M. ENDER ÖNDEŞ

Bi’şey sorabilir miyim ya?” diye seslendi adam. Genç, biraz da sarışın. Yüzünde beyaz bir ameliyat maskesi var.
“Sor abe” diye yanıt verdi çocuk.
Göz ucuyla kameranın kadrajında olup olmadığını kontrol ettikten sonra konuştu adam: “Ya hiç param yok da, burada yemek yiyebileceğim bir yer var mı bildiğin? Ya da bana yemek alabilir misin, senden rica etsem?”
Bir baktı çocuk şöyle; ama iyi baktı, derinden, bin yaşında bir adam gibi baktı ve karşısındakinin her akşam gelip avantadan yiyip içenlerden biri olmadığına karar verdi. “Alırım abe” dedi, “Döner alayım?” Omuzlarını kaldırıp ekledi sonra: “Canın ne istiyorsa alayım.”
“O zaman, bana bir tane döner söylersen sevinirim ya” diye konuştu adam, sesini hafif titreterek. Çocuk, arkadaşından para alırken yeniden kamerayı kontrol edip, “Zahmet etme. Çok para o ya” gibi ezik birkaç şey mırıldandı ağzının içinde. Takmadı çocuk, fırlayıp gitti. Aynı hızla geri döndü ama: “İçinde ne olsun abe?”
“Fark etmez” dedi adam, “ne olursa…”
“Lavaş olsun?”
“Tamam, lavaş olsun.”
Arkadaşı müdahale etti kenardan: “Bir tane değil. Abeye iki tane al belki evine de götürür. Hatta bir tane al, bir de büyük kola al.”
Diller çözülmüştü artık. Çocuk dönerciye doğru koşarken, fırsatı kaçırmadı adam, berikine döndü: “Senin ismin ne?”
“Nihat.”
İkinci soru geldi sektirmeden: “Kaç yaşındasın?”
‘Taş atarken öldüm ben ’
Durdu çocuk. Sustu. Başını önüne eğdi bir süre. Sonra, delip geçer gibi baktı adamın yüzüne. Göz ucuyla çevreyi kontrol etti bir, göz kırpar gibi yüzünü buruşturarak, “Hangisini soruyorsun” dedi.
“Anlamadı herhalde” diye düşünüp yeniden sordu adam: “Kaç yaşındasın, onu diyorum?”
“Eski yaşımı mı?” dedi çocuk.
Şaşırdı adam. “Nasıl yani” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Eskisi yenisi mi var yaşın ya?”
“Var” dedi çocuk sesini alçaltarak. Sonra iyice alçalttı sesini: “On iki yaşındayım ben. Eskiden öyleydim yani.” Şaşkınlığı giderek büyüyen adam, ellerini iki yana açtı: “Anlamadım ki şimdi ben. Eskiden derken…”
İyice alçalttı sesini çocuk, adama doğru yaklaşıp fısıldadı: “Ben öldüm yani. Anlıyorsun?”
“Hayır” dedi adam, şaşkınlıkla geriye bir adım atıp saçlarını karıştırdı, ileride, pazarcıların arasından çekim yapan arkadaşına baktı bir an. “Çok şakacısın herhalde.”
“Şaka değil” dedi çocuk yine fısıltıyla ama daha sert bir sesle. Durup “Sana bir kavun hediye edelim” diye dilimlerden birini uzattı adama. Teşekkür edilmesine izin vermedi: “Afiyet olsun abem, ne demek yani?”
Sonra yine, “Şaka değil” dedi aynı ciddiyetle ve fısıldayarak. “Vurdular beni. Esas Cizreliyiz biz, anlıyorsun? Taş atıyorduk polise o gün. Beş yıl önce…” İrkildi adam, tuhaf bir şeyin içine girmenin sıkıntısı bastı. “Neden?” diye sordu refleksle. “Polistir” diye tek kelimeyle yanıtlayıp devam etti çocuk: “Polistir. Taş atıyorduk biz. Gaz geliyordu sonra. A böyle bembeyaz oluyordu ortalık. Sonra panzer vardı ta yukarıda, mavi renkli, duman çıkartıyor hani, biliyorsun? Oradan biri koca bir silah çıkardı. Görmedim önce ben. Sonra gördüm ama. Ateş çıktı ucundan, mavi bir ateş, düştüm ben. Kafamın arkasından, ha şuradan vuruldum, düştüm. Çocuklar kucaklayıp götürdüler, bir şeye bindirdiler. Ben hatırlamıyorum. Öldüm sonra.”

Soğuk soğuk terlemeye başlamıştı adam. “Ters giden bir şey var burada” diye düşündü. Merak da ediyordu bir yandan ama. “Peki, sonra?” diye sordu, bir yandan ortalığı kolaçan ederek “Hiç. Buradayım şimdi işte” dedi çocuk, “Ölünce istediği yere gidiyor insan. Hep Diyarbakır’a gelmek isterdim, babam yarın yarın deyip dururdu, şimdi geldim işte. Ölünce…”
“Peki, sen ölünce…” diye alaycı bir ses tonuyla söze başladı adam, bir yandan kürek kemiklerinin arasında tuhaf bir ürperti… “Olmadı bi’şey” dedi çocuk başını iki yana sallayıp, “Olmaz bi’şey bizim burada. Annem ağladı. Çok ağladı. Mahkeme oldu, babamlar hep gittiler. O polise ceza verdiler, sonra dediler ki bu polistir, yazıktır, günahtır, çoluğu çocuğu vardır, zaten burası Cizre’dir, normaldir…”
Durdu biraz, güldü. “Sonra o cücük boylu biri vardı, başbakandır nedir, dedi ki o, polisimiz yapmamıştır…”
Çoktur burada ölüler!
Sırtından ter boşanıyordu artık adamın. “İşler iyice sarpa sardı lan” diye mırıldandı kendi kendine. “Ya öteki çocuk?” diye sordu, elinde döner ve kola kutusuyla geleni başıyla işaret ederek. “Muhammed’i diyorsun? Onunki başka. Onu ezdiler. Evlerine böyle çarpınca, hani o mavidir dedim ya, işte onunla güm diye çarpınca duvara, kardeşiyle birlikte öldü. Ezildiler yani…”
“Yok artık ya” dedi adam, son bir gayretle, “İyice mezarlığa benzettin burayı sen de. Bizi de saf buldun sallıyorsun. Gerçek mi bunlar yani?” “Estağfurullah abe, ayıp ediysen. Hiç öyle şey olur? Gerçektir. Çoktur burada ölüler. Bak şu kahveye her gün bir adam gelir. Yetmiş yaşında. Nasıl yaşlı ama görsen. Ta yukarıda Seyrantepe’de dar bir sokak var, biliyorsun? Orada vurmuşlar onu. A böyle kafasına ateş etmişler. Her gün gelir, kürsülere oturur, surlara bakar, gözünün yaşını siler, defterine bir şeyler yazar…”
Önce döneri verdi öteki çocuk bu arada. Sonra kolayı uzatıp, “Buyur bunu da iç abe” dedi gülümseyerek. “Allah razı olsun, çok teşekkür ederim” diyebildi güçlükle adam. Dili tutulmuş gibiydi, kalakalmıştı öyle. Hiç tanımadığı başka bir dünyanın içinde sıkışıp kalmıştı sanki… Sonra bu kâbustan bir an önce kurtulmanın telaşıyla çantasına davrandı, “Bak şimdi okullar açılıyor, sen bana büyük bir iyilik yap…” diye söze başlamışken durdurdu onu çocuk. “Yok, abe” dedi, “ayıp ediysen, afiyet olsun. Ne demek yani?” Öteki çocuğa doğru baktı sonra, acı acı gülümsedi. “Bize gerekmez hem. Biz… Biliyorsun işte, biz…”
Durdu bir an, uygun sözcükleri arayıp buldu sonunda: “Çocuğun varsa, ona götür. Allah onu sana bağışlasın. Allah onu senden ayırmasın…”
Yürüyüp gittiler sonra. El ele tutuşup yürüyüp gittiler. Yürüdükçe silindiler, hiç olmamış gibi, hiç yaşamamış gibi, hiç doğmamış gibi…
Öylece kaldı adam. Kocaman bir kalabalığın içinde. Tek başına…