nasıl bir değerlendirmede bulunabilirsiniz?

Öncekiler hem sayıca azdı hem de eskiydi, yani klasiktiler. Lâkin yeni nesil yani günümüz gençleri modernler.

Şair veya yazar, herkes kendi kültürel birikimine göre bir şeyler yazıyor. Mesela eskiler, derin bir kültürel bilgiye sahip değildi. Medreselerde dini bir eğitimle yetişmişlerdi. Zavallılar, dünyayı gezememiş ve pek de bir şey görememişlerdi. Cegerxwîn Kamışlı’da yazarken, siz İsveç’te yazıyorsunuz; işte fark bu!

Günümüzde standart bir Kürt- çeden veya Kürt edebiyatından söz edebilir miyiz? Bildiğiniz gibi, günümüzde Kürtçe romanlar, şiirler, araştırma ve incelemeler, hatta felsefi me- tinler bile yazılmakta. Yurtdışında olmakla birlikte, bütün bunların halkımızın mücadelesine katkısı var mı? Bu çalışmaları kendi yurdumuzda yürütme imkânı doğsa nasıl bir ilerleme sağlanır sizce?

Bu çalışmaların değerini, rolünü tartışmak bile anlamsız. Böyle çalışmalar olmadan kim zafer elde edebilir ki? Edebiyat veya yazmak, mücadelenin yolunu aydınlatır. Fakat dilimiz o kadar da ilerlememiş maalesef. Yazı diline dönüşmediği sürece, dil gelişip ilerleyemez. Şu an herkes, yetiştiği yöreye göre konuşmakta. Şimdi bu köye bir kadın gelse ve bu kadının bir çocuğu olsa, bu çocuk bizim gibi değil de annesi gibi konuşur. Bu yüzden lehçelerimiz sayıca fazla ve birbirinden uzaklaşmış. İnanıyorum ki standart bir Kürtçe yazı dili oluşursa Kürtçenin lehçeleri de birbiriyle yakınlaşır. Kurmanci, Zazaca ve Sorani konuşanlar, birbirlerini daha iyi anlar. Böylece üç lehçe tek dil haline gelir.

Ayrıca şunu da belirteyim ki biz Kürtler, herkesten daha çok açız bilgiye ve yazmaya. Aç ve tok birini aynı sofraya oturt- tuğumuz zaman, ikisi de aynı miktarda mı yer? Biz de böyle bir durumdayız. Eğer Kur- manci’nin üzerindeki yasaklar kalkarsa kendi yayınevlerimizi kurabilir ve bu konuda komşularımızın önüne geçebiliriz. Ben şahsen bu düşüncedeyim.

Türkiye’de günümüz siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de bilimsel bir siyaset olmaz asla, her zaman soytarılık siyaseti olur. Onlar da iyi biliyor ki yasaklar, tutuklamalar ve işkencelerle bu iş bir çözüme ulaşmaz. Onlar da değişmeye mecburlar. Ayrıca Kürtlerin gaflet uykusundan artık uyandığını da söyleyebilirim.

Bir zamanlar Dicle Kaynağı’nda bir öykü yazmıştım. O vakit tutuklandım, işkence gördüm. Kimsin, nesin, başını ezeriz dediler bana. Nihayetinde bin bir zorlukla beni serbest bıraktılar ve ben yazmaya devam ettim. Yazdığım kısa öykü şöyle başlıyordu:

Bir karı-koca ile bir de dört yaşlarında bir çocukları varmış. Bunlar işçi sınıfından insanlarmış. Tümü uykudayken evlerine hırsız girmiş. Bunun üzerine çocuk uyanmış. Bunu gören hırsızlardan biri bıçağını çıkarıp çocuğun boğazına dayayarak, konuşursan seni öldürürüm, demiş. Diğer hırsız da gidip annesinin sandığını kırarak bütün eşyalarını alıp çuvala doldurmuş. Zavallı çocuk ne yapsın, üstelik boğazına bıçak dayamışlar. Çocuk anne ve babasını uyandırmak için yüksek sesle, “su, su, su...” deyince, hırsızlardan biri de “Sus oğlum.” demiş. Diğer hırsız, Çocuk susamış olmalı, bir şey olmaz, ona biraz su ver” demiş. Hırsız da çocuğa bir bardak su vermiş. Çocuk suyu içerken, anne ve babasını uyandırmak için: “Oh, oh, oh, ne güzel bir su” diyormuş. Ancak yine uyandıramamış onları. Bunun üzerine hırsız elini kaldırarak: “Sus yoksa ağzının ortasına bir tane indiririm” diye kızınca, çocuk sesini yükselterek başlamış bağırmaya: “Ah ağzım, ah ağzım, ah ağzım!” Sonuçta anne ve babası uyanmış ve hırsızlar kaçmış.

Beni tehdit edenlere diyordum ki: “Oğlum, ben de uyanan o çocuk gibiyim. Boynuma dayalı bir bıçak var ve annem ile babam da uykuda. Benim de amacım onları uyandırmak.”

Artık anne ile baba uyanmış ama, yüreğim ferah. Hırsızların kaçmaktan başka yolu yok. Şimdi veya sonra, elbet bir gün kaçacaklar.

Yurtdışındaki kültür emekçileri için tavsiye ve nasihatleriniz nelerdir?

Yurtdışındaki çalışmalarınızı çok beğeniyorum. Mesela Jön Türkler de yurtdışında çalışmalarını sürdürüyorlardı. Gandi İngiltere’de, Ben Bela Fransa’da kendini yetiştirdi. Biz de bir gün yurda döneceğinizi umuyoruz. Yurdunuza sahip çıkıp gücü elinize alacaksınız.

Hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmayın. Ulusların uzun bir tarihi vardır. Şimdi 70 yaşındayım. 55 yıldır bu mücadeleyi vermekteyim. Halen umudumdan zerre kadar bir şey kaybetmedim. Yaptığınız çalışmalar, çok değerli. Belki şimdi hiçbirinin değeri anlaşılmaz ama gün gelecek, yazdığınız her şey bir bayrak gibi dalgalanacak.

Nusaybin, 1990

[/pl_text]
[/pl_col]
[/pl_row]