BARIŞ AVŞAR
“Senin elinle şekillenenin yazgısını belirledim
Ona yiyecek ekmek verdim
Sen de benim elimde şekillenenin yazgısını belirle
Sen de ona yiyecek ekmek ver.”[1]
İki Mezopotamya tanrısının insan yaratmaya çalışırken yaşadıkları çekişmeyi anlatan bu yazıt, şehirli tanrıları yaratırken insanın yaşadığı zorluğun aynasıdır. İki nehir arasında bir yerdesiniz. Artık eskisi gibi yaşayamıyorsunuz. Eskisi, çokça gidilip tüketilmiş yollar… Geçilmiş onbinlerce yıl, gidilmiş onbinlerce kilometre. Şimdi durma, durup yerleşme zamanı… İlk kentin/kentlerin şafağı doğuyor. İnsanın o güne kadarki macerası içinde kendisini en güçlü hissetmesi gereken an. Güçlü hissedip güç işler başarması gereken zaman…
İnsan yaratayım derken yanlışlıkla kendine hayrı olmayan, kendini beslemeyi bile beceremeyen, bakıma muhtaç bir garabet yaratıp sonra da onun için yardım dilenecek kadar iyi kalpli tanrıya/tanrılara ihtiyaç var. Yeni tanrılara…
Herhalde bu yüzden insanlığın kent inşa etme deneyiminin ilk adımlarından biri olan Eridu’da tanrı Enki’nin tapınağı merkez olmuştur. Eğer bir yerde öncekilerden farklı olarak daha kalabalık ve daha uzun süre kalmaya niyetlenilmişse, merkezde en güvenilir yer olmalı: Tanrının evi!
Sonra Ur’a ve başka kentlere de taşınacak şekilde tanrıların evleri hep merkezdedir. Ama sadece fiziki olarak değil, kent/devletlerin tarihlerinin de merkezleridir tapınaklar. Eridu, inanışa göre kent devletlerden oluşan Sümer Krallığı’nın, dolayısıyla insanın ‘cennetten yere indiği’ ilk merkez kabul ediliyordu. Ama sonraki dinlerde kötücül ‘ilk düşüş’ anlatılarınn tersine, kutsal bir yer olarak anlatılıyordu. Bu yüzden kentte bin yıldan uzun bir süre içerisinde o ilk yapılan tapınağın üzerine defalarca yeniden tapınaklar inşa edildi. Tanrılar tarafından yaratılıp yere ‘yollandığına’ inanılan insan, ilk ayak bastığını düşündüğü yerden uzaklaşmak istemiyordu belli ki. Ve onu kalıcı kılmaya çalışıyordu. Öyle ki Eridu, bir şehir olarak varlığı sona erdikten sonra da Enki’nin o üç metrekarelik[2] ilk tapınağı hatırına ‘kutsal yer’ olmaya devam etti. Enki’nin tapınağı ilk kez Güney Mezopotamya’da ortaya çıkan, birden fazla bölümü bulunan, dışa karşı eski yapı örneklerine göre daha korunaklı mimari planın bilinen en eski örneklerindendi. Sonrasında yüzyıllar boyunca başka inanışların yapı planları için de örnek oluşturdu.
Irak’ta diğer Sümer şehirleri ile birlikte bulunduğu bölgede yakın tarih boyunca bitmek bilmez savaşlar yaşandığı için, sırları bugün de tam olarak keşfedilememiş olsa da insanın kentlileşme deneyiminin bize anlattığı çok şey var. Herkesin tanrılar katında kendisini temsil eden bir ‘şahsi tanrısı’ olduğuna inanılan inanç düzeni içerisinde işleyen Sümer için Eridu, bir kitabeye göre “kutsal bölgede var edilen beş şehirden birincisiydi.”[3] Kerpiç yapılardan oluşan kent, kendisinin devamı olan Uruk’ta yapı ve malzeme açısından çeşitlilik gösteren başka bir hale dönüşürken, insanı yaratan tanrıların ‘ilk evi’ olmaya da devam edecek ve kent yerleşiminin bitmesinden sonra da uzun süre kutsal alan olarak ziyaret edilecekti.
Kendisini küçülten insan
Tarih, kendisini yaratıcıları karşısında en eski inanışlardan bu yana ‘eksik’ hisseden insanın, varlığını devam ettirebilmek için ondan uzaklaşmayı bile göze alamamasının örneklerine sık sık tanıklık etti. Dicle ve Fırat arasında başlayan kentin varoluşu aynı zamanda bu döngünün de hikâyesiydi. Koruyucu, dolayısıyla kutsal kabul edilen hem kerpiçle, taşla, tuğlayla yeryüzünde hem de mitlerle, efsanelerle, menkıbelerle zihinlerde yeniden inşa edilip durdu. Yaratıcısının gücüne saygı göstermek isterken kendisini küçülten insan, sonunda yaratıcının elçisi/temsilcisi hatta kendisi olarak önüne çıkan egemenler önünde eğilmeye mecbur bırakıldı. Bu mecburiyet de kurumsallaştırıldı. Mezopotamya’da ziggurat, Mısır’da piramit, Yunan’da naos olarak devam etti gitti, Enki’nin üç metrekarelik evi. Sinagoga, kiliseye, camiye dönüşerek sürdürdü kendisini ‘ilk tapınak’…
İnsan ne yapacak, ne yapmalı?
Bugün artık sınırları Fırat’la Dicle arasının çok ötelerine geçmiş insan uygarlığı, tarihinin herhalde en büyük çaresizliğini, biten 2020 yılı içerisinde yaşadı. Uzun süredir unutulmuş görünen eski ama meğerse eskimemiş bir bela, bulaşıcı hastalık, mevcut bütün dertlerin üzerine gelip önüne geçerek kendisini en acımasız şekilde –ve evet– ‘bu çağda’ yeniden gösteriverdi.
İlk şehrin kuruluşundan 5 bin yıl sonra günümüz şehirlerinde savaştan kaçan göçmen, açlık sınırında bir gelir için çalışan emekçi, güvenilir bir gelecek isteyen ama bunun için kendisine hiçbir şans verilmeyeceğini gören genç, yeniden ve yeniden şiddetle sınanan kadın, anadilini konuşarak yaşama hakkı bile tanınmayan halklar çaresizlik içinde bırakılmış durumda zamane şehirlerinde.
Ve gelecek yılın daha iyi olması için ‘güvenilir tanrılar’ yaratıp peşlerine düşerek kendilerini avutmaya devam edecek halde de değiller.
İnsan ne yapacak? Kendi yarattığı, o yüzden kendisine mahkûm, aciz yeni tanrılar yaratmaya ve onların karşısında kendisini eksik/zayıf görüp peşlerinden gitmeye yeniden mecbur mu bırakılacak bunca zaman sonra? Yoksa değil bir yıl, bir gün daha buna katlanmamak, doğuştan arızalı bugünün tanrılarının elinden kurtulmak için mücadeleye mi atılacak?
Yeni yıla anlamını katacak olan bu sorunun yanıtıdır.
İyisi olsun…
[1] Sümer Mitolojisi, Samuel Noah Kramer, Kabalcı Yayınları, 1999, s. 134.
[2] Kentin Mucidi Mezopotamya, Gwendlyn Leick, Say Yayınları, 2019, s. 26.
[3] Tarih Sümerde Başlar, Samuel Noah Kramer, Kabalcı Yayınları, 1999, s. 190.