Dr. Özge Ertem
1880 yılının Haziran ayında Diyarbekir’de kadınlar ve çocukların da dahil olduğu, Müslüman ve gayrimüslim topluluklardan oluşan kalabalık bir ahali, vilayetin İdare Meclisi’ndeki Müslüman ve gayrimüslim eşraf ve yöneticilere karşı bir protesto ve isyan gerçekleştirdi. Belgelere göre olayın ve halet-i ruhiyenin merkezinde ekmeğin, geçim derdinin ve nafakanın yer aldığı bir eylem, bir ekmek isyanıydı.
Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1877-1878) Osmanlı İmparatorluğu’nda yarattığı ekonomik ve sosyal tahribat, 1870’lerin ilk yarısından itibaren gündelik hayatta etkisi hızla artan borçlanma ve ekonomik krizin sonuçlarını derinleştirmiş, özellikle yoksul kentlilerin, muhacirlerin ve imparatorluğun değişik bölgelerinde toprak sahibi olmayan, farklı milletlerden köylülerin geçim derdini artırmıştı. İstanbul’da, imparatorluğun başkentinde, sarayın duvarları ötesinde durum neydi? 23 Mart 1879’da İstanbul’da “ahaliden birtakımı[nın] bazı evhama tabi olarak kendilerine tahsis olan mikdardan ziyade” ekmek almaları söz konusu edilerek, muhtarlar ve imamlara tebligat gönderilmişti. Her bir fırına teftiş ve nizam sağlamak üzere gönderilmiş olan zabıta memurlarına destek olmaları, civar fırınları kontrol etmeleri ve mahalle “ahalisinden bulunan zevatın kendilerine yetişecek mikdardan fazla nan-ı aziz [ekmek] almamalarına” dikkat etmeleri isteniyordu.
[1] Kâğıt paranın değeri giderek düşmüş, 1878 yazında altının üçte biri değerine gerilemiş, sonunda tedavülden kaldırılmış ve devalüasyon ekmek fiyatlarını doğrudan etkilemişti.[2] Hükümet hızla yükselen ekmek fiyatlarını kontrol altında tutmaya çalışmış, ancak darlığın önüne geçebilecek önlemleri yeterince alamamıştı. Karne sistemi ile yoksullara ve muhacirlere ekmek dağıtımına dair yönergeler gönderilmişse de fırınlar Beşiktaş gibi bazı semtlerde yoksul muhacirlere kuponları olduğu hâlde bedava ekmek vermeyi reddetmişti.[3]
Osmanlı kadın hareketinin önemli aktörlerinden ve meşrutiyet döneminin az bilinen yazarlarından Emine Semiye’nin Sefalet adlı romanının 1880 yılında geçen “Açlık” adlı bir bölümle başlaması tesadüf değildir: “1296 senesi Teşrinievvelinin [Ekim-Kasım ayının] yirmi dördüncü günü sicim gibi yağmur yağmakta olduğu hâlde Aksaray’dan yukarı doğru iki sefile düşe kalka yürümekteydiler.”[4] Romanın hikâyesinin başladığı tarih, miladi takvimle 5 Kasım 1880’dir. Açlıktan ve ekmek arayışından yorgun düşen iki yoksul kadın, “Sefile” ve “Zenciye”, Çemberlitaş’a varır ve Sebil’in önünde soluklanırlar:
“Sefil kız, kuvvetinden kesilip Sebil’in nihayetindeki çeşmenin kenarına oturuverdi. Başını da duvara dayadı. Zenciye, Sefilenin ıslak yüzünü kuruttuktan sonra yine kâtibâne bir Türkçe ile: –Küçük hanımcığım! Artık açlığa tahammül edemeyecek misin? Bak yaklaştık, dedi. Sefile, zenciyenin elini muhabbetle sıkarak: –Çare yok! Tahammül etmeliyim; evdeki kocaman çocuklarımız bile bugün aç duruyorlar. Avukatın talep ettiği beş yüz kuruşu nereden bulacağız?”[5]
“Sefile”, “midesinde açlıktan hasıl olan şedîd [şiddetli] bir baygınlık”la “zenciye” ile ayrıldıktan bir süre sonra Çemberlitaş’a yeniden gelmiş ve köpeklere ekmek doğrayan ihtiyar adamın ekmeklerine “açlıktan siyahlanmış gözleriyle” bakakalmıştır. Romanın bu ilk bölümünde açlık, yoksulluk ve ekmek kavgasının bir sahnesi olarak karşımıza çıkan İstanbul’un Çemberlitaş semti, romanın tarihinden birkaç ay önce gerçekten de ekmek kaynaklı bir kargaşa ve protestoya tanıklık etmiştir. Savaş sonrası İstanbulu’nda yükselen ekmek ve gıda fiyatları sadece çoluk çocuk sokaklarda yaşayan muhacirleri değil, tüm kent yoksullarını etkilemişse de muhacirler “yerli” olmadıklarından ötürü daha çok göz altında ve kırılgandır. Çemberlitaş fırınını yağmalamaya teşebbüs etmişler, sonucunda “inzibati tedbirler” alınmıştır.[6]
İstanbul’da fırınların önünde bunlar yaşanırken, Diyarbekir vilayetine bağlı bir sancak olan Malatya’da da aynı günlerde benzer bir hadise gerçekleşir. 17 Mart 1880’de on beş yirmi kadının öncülüğünde iki bin kadar kişi Hükümet Konağı’nı basar, bir hububat dükkânını yağmalar, değeri düşen beşlikten dolayı kapanan dükkânlar sebebiyle yakınır, kimi zaptiyeye fiziksel olarak saldırır, camları kırar ve bazı eşraf ile yöneticilerin görevden alınmasını talep ederler.[7] Yoksullaşma ve uygun fiyatlı gıdaya erişim sağlanamamasında devletin kriz sebebiyle aldığı devalüasyon kararının rolü büyüktür. Ancak bu tek unsur değildir. Kriz bölgeyi kuraklık ve kıtlığın etkileriyle mücadele ederken vurmuş, gıda fiyatlarının yükselişinde bu koşullarda bölgede hububatı ve gıdayı ellerinde bulunduran ticari aktörler ve eşraf da etkili olmuştur.
Birazdan ayrıntılarını okuyacağımız ekmek isyanı ise Malatya’daki olaydan sadece birkaç ay sonra, Haziran 1880’de, kıtlığın etkisini sürdürdüğü Diyarbekir’de gerçekleşir. Vakayı konu alan (arabaşlıkları dilop’a ait) aşağıdaki yazı, ilk olarak Şubat 2010 tarihli ve 194 no.lu Toplumsal Tarih dergisinde, Ebru Aykut editörlüğündeki “19. Yüzyılın Nizama Gelmez Aktörleri” dosyasında yayımlanmıştır.[8] Hrant Dink Vakfı’nın 11-13 Kasım 2011 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlediği uluslararası “Diyarbekir ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı”nda vaka İngilizce olarak sunulmuş, Hrant Dink Vakfı çatısı altında Türkçeye çevrilerek 2013 yılında diğer tebliğlerle birlikte basılmıştır.[9] Bu dosya, Osmanlı ve İngiliz arşivlerindeki belgelerin karşılaştırmasından yola çıkarak yaptığım vaka anlatısının dilop için bir giriş, sonuç, ek dipnotlar ve kısaltmalarla zenginleştirilerek gözden geçirilmiş versiyonunu içermektedir.
Ekmek isyanı vakası, bugün de iklim, ekonomik kriz, ucuz gıdaya erişimin nasıl sağlandığı (ya da sağlanamadığı) soruları ve afet/felaket koşullarında farklı topluluklar arasındaki dayanışma/çatışma ilişkilerini yeniden düşünmeye bir zemin olabilir. Vaka, anakronik retrospektif bir bakış açısıyla bugünü geçmişe yükleyen, çeşitli dinî/etnik topluluklar arasındaki gündelik sosyo-ekonomik karşılaşma ve ilişkileri süresiz ve sürekli şekilde özcü bir kimlik algısına hapseden anlatılara bir alternatif olarak okunabilir. Yoksullaşma ve adalet talebiyle bağlantılı olarak farklı biçimlerde dile gelen “ahlaki ekonomi” kavramını ve geçim/nafaka derdi üzerinden yapılan gündelik sosyo-ekonomik ittifakları da hatırlatır.[10]
İttifaklar oluşturabilen geçim derdi, aynı zamanda topluluklar arası şiddeti de körüklemiştir. Bölge tarihini sosyo-ekonomik bir bakış açısıyla analiz eden Stephen Duguid, savaş sonrasındaki devalüasyonun kentte ticari faaliyetlerde bulunan Kürt aşiretlerini doğrudan, yerleşik köylüleri ise dolaylı olarak etkilediğini yazar. Aynı yıllarda bölgeyi vuran kuraklık ve kıtlık, önce hayvanları açlık ve hastalıktan ölen kimi Kürt aşiretleri üzerinde uzun vadeli ve yıkıcı ekonomik sonuçlara yol açmıştır.[11] Özellikle Ermeni köylerinden gelen, aşiretlerin yağma ve şiddet haberleri ise Duguid’in bahsettiği, devalüasyonun dolaylı etkisine ve kent ile kır deneyiminin farklarına işaret eder. Devalüasyon, köylüleri ilk etapta doğrudan etkilememiştir. Ancak kıtlık etkilemiştir. Savaşta zaten azalan tarımsal ürün, kuraklık ve sert kış sonrasında asgari düzeydedir. Açlıktan ölümlerin en fazla görüldüğü grup olan göçebe Kürt aşiretleri ise kayıplarını, özellikle geçtikleri bölgelerde yerleşik olan ve kıtlıkta kendileri de yoksullaşmış, tohumluk ürünleri dahi neredeyse kalmamış köylüler (daha çok Ermeni köyleri) üzerinden çıkarmaya çalışmıştır. Bu durum bölgede kıtlık sırasında aynı zamanda şiddet olaylarının da artmasına sebep olmuştur. Yazı, ekmek isyanına gündelik ittifakların bir sahnesi olarak bakmanın yanı sıra, özellikle Van’da kıtlık bağlamında yaşanan yağma ve şiddet olaylarına da değiniyor. Dolayısıyla, bölge halkları arasında yoksulluğun ve yoksunlaşmanın önemli unsurlarından olduğu dayanışma ve çatışma vakalarının, afet sırasındaki eşzamanlı deneyimine dair bir not düşüyor.
***
‘Önce Ekmekler Bozuldu’:[12]
1880 Diyarbekir Ekmek İsyanı
27 Mayıs 1880 tarihinde, Protestan cemaate hitap eden New-York Evangelist dergisinde, Diyarbekir Protestan Ermeni cemaatinin ruhani lideri Boyacıyan’ın 9 Nisan tarihli bir mektubu yayımlanır. Mektup, Osmanlı Devleti’nin Doğu vilayetlerinde 1880 yılında ortaya çıkan ve en az 10 bin kişinin ölümüne yol açan kıtlığın önemli belgelerinden biri olup Diyarbekir’deki durumun ciddiyetini yerinde tespit etmektedir:
“Savaşın sefaleti daha üstümüzden kalkmadan yeni ve büyük felaketlerle karşı karşıya kaldık. Halk büyük bir kıtlık yüzünden perişan; ekmek normal fiyatının en az on altı kat üstüne fırlamış durumda. Ekmeğin yerine koyulabilecek her şeyin fiyatı çok yüksek. Musul, Mardin, Siirt, Van ve Bayezid’e göre burası yine de daha ucuz. Bu şehirde yardımla yaşayan dört binden fazla insan var; sokaklar dilencilerle dolu ve bunların pek çoğu açlıktan ölüyor. İngiliz halkının yardımsever eli her ne kadar bu zavallı insanlara uzanıyor olsa da, kıtlık o kadar dehşet boyutlarda ki hiçbir yardım ülkeyi kaçınılmaz felaketten kurtaramaz. Sert kışın şiddeti yoksulun acısını on kat daha arttırdı. Tanrı yardımcımız olsun!”[13]
Boyacıyan’ın Diyarbekir’deki durumu naklettiği mektuptan yaklaşık üç hafta sonra, padişah iradesiyle “hayli vakitden beri yağmur yağmaması sebebiyle mezruatca [ekinler] rahmet-i rahmanîye eşşed [çok şiddetli] ihtiyac derkâr [âşikâr] bulunduğundan sair senelerde bârânın [yağmurun] inkıtâı [kesilmesi] esnalarda icra olunageldiği gibi” yine yağmur duasına çıkılması istenir ve camii olarak kullanılan Ayasofya’nın imamı Hafız Efendi nezdinde belli başlı din adamları yağmur duasına çıkar.[14] İstanbul’daki bazı okullarda da toplu yağmur duaları düzenlenir. Kuraklığın etkisi merkezde de belirgindir.
Temel sorun kıtlık mı?
Coğrafi konumu itibariyle dağlık ve zorlu kış koşullarının hüküm sürdüğü doğu vilayetlerinde ise, kurak geçen kısa bir dönem dahi, orada yaşayan halk üzerinde uzun dönemli, hayatlarını felce uğratabilecek etkilere yol açmaktadır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın üzerinden henüz çok geçmemiş, insan gücü ve kaynaklar savaş esnasındaki seferberlikte zaten yeteri ölçüde erimiş, imparatorluğun içinde bulunduğu ekonomik darboğaz, halkın vergi yükünü bu koşullarda iyice ağırlaştırmıştır. Kenara yemeklik buğday dahi koymak artık iyice zorlaşmıştır. Üzerine gelen sert kış Erzurum, Van, Diyarbekir ve Musul’da ciddi sonuçlara yol açar.[15] Van ve Diyarbekir’den daha 1880’in Ocak ayından itibaren açlıktan ölüm haberleri gelmeye başlamıştır. Konsolos Clayton’un Haziran ayında yazdığına göre, açlıktan ölen 10 bin kişinin yüzde doksan sekizi, bu koşullarda tek geçim kaynakları olan hayvanlarını kaybeden Kürtlerden oluşmaktadır.[16] Hem yiyecek hem de geçim ve ticaret kaynağı olan hayvanlarını kaybeden çoğu Kürt aşireti, daha sonra dağlardan inecek ve çareyi yakın köylere yağma ve baskınlar düzenlemekte bulacaktır. Bu yağmalardan en çok etkilenenler, hem Osmanlı hem de İngiliz belgelerine göre, özellikle Erzurum’un Bayezid ve Eleşkirt bölgesi ile Van civarındaki köyler olmuştur.[17] Kıtlık, zaten kendileri de gündelik ihtiyaçları için mücadele etmekte olan ve esas olarak Protestan misyonerler, İngiliz konsoloslar ve Patrikhane’nin yardımlarıyla ayakta kalan Ermeni köylüleri ile göçebe aşiretler arasındaki sorunları derinleştirmiştir.[18]
Van köylerinden büyük oranlarda açlık ve yağma haberleri gelirken, durum yukarıda bahsi geçtiği üzere Musul ve Diyarbekir’de de farklı değildir. Fakat kıtlığın şehir merkezlerinde doğurduğu çatışmalar ve bu çatışmaların aktörleri farklıdır. Bu çatışmalar, kıtlığı derinleştiren hatta çoğu yerde felakete dönüştüren ve şiddet eylemlerini körükleyen unsurun, yağmurun veya buğdayın azlığı çokluğundan öte, yerel koşullarda kaynaklar üzerinde kimlerin hak ve söz sahibi olduğuyla [ve ekmek isyanında olduğu gibi bu bilginin halk tarafından nasıl yorumlandığıyla] ilgisi bulunduğunu ortaya koymaktadır.[19] 14 Haziran 1880 günü, Diyarbekir’de, yukarıda özetlediğimiz kıtlık ve açlık ortamında, Vali İzzet Paşa’nın deyişiyle “yüz yüz elli kadar sebükmağz”ın [ahmak; bu bağlamda bir nevi çapulcu] gerçekleştirdiği ekmek isyanı, bu durumu kanıtlar niteliktedir. Bu isyan aynı zamanda, hep etnik bir anlatının gölgesinde sıkışan bölge tarihine başka bir açıdan bakmamız için bir pencere açar [en azından 1880 yılı için… bir ihtimal olarak].
‘Fiyatı âlidir!’
Halep’teki İngiliz Konsolosu Henry D. Barnham’ın 19 Haziran’da Diyarbekir Konsolosu Binbaşı Henry Trotter’e yazdığı olayla ilgili inceleme raporu bize hem olayın ayrıntılarına dair bilgi verir hem de Osmanlı belgeleri ile bir karşılaştırma imkânı sunar.[20] Böylelikle aynı olaya dair, farklı gözlerden paralel bir okuma yapmak mümkün olabilecektir.
Barnham, raporuna, ekmek fiyatının Diyarbekir’de ne kadar yükselmiş olduğunu anlatmakla başlar. O sırada Diyarbekir’de ekmek fiyatı 90 paraya kadar fırlamıştır. Boyacıyan’ın yukarıda aktardığımız mektubuna göre, bu artışın oranı neredeyse normal fiyatının on altı katı kadardır. Barnham’a göre halkın kafasını asıl kurcalayan şey, sadece pahalılıktan ziyade, daha kısa bir süre önce Harput ve Sivas’tan gönderilen yüksek orandaki tahıla ne olduğudur. Daha doğrusu ne olmuş da yeni ürün alınabildiği ve memleket sınırından içeriye en azından şimdilik halkı kurtaracak yeterlilikte tahıl girdiği halde fiyatlar bu kadar yükselmeye devam etmiştir? Barnham’a göre, bütün bu sorular karşısında oluşan rahatsızlık ve kızgınlık, okları İdare Meclisi’ndeki [Diyarbekir Vilayeti İdare Meclisi] belli üyelere yöneltmiştir. Bunun sebebi, bu üyelerin sadece siyasi konumdaki yöneticiler olmaları değil, doğrudan şehrin tahıl ve buğday stoğunu sağlamakta ticari olarak etkin kişiler olmalarıdır. Bu kişiler, halkın genel kanısına göre, “şehrin ihtiyacı olan tüm buğdayı kendi bencil amaçları uğruna tüketmişlerdir.”[21] Şöyle ki, bu kişilerin en başında gelen ve isyan sırasında halkın asıl hedefi olan, İdare Meclisi üyesi, Katolik Ermeni muteberanından Oseb Kazazyan,[22] uzun bir zaman önce şehrin ekmeğini 50 paraya sağlayacağının güvencesiyle, bir çok tahıl tüccarının ismini, sağlayacağı tahıl miktarını ve fiyatını içeren bir liste ile hükümetle kontrat yapmış fakat ilk posta tahıl tükendiği anda, bu liste tamamıyla değiştirilmiştir. Barnham, dört ay önceki yoğun kıtlık ortamında fiyatı kontrat fiyatının üstüne çıkarmanın meşru olduğunu, fakat ekmek fiyatının, Harput ve Sivas’tan Diyarbekir’e tahıl gönderildikten sonra düşmüş olduğunu yazar. Hatta Diyarbekir’e gönderilen tahıldan, kıtlığa daha şiddetli bir şekilde maruz kalan Cizre ve Musul’a da bir miktar gönderilmiştir.
Halk, Cizre ve Musul’a tahıl gönderilmiş olsa dahi ekmek tedarikçileri tarafından iddia edildiği gibi şehirde sadece dört günü idame ettirecek kadar buğday olduğuna inanmaz. Şehre genel bir huzursuzluk hâkim olur. Bu genel huzursuzluğu, fırınlar tarafından halka kirli ve bozuk unlarla yapılan kötü ekmeklerin verilmesi iyice körükler. Zaten isyandan önceki hafta şehre ekmek sağlayan sadece iki fırın kalmıştır. Onlar da bu derece kötü nitelikteki ekmekleri bir de bu denli yüksek fiyatlarla piyasaya sürünce, Barnham, artık halkın kızgınlığının iyice artmış olduğunu yazar. Başta Oseb Efendi olmak üzere, şehirde ticari faaliyetleriyle ün yapmış çeşitli meclis üyeleri, ekmeği söz verdikleri fiyata sağlayamadıkları gibi, halkın önüne “yenmesi mümkün olmayan buğdayı” koymakla suçlanırlar.[23]
İsyanın gerçekleşmesinden iki gün önce, halktan birkaç kişi tarafından Oseb Efendi, Hacı Mehmed, Serkis Ağa, Minasyan Ohannes Efendi ve birkaç kişinin daha meclisteki görevlerinden alınması, hâlihazırdaki ekmek kontratının iptal edilerek ekmeğin fırıncıların inisiyatifiyle sağlanması taleplerini içeren bir dilekçe yazılır. Konsolos Barnham, raporunda yalnızca dilekçenin içeriğinden bahseder. Fakat Vali İzzet Paşa, olayı İstanbul’a aktardığı telgrafına ek olarak bu dilekçeyi de koyduğu için, belgenin aslına ulaşmak mümkün olmuştur. Dilekçe, sadrazamlığa ve akabinde Rusya, Prusya, İngiltere, İtalya, Fransa, Nemçe Devletleri Sefaretleriyle Ermeni ve Rum patriklerine, Yahudi Hahambaşılığına ve Masis gazetesine hitaben “Umum Müslim ve Gayrı-müslim Diyarbekir ahalisi” imzasıyla yazılmıştır. Dilekçede, “Hınta, yağ, ağnam ve nafakanın” tamamının “Mardinli Kazazyan Oseb ve Çerçiszade Hacı Mehmed vesair muhtekirler tarafından zabt” olunduğu, bu sebepten “ahalinin gayet perişan” bir hale düştüğü ifade edilmektedir: “Parası olan nafaka bulamıyor. Olmayan büsbütün telef olmaktadır.” “Acizanın” Vali Paşa’ya ve İdare Meclisi’ne müracaat ettiğini fakat hiçbir sonuç alamadığını yazmakta ve “imanat aşkına ya ahaliyi rahatlattıracak bir çare veyahut hicrete bir emir” talep etmektedir.[24] Diyarbekir Başmüdürlüğü’nden Telgraf Nezareti’ne yazılan yazıya göre, dilekçenin verildiği esnada, telgrafhaneye herhangi bir sarkıntılıkta bulunan olmamış; fakat bütün bu “fesadın” nedeni olarak Oseb Kazazyan ve Çerçiszade Hacı Mehmed gibi “muhtekirler”in zahirenin kilesini seksen hatta yüz kuruşa satacakken, “köylere ve öteye beriye birçok paralarla adamlar” sevk ederek, üç yüz kuruşa satmaya kalkmaları, zaten ekradın yağmasına maruz kalan ahalinin, hem yiyeceğini hem yakacağını zabt etmeleri görülmüştür.[25] Valinin tepkisi daha farklıdır. Dilekçecilerle görüşmeyi reddeden Vali, pazar ve pazartesi günleri dilekçeyi yeniden sunmak isteyen ahali arasından iki Müslüman ve iki Hristiyanın tutuklanmasını emretmiştir.[26]
Anlaşılan odur ki halkın arasında şehirdeki yoksunluğa karşı duyulan genel bir hoşnutsuzluk ve huzursuzluk hali hâkimdir. Oseb Kazazyan Katolik Ermeni muteberanından, Çerçiszade Hacı Mehmed ise Müslüman nüfuz sahiplerindendir. Bu kişilere ve kıtlık ortamında şehirde sebep oldukları ifade edilen sefalete öfke duyan ve hemen o pazartesi günü isyanı başlatan kişiler de yine hem Müslüman hem de gayrımüslimlerin oluşturduğu bir gruptur. Vali İzzet Paşa’ya göre, onları bir araya getiren tanım, “sebükmağz”lıklarıdır. Genel deyişle bir avuç çapulcu… Valinin ifade ettiğine göre isyan, İslam ve Hristiyan tebaadan “yüzelli kadar sebükmağzın toplanıp ekmekçi fırınlarında ekmek bulunmuyor, fiyati âlidir” ifadeleriyle adliye müfettişi ve Rus konsolosunun evlerine gidip şikâyet etmeleriyle başlamıştır. Nasihatlere aldırmayıp “bunlar tekrar bu babda Bab-ı Aliye telgraf keşide edilmek üzere dellal nidasıyla halkı Cami-i Kebir civarına davet” etmişler ve bunun üzerine beş altı yüz kadar kişi cami etrafında toplanarak “bin türlü söz söylemek gibi harekât ile asayiş ihlal olunacak dereceye gelmiş iken,” o gün daha büyük bir olay yaşanmamıştır.[27]
‘Bir avuç çapulcu’(!) spekülatörlere karşı
Barnham’ın raporuna göre, o pazartesi sabahı, Oseb Efendi (Barnham’ın raporunda yazdığı şekliyle: Yussuf Efendi) Adliye Müfettişi Ferid Bey’e, dilekçeyi verenlerin ve kendisine karşı harekete geçenlerin cezalandırılmaları gerektiğini söylemiş, Ferid Bey ise memlekette dilekçe verenlerin cezalandırılabileceklerine dair bir kanunun olmadığını, suçlanması gerekenin, şehirdeki bütün tahılı elinde tutan Oseb Efendi ve diğerleri olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Oseb Efendi’nin, kendi güvenliği için bir süre şehirden ayrılması gerektiğini söylediğine bakılacak olursa, şehirdeki gerginlik iyice ayyuka çıkmıştır. Nitekim Oseb Efendi adliye müfettişinin yanından ayrılıp Bidayet Mahkemesi’ne doğru yola çıkmışken, “çoğunluğunu Hristiyanların oluşturduğu büyük ve taşkın bir kalabalık”la karşılaşır.[28] Valinin sözlerine göre de “cemiyetin kısm-i küllisi Gayrimüslim ve pek cüzisi Müslim olduğu muhakkak”tır.[29] Oseb Efendi, toplananların, kendisinin şehirdeki sefaletin sebebi olduğu ve ekmeklerinin olmadığına dair sözlerine ve şikâyetlerine “alayla [ya da azarlayarak] karşılık verince” iş çığırından çıkar ve kalabalık tarafından taşlarla kovalanır. Oseb Efendi, Bidayet Mahkemesi’ne sığınır; mahkemenin bütün camlarını kıran kalabalığın içeri girip onu linç edecekleri anda, Azimet Ağa adlı bir polis görevlisinin “kendini onun önüne atması neticesinde hayatı kurtulur.”[30] Mahkemeye hücum eden kişilerin sayısı beş altı yüz kişiyi bulmaktadır ve ancak mevki kumandanı ile jandarma miralayının sevk ettiği askerler mahkemeye ulaşınca dağılmışlardır.[31]
Fakat, bu geçici bir sükûnet halidir. Valinin deyişiyle, sayısı gitgide artan kalabalık, yüksek fiyatlara ve buğday kıtlığına dair sözlerine devam ederek Oseb Efendi’nin evine doğru yola çıkar. Oseb Efendi bu sırada, valinin emriyle, kadı tarafından geçici olarak misafir edilir. Barnham, kalabalığın çarşı ve pazarların arasından hızla dökülerek Oseb Efendi’nin evine doğru yola koyulduğunu ve bu sırada pazarlarda büyük bir paniğin oluştuğunu, bütün tüccarların ve dükkân sahiplerinin dükkânlarını acilen kapayıp evlerine dağıldıklarını yazar.[32] Haberler, Hükümet Konağı’na ulaştığında Vali İzzet Paşa “korkudan donakalır, günün neredeyse geri kalanını da o halde geçirir.”[33] Daha sonra, bir süvari, hızla Oseb Efendi’nin kardeşi Hoca Cebur’dan[34] bir mesaj getirir; evleri büyük bir kalabalık tarafından sarılmıştır ve acilen asker talep etmektedirler. Adliye Müfettişi Ferid Bey ve o sırada Hükümet Konağı’nda bulunan diğer birkaç kişi daha –valinin raporuna göre, o gün sayısı gitgide artarak yedi sekiz yüz kişiyi bulan kalabalığa Ferid Bey ile birlikte nasihat etmeye gidenler, defterdar ve Keldani Metropolidi’dir[35]–valiyi, bir şeyler yapması ve halkı sakinleştirmesi için ikna etmeye çalışırlar; “valiyi harekete geçirmek mümkün olmayınca,” kendileri olay yerine koşarlar. Asker orada, tetikte beklemektedir. Kalabalığa ateş açma emri verilmeyerek, Ferid Bey ve yanındakilerin, ortamı sakinleştirecek sözler edip kalabalığı dağıtmaları beklenir. Fakat olayların önü alınamaz. Kalabalık, Oseb Efendi’nin evine üç taraftan, arka kapıdan, harem tarafından ve taraçadan hücum eder, aşağıdaki odaları taşlamaya başlarlar. Bu arbede sırasında, Diyarbekirli bir tüccar olan Süryani “Çermükoğlu’nun yeğeni Deli Behanan” vurularak ölür çünkü evde kuşatılmış olanlar tarafından kalabalığa ateş açılır; 17 kişi yaralanır, “Deli Behanan” dışında o gün yaralanan bir Müslüman da ertesi gün ölür. Barnham’ın raporunun sonuna eklediği ifadeye göre, o bütün bunları yazdığı esnada bir kişi daha hayatını kaybetmiştir. 15 kişi hâlâ tedavi altındadır: “Eğer asker de kalabalığa ateş açsaydı, o zaman sonuç bir felaket olurdu çünkü kalabalığın içinde çok sayıda kadın ve çocuk da vardı.”[36]
Barnham’ın bu sözleri gösteriyor ki, olayın ciddiyeti ve boyutu, konumunun sarsılmasından korkarak hükümete durumu “yüz yüz elli sebükmağz”ın marifeti olarak aktaran Vali İzzet Paşa’nın iddia ettiğinden çok daha büyüktür. Zaten olayın sonrasında alınan önlemlerde de, İzzet Paşa’dan ziyade, Adliye Müfettişi Ferid Bey etkili olmuştur. Aynı saldırının Çerçiszade Hacı Mehmed’in de evine yapılmasından endişe ederek[37] hem Müslüman hem de Hristiyan mahallelerine, ertesi gün ekmeğin kaliteli ve yeterli derecede çıkarılacağına dair haber salar. Hemen sonrasında Adliye Müfettişliği ve İdare Meclisi’nin Müslüman ve Gayrimüslim üyeleri tarafından Hükümet Konağı’nda, olaylara dair bir toplantı düzenlenir. Vali Paşa’nın Hacı Mehmed Ağa’yı mecliste tutmaktaki tüm ısrarına rağmen, Hacı Mehmed Ağa’nın, Oseb Kazazyan’ın ve kardeşi Cebur’un şehri bir an önce terk etmeleri gerektiğine karar verilir. Olaydan üç gün sonra Mehmed Ağa şehirden gizlice kaçırılır ve sonrasında Vali İzzet Paşa, yukarıda alıntıladığımız telgrafını İstanbul’a yollar.
Mesele siyasileşmesin kaygısı
Bu sırada, Sivas’tan gönderilen un, fırınlarda işlenen ekmek miktarını artırmış ve artık ekmek yetmiş dört paraya satılmaya başlanmıştır; yani fiyatı bir miktar düşmüştür. Fakat vali, yine de asayişin muhafazası için Diyarbekir’de ek kuvvete ihtiyaç olduğunu yazar ve İstanbul’dan talep ettiği üzere, Harbiye Nezareti aracılığıyla bölgeye Dersim’den bir tabur asker gönderilir. Vali, sadrazam tarafından, gerekli tedbirlerin alınmaya devam edilerek “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin hüsn-ü muhafazasına itina edilmesi” konusunda uyarılır.[38] II. Abdülhamid, Van’da açlığa maruz kalmış Ermeni köylerinden patrikhane aracılığıyla gelen ve Kürt aşiretlerinin “yağma ve zulüm” haberlerini içeren şikâyetlerle Diyarbekir’deki “harekât-ı fesadiye”ye karşı ortak bir önlem almak ister. Bölgeden gelen haberlerin, meseleyi iç ve dış siyasi gündeme taşımasından büyük endişe duymaktadır. Abdülhamid’e göre, “en önemsiz, küçük olaylar dahi, büyük meselelere dönüştürülüp” gündem yaratılmaktadır.[39] Özel olarak Diyarbekir’deki ekmek isyanına karşı takındığı tavır, Vali İzzet Paşa’nın meşruiyetini sorgulamak olmuştur. Asıl endişesi, kıtlık esnasında Van köylerinden gelen haberler ve bunların siyasi etkisidir.[40]
Konsolos Barnham’a göre, vali, İstanbul’a yazdığı telgrafla, isyanı ekmeğin kıtlığına bağlamış ve daha fazla ayrıntı vermekten kaçınmış, böylelikle “bütün gerçeği göz ardı etmiştir.” Şehirde, o esnada, halkı dört günden fazla doyuracak kadar buğday olmadığı doğrudur. “Meclisteki spekülatörlerin” satın aldığı buğdayın hepsi çoktan elden çıkmıştır. Bu yüzden, kıtlık nedeniyle çıkarılan ihraç yasağı, Ferid Bey’in inisiyatifiyle kaldırılarak, Harput ve Urfa’dan Diyarbekir’e buğday ihraç edilmiştir.
Fakat bu, Barnham’a göre, meselenin sadece bir kısmıdır. Halkı yatıştıracak asıl çözüm, meclisteki üyelerin değişmesidir. Valiye yeniden bir baskı yapılarak, meclisin kalıcı olmayan üyelerinin görevlerine son verilir ve yeniden seçim yapılır. Barnham’a göre, mesele sadece bununla da sınırlı değildir. Bu isyana sebep olan, idaredekilerin “kötü yönetimi” olmakla birlikte, bir önceki haftadan beri şehirde hâkim olan “dış etken”dir. Barnham’ın dış etken diye kastettiği, aslında Rus Konsolosluğu’nun inisiyatifinde başlatıldığını iddia ettiği bir huzursuzluk halidir. Olaydan bir gün önce, Rus Konsolosluğu’nda Suriye Yakubileri ve Ermeniler bir toplantı düzenlemiştir. Barnham, Oseb Efendi’ye saldıranların çoğunluğunu Yakubilerin ve Ermenilerin oluşturduğunu söylemekte ve bunların Rus Konsolosluğu’nun desteğine duydukları güven hissinden şüphelendiğini eklemektedir. İsyanın ana sebeplerini ise dört madde halinde özetlemektedir:
1) Tahıl stokçularıyla ortak hareket eden valinin kötü yönetimi
2) O sırada dağıtılmış olan meclisin yolsuzlukları
3) Oseb Efendi ve Çerçiszade Hacı Mehmed Ağa’ya karşı duyulan hususi bir öfke
4) Dış etken –aslında bahsettiği [ima ettiği] Rus etkisidir–.[41]
Konsolos Barnham’ın meselenin, sadece ekmeğin miktarı ile ilgili olmadığını ve daha geniş siyasi boyutlarıyla ele alınması gerektiğini söylemesi anlamlıdır. Fakat; görünen odur ki, meseleye o da 19. yüzyılda Anadolu’da İngiliz çıkarlarını temsil ettiği pozisyonundan, belli bir perspektifle yaklaşmakta, olayların arkasında başka güçler aramaktadır. İsyan, zaten bir müddettir yoğun bir kıtlık ve açlıkla mücadele etmekte olan ve isyandan iki ay önce Diyarbekir’den yazan Boyacıyan’ın mektubunda ifade ettiği gibi, halkın “perişan” olduğu, “ekmeğin normal fiyatının en az on altı katına fırladığı” ve en az “dört bin insanın” yardımla yaşadığı, sokakları dilencilerle dolu bir yerde yaşanmıştır.[42] Açıkça görülmektedir ki kıtlık ve yoksunluk, her ne kadar tek sebep değilse de, kuşkusuz başka toplumsal huzursuzlukların iyice açığa çıkmasına ortam oluşturmuştur.
Sonuç yerine…
Kıtlığın yarattığı yokluk ve uzun vadeli yoksunluk hâli, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu vilayetlerinde yaşanan toplumsal ve kültürel çatışmaları inceleyen tarihçiler tarafından ihmal edilen bir mesele olmuştur.[43] Her zaman etnik bir anlatının ağırlığı altında incelenen bölgeye, kıtlık ve yoksunluk penceresinden bakıldığında farklı bir resim görmek mümkündür ve gereklidir. Başta Ermenilerin, Rumların, Müslüman Türk ve Kürt aşiretlerinin oluşturduğu grupların içinde yer aldığı toplumsal sorunlar, şimdiye dek paranoyak milliyetçi ve devletçi tarih yazımları tarafından sürekli ezelden ebede giden bir etnik kimlik mücadelesi olarak ortaya konmuş, daha önce ifade ettiğimiz gibi, bölge tarihi [anakronik ve özcü] etnik bir anlatının gölgesinden kurtulamamıştır. Diyarbekir’de yaşanan ekmek isyanını farklı açılardan okumak mümkündür; nitekim İngiliz Konsolosu Barnham ve valinin görüşlerinin paralel okuması, bu görüşü desteklemek için yapılmıştır. Fakat, “ekmeğin” ya da “nafaka”nın, kaynakların iyice azalmış olduğu bir dönemde sahip olduğu önemi hatırlamak, bize, sosyo-ekonomik sorunların toplumsal ve etnik gerilimlerle nasıl birleştiği, şiddeti körükleyenin ne olduğu sorusunu sormamız açısından yardımcı olur. Tıpkı 14. yüzyılda İber Yarımadası’nda, savaşlar yüzünden sosyo-ekonomik açıdan kaynakları iyice azalmış bir halkın arasında vebanın, büyük toplumsal gerilimlere ve şiddet eylemlerine ortam hazırladığı gibi,[44] 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde de kıtlık ve sosyo-ekonomik sorunlar, benzer işleve sahip olmuştur.
***
Din ve etnisite anlatılarının yetersizliği
Yukarıdaki yazı yazıldıktan yaklaşık iki yıl sonra, 11–13 Kasım 2011 tarihinde Hrant Dink Vakfı “Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı” gerçekleşti. Ekmek isyanının belgelerini bizzat şehrinde konuşmak üzere orada olmanın verdiği heyecanın ötesinde, sadece kişisel tarihimin değil, toplumsal tarihin de önemli ânlarından birinin tanığı olduğumu düşünmüştüm. Öyleydi. “Dedelerin faillikleri” ile “torunların yüzleşmesi” meselelerini hep birlikte konuşmak; resmî tarihin bıraktığı yükü, o ânın şahidi olan herkesin gözleri önünde çırılçıplak kılan Kürtçe bir ağıt (bizzat Rakel Dink’in konferansı bitirirken seslendirdiği) ve henüz Tahir Elçi’nin arkasında onunla beraber kurşunlanmamış Dört Ayaklı Minare, o sırada restorasyonu yeni tamamlanmış, ziyaret ettiğimiz Surp Giragos Kilisesi ve Sur sokakları… Sene 2011. Araştırmasına devam etmekte olan bir doktora öğrencisi olarak bir bilimsel konferansın, mesleki ve profesyonel olarak kabul edilmiş sınırların ötesine geçip, kalbin hakikatine nasıl hitap edebileceğini, bunun mümkün olduğunu görmüş, yaşamıştım. Şeyhmus Diken’le tanışmış, onun heyecanla bana bir zamanlar Oseb Kazazyan’ın evi olduğunu anlattığı okul civarında yürümüştüm. “Ahaliden” geriye 3-4 tane kalmış Süryani ailenin yaşadığı kilisenin önünden geçmiş, tüm konferans katılımcılarıyla beraber, kıtlık esnasında yüzlerce kişiye çorba dağıtımının yapıldığı ve sonradan otel olarak kullanılan Deliller Hanı’nda kalmıştım. Üç gün boyunca konuştuğumuz şiddet ve yüzleşme hikâyelerinin tarihteki izini henüz yıkılmamış, yok edilmemiş tarihî Sur sokaklarında takip etmeye çalışırken Oseb Kazazyan ve Çerçiszade Hacı Mehmed’i tekrar tekrar düşünmüştüm. Biri Ermeni Katolik tebaadan diğeri Müslüman iki İdari Meclis üyesine, bu iki nüfuzlu adama birlikte karşı çıkan, aralarında kadınlar ve çocukların da fazlaca sayıda olduğu “Müslim ve gayrimüslim” bir ahali. Sene 1880.
Şaşırtıcı mıydı gerçekten? Bir tarih öğrencisi olarak benim için bir “ihtimal”e işaret ediyordu. Farklı ihtimallerin varlığını ve bölgedeki toplumsal meseleleri anlamaya çalışırken din ve etnisite anlatılarının nasıl da tek başına yeterli olmadığını arşivin kendisiyle hatırlatıyordu. İtiraf etmem gerekir ki şaşırtıcıydı çünkü hâkim olan resmî tarih anlatıları, 1880 yılındaki bu hadise gibi hadiseleri milliyetçi tarihyazımları altında eritmiş, gölgelemişti. Nostaljik ve indirgemeci bir “birlikte yaşam” mitosunun penceresinden bakıldığında da belki hiç şaşırtıcı değildi; zaten “birlikte yaşıyordu” bu toplumlar, “barış içinde”? Bu nostaljik bakış aynı anda “anakronik”, “etnik” ve “milliyetçi” tezahüre de sahip olabilirdi: “Barış içinde yaşarken” sonradan “bozuldu”, “dış mihraklar” girdi, “ihanet” ve “hıyanet” girdi; düzen “bozuldu.” Bu resme “bozulan ekmekler” imgesini ve meselesini geri çağırmak, bu mitosa karşı çıkıyordu. Tarihin, gündelik hayatın kendi sıkıntıları, dertleri [ve burada olduğu gibi geçim derdi, pahalılık, yoksulluk] etrafında kurulan karşılaşma, buluşma ve çatışmalardan da oluştuğunu ve bunların önceden verili kategorilere sığmadığını hatırlatıyordu.
Oseb Kazazyan ve ailesinin sonraki yıllardaki hikâyesi ise şehrin yerlisi olan tüm Ermeni ailelerinki gibi, bir müddet sonra Diyarbekir’deki şiddet ve suskunluk tarihiyle birleşiyor. Kazazyan’ın hikâyesini takip eden yakın tarihli bir çalışma, ekmek isyanından sonra yapılan yargılamanın belgelerine ulaşılamasa da Diyarbekir Salnameleri’ne referansla 1882’de İstinaf Mahkemesi fahri azası ve belediye ikinci başkanı olduğunu yazıyor. Öyle anlaşılıyor ki Oseb Kazazyan ve ailesi isyan sebebiyle şehri terk ettikten bir süre sonra Diyarbekir’e geri dönmüştür ve 1884-1885 yılları arasında da Kazazyan, vilayet İdari Meclis üyesidir.[45] Şehirdeki nüfuzu ve saygınlığı sonraki yılların valileri nezdinde de devam etmektedir.[46] Ancak, yıllar içerisinde durum vahameti giderek artan şekilde değişecektir.
Devletçi tarihyazımı geleneğini “Ermeni taşkınlığı” ve “Batılı devletlerin tahrikleri” söylemleriyle yeniden üreten bir çalışmada, 6 Mart 1309 [18 Mart 1893] tarihli, vilayetten Dahiliye Nezareti’ne yazılan bir telgraf dikkat çekiyor. Bu telgrafta Kazazyan şu fiillerle anılıyor: “Diyarbekir’de Serkiz ve Mardinli Kazazyan Oseb ile biraderi Cuburek ahali beyninde tohum-ı fesad ekmek, hükümet aleyhinde neşriyatda bulunmak, ecnebilerle hafiyen muhabere eylemek ve bu harekat-ı fesadkeraneleri bir Ermenistan fikri uyandırmağa çalıştıkları […].”[47] Ekmek isyanı vakasında, Kazazyan ve Çerçiszade, halkın kıtlıkta sorumluluğu olduğunu iddia ettikleri iki nüfuz sahibi kişi olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak, özellikle 1895 katliamları öncesinden başlayarak ve 1915’te Kazazyan’ın ailesini Diyarbekir’de faili meçhul cinayetlerin ve zorla kaybedilmelerin[48] hedefi hâline getiren, “nüfuz sahibi bir Ermeni” olmasıdır. Ermeni mülklerinin 1915 sonrasındaki müsaderesinde ise Sait Çetinoğlu’nun bulgularına göre Mardinli “Kazazyan Hovsep”in mülkü Yakubi Yakup Hanna el Kas Naşifoğlu’na geçmiş olarak görünüyor. Küçük kızı ise aynı zamanda Şalleme ailesinin mülkünü de alan Daşi aşiretine verilmiş.[49]
Diyarbekir sokakları hem gıda fiyatlarındaki pahalılıktan ve yoksullaşmadan dolayı yönetenlerine birlikte karşı çıkan Türk, Kürt, Ermeni, Keldani, Süryani, Yakubilerin hem de öldürülmüş, kaybedilmiş, sürgüne gönderilmiş, mülkleri gasp edilmiş Oseb Kazazyan ve ailesi gibi nice Ermeni’nin hikâyesini bir arada saklıyor. Dört Ayaklı Minare, Surp Giragos Kilisesi ve Oseb Kazazyan’ın yaptırdığı Surp Krikor Lusavoriç Katolik Ermeni Kilisesi yani “Hoca Usep Kilisesi”nin ve bizlerin tanıklığında…
NOTLAR
[1] BOA, Y.PRK.ŞH 1/12 (23 Mart 1879).
[2] Henry O. Dwight, Turkish Life in War Time (Wm. H. Allen & Co., 1881), 397; BOA, İ.DH 783/63655-17 (17 Mart 1879).
[3] BOA, Y.PRK.ŞH 1/19 (29 Haziran 1879).
[4] Emine Semiye, Sefalet, yayıma hazırlayan Tuğba Sivri (İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları, 2020), 25. Romandan beni haberdar eden Deniz Özgür’e teşekkür ederim.
[5] Age., s. 29.
[6] BOA, Y.PRK.ŞH 1/30 (11 Mart 1880).
[7] Bkz. Özge Ertem, “Eating the Last Seed: Famine, Empire, Survival and Order in Ottoman Anatolia in the Late Nineteenth Century” (Doktora tezi, European University Institute, 2012), s. 87-99. Ayrıca bkz. Abdülhamit Kırmızı, Avlonyalı Ferid Paşa (İstanbul: Klasik, 2014), s. 47-51 ve “1880’de Diyarbekir Vilayetine Gelen İlk Adliye Müfettişinin Sergüzeşti,” E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi VII (Nisan 2012), s. 73-90.
[8] Ertem, “Önce Ekmekler Bozuldu”: 1880 Diyarbekir Ekmek İsyanı,” Toplumsal Tarih 194 (Şubat 2010), s. 74-79. Dosyada birlikte yer aldığım, “nizama gelmez aktörler”in diğer yazarları: Ebru Aykut (dosya editörü), Nurçin İleri, Fatih Artvinli, Ceren Gülser İlikan ve Fulya Özkan. Yazının hazırlanması ve yeniden ele alınması sürecinde verdiği destek ve cesaret için Fatih Artvinli’ye çok teşekkür ederim.
[9] Ertem, “Fiyatı Âlidir!”: Diyarbakır’da Kıtlık, Yokluk ve Şiddet, 1879–1901,” Diyarbakır Tebliğleri, ed. Bülent Doğan (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013), s. 73-79.
[10] E.P. Thompson; “The Moral Economy of the English Crowd in the Eighteenth Century,” Customs in Common: Studies in Traditional Popular Culture (New York: The New Press, 1993). 2001 krizini “ahlaki ekonomi” kavramı çerçevesinde tartışmaya açan Ayşe Buğra, 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’nin geçirdiği değişimlerden yola çıkan Thompson’ın kavramsallaştırmasını şöyle açıklar: “[A]hlaki ekonominin merkezinde […], karşılıklılık ilişkilerini buluruz. İçerdiği bütün eşitsizlikler ve bütün bireysel özgürlüğü kısıtlayıcı yönleriyle aile dayanışması modeli, güçlülerin zayıfları koruma sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiği fikrinin hiç tartışmasız kabul edildiği bir düzeni tanımlar.” Ayşe Buğra, “Bir Krize ve Bir Ahlaki Ekonominin Çöküşüne Dair,” Birikim 145 (Mayıs 2001), https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-145-mayis-2001/2336/bir-krize-ve-bir-ahlaki-ekonominin-cokusune-dair/6237 [Erişim tarihi: 11 Nisan 2021].
[11] Stephen Ralph Duguid, Centralization and Localism: Aspects of Ottoman Policy in Eastern Anatolia 1878-1908 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Simon Fraser University, 1970), s. 144. Kuraklık ve kıtlığın Osmanlı Kürdistanı ve aşiretler üzerindeki etkisine dair ayrıca bkz. Zozan Pehlivan, “Küresel Perspektifle Bölgesel Olana Bakmak: Osmanlı Kürdistanı’nın Çevre Tarihi,” Toplumsal Tarih 312 (Aralık 2019), s. 38-43 ve “El Niño and the Nomads: Global Climate, Local Environment, and the Crisis of Pastoralism in Late Ottoman Kurdistan,” Journal of the Economic And Social History of the Orient 63 (2020): 316-356.
[12] Oktay Akbal, Önce Ekmekler Bozuldu (İstanbul: Can Yayınları, 2000). Bu yazı ilk olarak Şubat 2010 tarihli ve 194 no.lu Toplumsal Tarih dergisinde yayımlandı. Ekleme, kısaltma ve açıklamalar yoluyla DİLOP için yeniden gözden geçirildi.
[13] “The Famine in Eastern Turkey,” New York Evangelist 51/22 (27 Mayıs 1880), 4.
[14] BOA, Y.Mtv 3/71 (29 Nisan 1880).
[15] Diyarbekir kıtlıklarıyla ilgili ayrıca bkz. Sabri Mengirkaon, “Osmanlı’da Sosyal Devlet ve Kriz Yönetimi: 19. Yüzyıl Diyarbakır’ında Kıtlık,” Kadim Akademi SBD 1 (2017), s. 139-155; Mesut Aydıner, “Küresel Isınma Tartışmalarına Tarihten Bir Katkı: Arşiv Belgeleri Işığında XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Diyarbekir ve Çevresinde Meydana Gelen Büyük Kıtlık ve Alınan Tedbirler,” II. Uluslararası Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır Sempozyumu, Diyarbakır, 15-17 Kasım 2006, 123-138; Abdullah Kıran, “1840–41 Kıtlığı: Diyarbakır’da 5000 Kürd Öldü,” Serbesti 17 (Eylül-Ekim 2004), s. 82-86.
[16] Clayton’dan Trotter’a, No. 144, FO 424/107, Further Correspondence Respecting Administrative Reforms in the Asiatic Provinces of Turkey, Gizli 4357 (Haziran-Aralık 1880), 30 Haziran 1880, 249; ayrıca bkz. Stephen Duguid, “The Politics of Unity: Hamidian Policy in Eastern Anatolia,” Middle Eastern Studies 9 (1973): 155.
[17] Osmanlı arşivlerinde bkz. BOA HR.TO 259/19, BOA. HR.TO 259/61; İngiliz Ulusal Arşivlerinde FO 424/91, 106, 107. Van’dan rahip Mıgırdiç Hrimyan, aynı aylarda özellikle Erciş ve Adilcevaz’da Haydaranlı aşiretinin saldırıları olduğunu yazıyordu. BOA, Y.PRK.BŞK 3/15, 7 Mayıs 1880.
[18] Kıtlıkla mücadele için Osmanlı Devleti tarafından nisanın son haftasında özellikle Musul’dan gelen açlıktan ölüm haberlerinin etkisiyle İstanbul’da bir komisyon kuruldu [Diyarbekir tüccarlarından kış aylarında Musul’a yardım için buğday tedarik edilmişti. Yani aslında şubat ayında Diyarbekir, Musul’a yardım gönderebilecek durumdaydı. Diyarbekir Vilayet Gazetesi, No. 518, 26 Şubat 1880]. Komisyonun başına Dahiliye Nezareti Müsteşarı Kamil Paşa getirildi ve komisyon kıtlık bölgelerine yardım gönderip yardım organizasyonlarını teşvik etmekle görevlendirildi. İ.DH. 802/65028 (8 Nisan 1880) Ancak, Ermeni toplumunun kıtlıkla mücadele için kurduğu komite, patriklik beratıyla Doğu vilayetlerindeki çalışmalarına bu tarihten daha önce, 18 0cak 1880’de başladı. Önce Bayezid, Eleşkird, Vanlı Kıtlık Mağdurlarına Bakan Merkez Komite adını kullandı; 11 Mart 1880 tarihinde ismini ve mührünü Ermenistan’daki Kıtlık Mağdurlarına Yardım Merkez Komitesi olarak değiştirdi. Yeni ortaya çıkan bilgilerle, bu komitenin Doğu vilayetlerinde Ermeni toplumuna ve köylerine yardım için en etkin yapı olduğu görülüyor. Komitenin çalışmalarıyla ilgili ayrıntılı olarak hazırladığı rapor, kıtlığın Ermeni toplumu açısından Diyarbekir dahil tüm bölgede nasıl yaşandığını gözler önüne seriyor. Komite Ermenilere yardımı önceliklendirdi ancak Kürtler, Türkler, Rumlar, Keldaniler, Yahudiler ve tüm diğer topluluklara da ihtiyaç doğrultusunda yardımda bulundu; devlet komisyonu ile işbirliği yaptı. Bkz. Kıtlık Mağdurlarına Yardım Merkez Komitesi Raporu [Değegakir Sovelots Khnamadar Getronagan Hantsnajoğovo – ՏեղեկագիրՍովելոցԽնամատարԿեդրոնականՅանցնաժողովոյ), 1885, Ertem, “Kadıköy’den Van Köylerine: Van Kıtlığı ve Ermeni Yardım Komitesi,” Van Tebliğleri: Van ve Çevresi, Toplumsal, Kültürel ve Ekonomik Tarihi (İstanbul: Hrant Dink Vakfı, yakında yayımlanacak).
[19] Kıtlığın, herhangi bir yerde ne kadar yiyecek olduğundan öte, o yiyeceğe ulaşmanın koşulu olan sosyo-ekonomik, hukuki ve toplumsal erişilebilirlikle ilgisi olduğu tartışması için bkz. Amartya Sen, Poverty and Famines: An Essay on Entitlement and Deprivation (Oxford: Oxford University Press, 1983), 1. Kapitalist kolonyal ilişkilerin bu anlamda, üçüncü dünya açlığını nasıl etkilediği tartışması için bkz. Mike Davis, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam: El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İnşası (İstanbul: Yordam, 2012). Amartya Sen’in kıtlığın kendisinin ortaya koyduğu siyasi anlamlardan öte, sadece uzun dönemli sebepleriyle ve yoksulluk kavramsallaştırmasıyla ilgilendiği ve kıtlığın kendisinin doğurduğu çatışmaları göz ardı ettiğine dair eleştiri için bkz. Jenny Edkins, “Availability and Entitlement” in Whose Hunger? Concepts of Famine, Practices of Aid (Minnesota: Minnesota University Press, 2000), 43-67. 19. yüzyılda Diyarbekir’deki genel siyasi, toplumsal ve ekonomik durumun bir analizi için bkz. İbrahim Yılmazçelik, 19. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840) (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1995).
[20] Henry D. Barnham’dan Konsolos Trotter’e, No.18/1, Diyarbekir, 19 Haziran 1880, FO 424/107, 20-22.
[21] Age. Stokçuluk yapmakla suçlanmaktadırlar.
[22] İngiliz belgelerinde, Gazazian Yussuf Effendi, Osmanlı belgelerinde ise Oseb Kazazyan olarak geçer. Diyarbekir İdare Meclisi’nin üyesi ve şehrin Katolik Ermeni eşrafındandır. Kardeşi Hoca Cebur ile birlikte şehrin içinde önemli ticari ve siyasi konuma sahiptir. Uygur Kocabaşoğlu’nun kitabında çevirisini yayınladığı “Binbaşı Trotter’in Kişisel Olarak Tanıştığı ve Karakter vs.leri Hakkında Kimi Notlar Eklediği Kürdistan Konsolosluğu ile İlişkili Önemli Bazı Yetkililer ve Sabık Görevlilerin Listesi”ne göre Oseb Kazazyan, “çok varlıklı ama Diyarbakır’da sevilmeyen adamlardan birisi”dir. Kardeşi Kazazyan Hoca Cebur ise, “Diyarbekir tacirlerinin en yetenekli ve beceriklisi”dir. FO Confidential Prints [Gizli], No. 4357’den alan Uygur Kocabaşoğlu, Majestelerinin Konsolosları, İngiliz Belgeleriyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İngiliz Konsoloslukları (1580-1900) (İstanbul: İletişim, 2004), s. 272-273.
[23] Barnham, age.
[24]BOA, Y.A.HUS 164/22 (14 Haziran 1880).
[25] Age.
[26] Barnham, age.
[27] BOA, Y.A.HUS 164/119 (15 Haziran 1880).
[28] Barnham, age.
[29] BOA, Y.A.HUS 164/119.
[30] Barnham, age.
[31] BOA, Y.A.HUS 164/119.
[32] Barnham, age.
[33] Age.
[34] İngiliz Belgelerinde Hodja Giabour şeklinde, Osmanlı belgelerinde Cebur şeklinde geçer.
[35] BOA.Y.A.HUS 164/119.
[36] Barnham, age.
[37] Orijinal yazıda sehven “Hacı Mehmet ve Serkis Ağa’nın da” yazılmıştır.
[38] BOA, Y.A.HUS 164/119.
[39] “[H]avali-i merkumece en adi ve şahsi bir vakanın bazı arzkaran tarafindan izam edilerek bir cinayet-i cismiye ve mesele-i mühimme şekline konulub ilan ve işar edilmekte olması […]”, BOA, İ.DH 1295/1 (15 Haziran 1880).
[40] Age.
[41] Age.
[42] “The Famine in Eastern Turkey,” age.
[43] Stephen Duguid’in yukarıda alıntıladığımız çalışmaları bu yazı yazıldığı esnada bu açığı kapatmak yolunda önemli çalışmalardı. Son on yıldır özellikle çevre tarihi ve sosyal tarih kesişiminde yapılan çalışmalar bölge tarihine önemli katkılar sunmuştur. Burada örnek olarak özellikle üç derlemeyi anmak ve okuyucuyu oradaki literatürü incelemeye davet etmek isterim: Bülent Doğan, ed., Diyarbakır Tebliğleri (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013); Joost Jongerden & Jelle Verheij, ed., Osmanlı Döneminde Diyarbekir’de Toplumsal İlişkiler (1870–1915) (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016); Yaşar Tolga Cora, Ali Sipahi, Dzovinar Derderian, ed., The Ottoman East in the Nineteenth Century: Societies, Identites and Politics (Londra: I.B.Tauris, 2016). Ayrıca tekrar bkz. Pehlivan, “Osmanlı Kürdistanı’nın Çevre Tarihi.”
[44] David Nirenberg, Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages (New Jersey: Princeton University Press, 1996), 231.
[45] Ahmet Zeki İzgöer, Diyarbekir Salnameleri, 3. Cilt (Diyarbakır: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 1999), s. 183’ten aktaran Hüseyin Kurt, “İhanet ve Sadakat ile Sınanmış Bir Aile: Kazazyanlar,” Hafıza: Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi 2, No. 1 (Haziran 2020): 100.
[46] Kurt, “Kazazyanlar,” 101.
[47] BOA, Y.Mtv 43/19’dan alıntılayan Oktay Bozan, “Arşiv Belgeleri Işığında Diyarbakır Vilayetinde 1895 Ermeni Olayları” (Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi, 2006), s. 56. Ayrıca bkz. Bozan, Diyarbakır Vilayetinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, 1878-1920 (Konya: Çizgi Kitabevi, 2013).
[48] Oseb Kazazyan’ın oğulları Hanna Kazazyan 1912’de faili meçhul bir cinayetle öldürülür ve Abdülmesih Kazazyan 1915’te tutuklanarak kaybedilir. Hüseyin Kurt, Abdülmesih Efendi’nin karısı Feride Hanım’ın Dahiliye Nezareti’ne yazdığı ve kocasının akıbetini soran sayısız telgrafı yayımlamıştır. Her biri gözaltında kaybedilmelerin 1915 yılındaki izdüşümüne dair tarihsel bir kayıt niteliğindeki bu telgraflar için bkz. Kurt, “Kazazyanlar,” age. 105-111. 1915 zorla kaybedilmelerini, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın hikâyesiyle birlikte düşünmek için takip ediniz: Cins Adımlar: Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri, Beyoğlu yürüyüşü, Maryam Şahinyan/Foto Galatasaray durağı (Hikâye anlatıcısı: Ayşe Gül Altınay).
[49] Sait Çetinoğlu, “Soykırımı Laboratuvarında İncelemek: Mardin 1915,” HyeTert, 22 Nisan 2013, https://hyetert.org/2013/04/22/soykirimi-laboratuvarinda-incelemek-mardin-1915/ [Erişim tarihi: 16 Nisan 2021].