kapağı hiç kapanmayan bir hesap: ‘Devletin Dahili Harbi’

CAN DENİZ ERALDEMİR

Nevzat Onaran’ın Devletin Dâhili Harbi araştırması Kor Kitap tarafından yayımlandı.

Bu topraklarda şu veya bu sebeple anlatılamayanların kanlı izleri gündelik yaşama ‘devlet ciddiyetiyle’ harmanlamıştır. Dün ile bugünün arasına hemen hemen bir asırlık bir ‘alın yazısı’, yahut Marx’ın deyişiyle ölülerin yaşayanların sırtına yüklediği bir miras sıkıştırılmıştır. Ve ne gariptir ki bu miras, devletin deri değiştirdiği bu günlerde bir asırlık bağlarıyla ve tüm bayalığıyla görünür oluyor. Topal Osman’ın nutuğunu dinlememiştik elbet. Ardıllarının YouTube yayınlarında bahsi geçen ilişkiler ağına ‘şaşırıyorsak’ işte Nevzat Onaran’ın Devletin Dahili Harbi kitabını yeni yayınlamış olmasındandır. Zira Koçgiri halkı Ermeni’ye benzetileceğiz korkusuyla ‘isyana’ kalkıştığında o miras ortadaydı ve Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’in komutasında Topal Osman Koçgiri halkına kan kustururken aynı miras hukukunu taşıyorlardı. Bugün de Kıbrıs’a ‘kardeşini tetikçi verenlerle’ o tetikçiye hedef ve yol gösterenler kuşkusuz ki aynı mirasın soyundandılar.

Devletin Dahili Harbi kitabının 74 ve 75. sayfalarında Onaran, Topal Osman’a sözü bırakıyor:

Vatan ve milletin selameti için mücadele meydanına, Balkan muharebesinin bidayetlerinde (başlangıcında) atıldım. Gönüllü olarak muharebeye karıştım. Bir muharebede 10, 15 yerimden yaralandım. 8-9 ay Şişli Hastanesinde yattım. Sağ bacağım sakat kaldı. Bu sırada Harbi Umumi zuhur etti. Benim yaralarım henüz kapanmamıştı. Fakat dayanamadım. Teşkilât yaptım. Acara taraflarında Teşkilât-ı Mahsusa’ya karıştım. Değnek koltuğumda topallayarak muharebe ettim. […] Pontos teşkilâtı adam akıllı kuvvetlenmişti. İnebolu’ya kadar Pontos hükümeti yapmak istiyorlardı. Müdafaadan başka çare yoktu. Teşkil ettiğim kuvvetlere zabit bulduk. İzmir’in işgalinden sonra teşkilat derhal takviye edildi. İstanbul hükümeti idamıma hükmettiği için tamamiyle dağlara çekildim. […] Koçgiri’deki taburu alay haline koyduk. Bir taraftan da teşkilata devam ettik. Dersim’de Ovacık Kürtleri başkaldırınca bunların üzerine yürüdük. Derhal vaziyeti anladılar ve Koçgiri isyanının uğradığı akıbetten kurtulmak için Erzincan hükümetine dehalet ettiler. Bundan sonra Pontos meselesiyle uğraştım.”

Samsun’dan Patras’a (Yunanistan) mübadele nedeniyle gelen Rum muhacirler…

Devamı daha da tanıdık. Topal Osman, dönemin muhalif milletvekili Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yü öldürdükten sonra daha da cesaretleniyor. Artık başkent Ankara’da yani merkezde ikamet halindedir. Güç bölüşülemez. Mustafa Kemal’le arası açılınca Çankaya Muhafız Tabur Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’nin eliyle öldürülüyor. Yaşattığı ‘kan banyosunun’ ardında ölüm, dönem için ‘hayırlı bir işadamı’ sayılabilecek 500.000 liralık bir servet sahibiyken kendisini buluyor. Adam düşen Teşkilât-ı Mahsusa yüzüğünü nasıl kaldırtmasın?

Pontos ve Türkleşen Trabzon

“Karadeniz sahilinin Pontos Rum azınlıktan arındırılması kararı, I. Paylaşım savaşındaki iki müttefikin, Osmanlı ve Alman, ortak askeri kararıydı.” Karadeniz sahilinden içeriye doğru elli kilometrelik bir alanın askerî bir plan dahilinde Türkleştirilmesi savaş masasında belirlenmişti (s.143).

Sebep olarak da merkezi örgütlenmenin dışında bulunan yerel Pontos çeteleri ile Çarlık Rus donanmasının etki gücü gösteriliyordu. “Milletlerin yerinden yurdundan kovalanması ya da sürülmesi dönemin Osmanlı hükümeti İttihat ve Terakki’nin politikasıydı. İttihatçı hükümet Birinci Paylaşım Savaşı’nın başlamasından sonra, gerek boğazların güvenliğini sağlamak, gerekse çıkarma yapılacak yerleri kontrol altına almak gerekçesiyle bu sefer Rumların iç kesime sevkine karar verdi ve Yunanistan’ın savaşa girişiyle kapsamı genişletildi.” ( s. 143).

Samsun özelinde sürgün ve imha politikasının icrasında, 178 genç çarşıda asıldı, 210 köy yakıldı ve 70.000 Rum sürülerek Türk köylerine dağıtıldı. Sürülenlerin yüzde 90’ı öldü ve 203 civarında okul yakıldı ve 350 kilise talan edildi.” (s. 144).

Pontos Rumlarının sürüldüğü bölgelere dönemin hükümeti ‘millet-i hakimiye’ yani Müslüman Türk nüfusu yerleştirmekte gecikmedi. Böylelikle Karadeniz kıyısındaki mülkiyet devlet kontrolüyle el değiştirmiş oluyordu. Nazır Talât, bu iskân politikasını kararlılıkla savunuyordu: “Bu muhacirleri, dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi,” dedi. Oralara kısa bir süre sonra Ermeni halkı sürülecekti.

Topal Osman. Balkan Savaşı yılları…

Bu kapsamda Trabzon önemli bir örnek niteliği taşır: 1461 yılında fethedilen Trabzon’un yalnızca üçte birinin şehirde kalmasına izin verildi. 1486-1583 döneminde Trabzon şehir nüfusunda İslam payı yüzde 19,22’den 53,62’ye yükselirken, Hıristiyan nüfus payı yüzde 80,78’den 46,38’e geriledi (s. 201). Günümüz malumunuz. Fakat burada başka bir duruma dikkat çekmek önemlidir: Karadeniz kıyısı, bugün devletin resmî ideolojisi olan Türk-İslam ideolojisinin en tanıdık yüzlerinin de mekânı niteliğindedir; hem emir veren hem de tetik düşürenler meselesinde…

Ermeni katliamından sonra pek görülmese de Anadolu’da yaşayan Yahudiler ve diğer azınlıklar da hem ekonomik hem de devlet baskısıyla mülklerini bırakıp gitmek zorunda kaldılar: “Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyet’in kuruluşu döneminde 1910’lardan itibaren Şarkî Trakya özelinde gayri Türk ve gayriislam milletlerin tasfiyesi sürekli ve yapısal politikaydı. Trakya’da Bulgarlar savaş ve mübadeleyle, Rumlar kovalama/saldırı ve savaşla, Ermeniler sürgünle yaşayamaz hale getirildi. Trakya’nın geride kalan gayri Türk ve gayriislam milleti Yahudiler de, 1934’te tasfiye sürecine dâhil edildi.” (s. 271).

Ermeniye benzetilmek korkusu

Yıkılan bir imparatorluğun ardından yeni kurulma evresinde olan burjuva devletin kendisini tutacak ana sütun olarak belirlediği Türk, Sünni ve İslam tanımı, Kürt ve Alevi-Kızılbaş Koçgiri halkının pek tabiki tehdit olarak algılanmasına sebep olmuştu. Bu sebeple yapılan nüfus sayımı ve bu sayım sonuçlarından Kürt Alevilerin yerleşim ve sayısının belirlenmesi ile tam da Ankara hükümeti adına M. Kemal’in de tanıdığını ifade ettiği ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ kapsamında Sevr’de Kürt ulusunun muhtariyet ve bağımsızlığına karşı bir planın işletildiğine işaret ediyordu. Ordu komutanının elinden infaz emrinin sallanmasıyla yayılan ‘Ermeniye benzetilmek’ korkusunun bir kalkışma başlatması şaşırılacak bir durum değildi. Bir yanda ulusal özgürlük mücadelesi, kendisinin var olduğunun tanınması ve özgür gelişim hakkı ile diğer yandan daha kanı kurumamış bir kıyımın tekrar edileceği korkusu bu kalkışmanın nedenlerini oluşturmuştu.

1921’deki TBMM Koçgiri Tahkikat Heyeti Raporu’nda, Merkez Ordusu’nun tenkil harekâtıyla 1000 Kürdün öldürüldüğü, malın mülkün gasp edildiği, 1623 hanenin ve 107 köyün yakıldığı tespiti yapıldı.” (s. 92) Muhtariyet talebi sona erdirilmiş, isyancı sayılan kesim öldürülmüş ve topraklar devletin bütünlüğünce Türkleştirilip ‘egemenlik’ sağlanmıştı…

Tedip ve Islah: Dersim

Dersim halkı da tedip ve ıslah planları kapsamında 1907, 1908, 1909, 1916, 1926 ve diğerleriyle tekrar tekrar düzene sokulup biçimlendirilmeye çalışılıyordu. 1938’de ise durum tam olarak şöyle idi:

“Resmen “isyan vardı” gerekçesiyle Dersim’i Türkleştirme ve Sünnileştirme programı icra edildi. İsyan yoktu, Dersimli can derdindeydi! 1936-1937 döneminde askerî harekât yoğunlaştırıldı. 15 Kasım 1937’de Seyid Rıza ve altı yoldaşı idam edildi. Yeterli bulunmadı, 1938 için devletin dâhili harp planı hazırlandı. Dersim’e öldürücü darbe 1938 Ağustos ve Eylül aylarındaki askerî harekâtla vuruldu. Emri görüşmeler sonunda hükümetin kararıyla, Genelkurmay verdi ve 3. Ordu, Dersim’i imha planını hazırladı. Böylesi plan öncesinde Dersim’de koloni sistemi kuruldu ve Dersim’in büyük bir kesiminde insanların yaşaması, bağına bahçesine gitmesi yasaklandı. Dersim’deki koloni sisteminin başı Müfettiş Abdullah Alpdoğan’dı. Dersimlinin hayatı Alpdoğan’ın elindeydi, astığı astık, kestiği kestikti. Alpdoğan hükümetin tüm icrasını ve bir yönüyle de yargının görevini üstlenmiş olarak Dersim’in hem valisi hem komutanı hem de müfettişi idi. Dersim üç yasak bölge ilanıyla yaşanılmaz hale getirildi. 1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölge halkının “toprağımı terk etmeyeceğim” ısrarına, resmen “Dersim isyan etti” denildi ve yazıldı. 1938 başına kadar askerî harekâtlar sürdürüldü. Yeterli bulunmadı, 1938’de devletin dâhili harbine karar verildi. Başvekil, Genelkurmay Başkanlığı ve 3. Ordu Müfettişliği ile 4. Umumi Müfettişlik arasında 1938 Haziran ayından itibaren Ağustos’a kadar yoğun bir hazırlık yapıldı. 1938 devletin dâhili harp planı için hazırlanan ‘gizli’ 6 Ağustos 1938 tarihli kararnameyle Dersim’de taş taş üstünde bırakılmadı. Bizzat hükümetin ve Genelkurmay’ın 3. Ordu’ya emriyle, planlanan devletin dâhili harbiyle TC vatandaşı Dersimlinin yaşam hakkı imha edildi.” (s. 481-482).

Dersim katliamında önemli rolü olan Abdullah Alpdoğan…

Devlette devamlılık esastır derler. Tıpkı Pontos sürgününden Ermeni soykırımına, Koçgiri ve Dersim katliamlarına ve günümüze kadar fetih hesaplarıyla damıtılmış, paylaşım savaşlarıyla demlenmiş, yaşayan kurumlarıyla sürdürülegelen bu mirası; Nihal Atsız gibi her milleti potansiyel düşman gören, kendi yarattığı beka hesapları, idarecileri ve serdengeçtileriyle ama tamamında bir mülkiyet transferi hedefiyle hareket eden bir kara deliğin takibini sürdürüyor Nevzat Onaran kitabında. Bugün bu kara delikten sıyrılmak, onun yuttuğu bütünlüklü gerçeği anlamayı gerektiriyor.