NAMIK KUYUMCU

Mehmet Çetin’le yollarımız 1980 yılının 12 Eylül faşist cuntasının ardından ülkede toplu gözaltına alınmalar ve tutuklamalar başladığı süreçte kesişti. Ben Konya-Ereğli Halkın Kurtuluşu davasından, M. Çetin’de Partizan davasındaki soruşturmalar nedeniyle önce göz altına alınmış sonra da tutuklanmıştık.
2. Ordu Konya Sıkıyönetim As. Ceza ve Tutukevi’nde başlayan yoldaşlığımız; birlikte yargılandığımız yol arkadaşlarımızın hemen çoğunu aşan özel bir dostluğa ve paylaşıma dönüşmüştü. Ranzalarımız nerede olursa olsun yan yana gelmeye çalışırdık. Saatler, günler süren sanat, siyaset ve aşk konularını içeren sohbetlerimiz, bizim dünyayı kavrayış açılarımızın bulaşmasını ve gelişmesini de sağlamıştı.
İçinde yaşadığımız koşullarımız çok zordu elbette. Sistemli olarak süren baskılar ve işkenceler neredeyse biz siyasilerin rutini olmuştu. Bizler de inadına okuyor, araştırıyor ve tartışarak koşulların bir yanılsama olduğuna kendimizi inandırmaya çalışıyorduk. Aslında öyleydi… Koşullar hapishane gerçekliğiyle kuşatılmış da olsa; bizler oraları bir akademi ya da atölye gibi değerlendiriyorduk.
İçeri koşullarının elverdiği ölçülerde gittikçe zenginleşen kütüphanelerimiz oluşuyordu. Hatta bazen şaşırtıcı gelişmeler yaşanıyordu. Dışarıda bir nedenle yasaklı sayılan kitaplar, cezaevi yönetimince içeri alınıyordu. Bu paradoksa çok şaşırıyorduk. Ama bu yanlıştan derhal döneceklerini bilerek; ilk gecede o kaçak kitapların yüzlerce sayfayla kopyalarının oluşturulduğu çok etkili ve eğlenceli zamanlarımız da oluyordu.

Bir gece ansızın alarmlar çalıp bilmediğimiz başka cezaevlerine nakledildiğimiz zamanlar da eksik olmuyordu. Böyle durumlarda kitaplarımızın geride kalmamasını önemsiyorduk. Daha çok işimiz vardı. Nasıl olsa zindanları birbirinden değerli okullar haline getirmeye başlamıştık. Türkiye’nin birçok yerinde bileşenlerimiz vardı. Mektuplarla inanılmaz inatçı ve kararlı iletişimler kuruyorduk. On binlerce siyasi mahkûmun içinde yaşadığı tüm kötü koşullara rağmen, hayatla dalga geçebilmesi; bunları yaparken de bilgi ve birikim hedefli aşkınlıklar geliştirebilmesi çok değerli kazanımlardı…
Kayıpların kazanca dönüştürülmesi…
Mehmet Çetin’le gezdiğimiz bütün cezaevlerinde mücadelenin içinde olmayı önemseyerek benzerlerimizle buluşabilmek ve yeni paradigmalar oluşturabilecek yeni kavramlar üretebilmek peşindeydik. Kalıplaşmış temel öğretilerin ikna edemediği sanatçı ve düşünce insanı olmak halimiz o zamandan başlayarak başımıza çok güzel işler getirmişti. Dünyayı değiştirmenin toplumsal ve örgütlü bireyleri olarak yeniden kavramlar ve pratikler üretilmeliydik. Bunu derinden kavramıştık. Şiir başta olmak üzere sanatın felsefesi ve tarihiyle ilgili, koşullarımızı zorlayan araştırmalara ve tartışmalara girmiştik.
Ütopyamız neredeydi? Sanatsal ve düşünsel bakış açıların gelişmesi ve derinleşmesi için mevcut öğreti yeterli olanaklar yaratabiliyor muydu? Verili olan iktidar ilişkileriyle mücadele etmek için sanatla uğraşanlar yeni bir alan ve yöntem geliştirmek zorunda değil miydi? Siyasi etmenlerdeki önerme sınırlarının ideal topluma ve yaşama ulaşabilmek için gösterdiği araç ve argümanlar yeterli miydi? İnsan ve yaratıcılık nerede yalnız bırakılmıştı? Yenilgi ve teslimiyet bu kadar kolay mı açıklanabilirdi?
Kayıpların kazanca dönüştürülmesi ve derin şaşkınlık hallerinden çıkıp kendimize gelebilmek için birilerin “her şey ortada ve çırılçıplak” diyebilmesi gerekiyordu. Elbette cezaevi koşullarında siyasi fırtınalar ve kopuşlar yaratacak bir düş ve eylem peşinde değildik. Daha yakıcı içsel dinamikler yaşanıyordu. Hatta dünyayı sanatsal/düşünsel anlamda da etkileyebilecek ve değiştirebilecek alan arayışlarının yalnızlığını oralarda görmeye başlamıştık. Ütopya buradan da tartışılmalı ve geliştirilmeliydi. Üstelik yalnız değildik ve çok değerli itirazlar vardı her alanda biriken.
Siyaha boyanmış pencereler…
M. Çetin’le bu süreçleri ve bağlamları da konuşuyor, derinliğine inandığımız arkadaşlarımızla amansız tartışmalara giriyorduk. Bu süreç içinde bir yerde Kayseri Zincidere Askeri Ceza ve Tutukevi’ne sürülmüştük… Erciyes Dağı’nın eteklerinde, soğuk ve daima işkence çığlıklarının duyulabileceği beton binanın kahredici silüetini unutabilmek mümkün olabilseydi keşke… Zemindeki iki kat, işkenceci görevlilerin, siyasi mahkûmlara eziyet bölümleri olarak ayrılmıştı. Üst katlardaki siyasi mahkûmlardan istediklerini aşağıya alıp istedikleri kadar kötü davranabiliyorlardı. Gözaltı hiç bitmiyordu… Yani işkence…
Dışarıyı görebileceğimiz (sadece dış duvarları ve biraz gökyüzü) bütün pencereler siyaha boyanmıştı… Evet daha çok karanlık olsun isteniyordu. Elbetteki temel amaç sorgu için gelip giden işkenceci görevlilerin yüzlerini teşhis etmememizdi. Tutuklu ve çıplak hallerimizden bile korkuyorlardı.
Siyaha boyanmış o pencerelerde tırnaklarımızla küçük delikler açarak (deliklerin yoklamalarda bulunmaması gerekiyordu), düşünsel ve duygusal anlamda firarlar çoğaltmaya başlamıştık… Bedenimiz bile içeride tutsak sayılmazdı. Düşlerimizi kim, nasıl engelleyebilirdi ki?
Toros Dağları’nın eteklerinde, karlı ve soğuğu eksik olmayan bir coğrafyada, Konya Ereğli’de doğmuştum… Dağların suskun ama derin dilini, ovalarda genişleyen yalnızlığın kederini bilerek büyümüştüm. Erciyes Dağı da tüm görkemiyle biz mahkûmların düş ağacı gibi karşımızda dikleşmiş, yeleleriyle el sallıyordu. Elbette yalnız bırakamazdık. Bizim de söyleyeceğimiz sözlerimiz vardı.
M. Çetin’le ‘sözleşme’
İşte kardeşim ve düşyoldaşım olan Mehmet Çetin’le orada, görkemli Erciyes Dağı’nın karlı yüceltilerine bakarak birbirimize söz vermiştik…
‘Bir gün mutlaka buralardan çıkacağız ya da firar edeceğiz…’
‘Düş yoldaşlarımızla buluşacağız ve giderek çoğalacağız…’
‘Örgütsel yapıların içinden gelmenin ve birikmenin değerini bilerek; inkâr ve koşulsuz itaat sürülerine karşı olacağız…’
‘Sanatsal ve estetik kavramları da içeren, yaşamın her alanında geçerli itiraz ve eleştiri bilgisinin yapıcı derinliklerinde koşturacağız…’
‘Politik yapı ve çatıların; iktidar ve egemenlik üreten bütün hallerine karşı çıkacağız…’
‘Dünyayı değiştirme gücünün, eleştirel bilgi ve dönüştürücü ahlakla bölüştüğü yeni yollar bulacağız…’
‘Sanatsal ve estetiksel süreçlerde karşı ve yeni bir dil oluşturmadan karşı mücadele olanaklarının yaratılamayacağını anlatacağız…’
‘Her sanatsal üretim ve ifade sürecinin araç ve uygulama biçimleri tümüyle değiştirilmeli diyeceğiz…’
‘Benzerlerimizle bölüşüp değiştirici ve dönüştürücü bilginin egemen kılınmasına karşı çıkacağız…’
‘Sosyalizm ve demokrasi kavramlarının içine çöreklenmiş bütün şekil ve soysuz iktidar ilişkileriyle hesaplaşacağız…’
‘Farkını üreten yayın organları için yayınevleri kurup sistemden ve piyasadan uzak yeni buluşmalar sağlayacağız…’
‘Bilgiyi ve mahareti pazar/kâr için kullanan bütün egemenlikçi/klasik ve pragmatik sol ile tartışacağız…’
Bütün ilişkin önermeleri, dışarıda ve bizlerden bağımsız arayan, sorgulayan düş yoldaşlarıyla buluşmak inanılmaz keyifli ve heyecanlıydı. Bölüştük…
Hep birlikte; ben, M. Çetin, Burhan Özkan; Akif Kurtuluş, Ahmet Telli, Sercihan Alioğlu, Emir Ali Yağan, Emirhan Oğuz, Tuğrul Keskin, Önder Kızılkaya, Nevzat Çelik ve birkaç arkadaşımızın daha imzalayıp tartışmaya sunduğumuz SHB (Sanat Hareketi Bildirisi) önemini hâlâ sürdürmektedir.
‘Ölüme yaraşır ömürdü…’
M. Çetin bu kavram ve kavrayışlardan hareketle bizlerin de içinde olduğu Piya Kolektifi’nin kurulmasında aktif yer almış, aramızdan ayrılana kadar da mülkiyetsiz, öncü ve kararlı tavrını sürdürmüştür.
Türkiye’de ve yurt dışında hep birlikte onlarca, belki yüzlerce etkinlikler yaparak derdimizi anlatmaya ve birlikte öğrenmeye çalıştık.
Her bir arkadaşımız konumlandığı yaşamın içinde; kendi algı ve kavrayışını içselleştirebildiği kadar yaşayabildi ilişkin kavramları ve bağlamları… Yorulanlar da oldu… Geri çekilenler de… Ama inat ve itirazla sonuna dek sürdürebilen birkaç kişiden söz edilirse M. Çetin bu isimlerin başında gelmektedir. Bilinmeli.
Düşündüğünüz gibi yaşayamazsanız, yaşadığınız gibi düşünmeye başlarsınız. Dahası zeki ve entelektüel birikim sahibi olarak bozulmadan dik kalmak; her yerde ve her zaman rüzgâra karşı kürek ve tehlikeye karşı yürek çekebilmek çok değerlidir. M. Çetin, buradan da anılmalı ve yaşatılmalıdır.
Ne yazsam büyük bir eksiklik boşlukta kendisini durmadan çoğaltacak, biliyorum…

Çok şey yaptı M. Çetin. Daha da çok şey yapacaktı arkadaşlarıyla…
Ne ki amansız bir hastalığa karşı, yoldaşlarının büyük desteğiyle ancak on beş ay direnebildi. Bizlere bedeniyle veda ettiğinde tarih 9 Kasım 2020 idi…
Sonsuzluğun bilinmeyen derinliklerine yolcu ettik yoldaşları olarak…
Anısı daima yaşatılacak M. Çetin’in.
Düş yoldaşlarıyla ve sevenleriyle daim kılınacak yolculuğu hep sürecek…
Veda bile utanacak toprağa çekilmiş zerresinden…
Sonra… Sonrası… Evet… Ya sonrası…
M. Çetin, Ke Ke Me Ce isimli kitabındaki bir şiirinde şöyle diyor:
“…ömür, zaman çölü
sen bakarsın ırmak akar
görmedim diyemem: ama uzatma
ölüme yaraşır bir ölümdü benimkisi
yarından bu güne bak işte yokmuş dün
uzatma sözü gelecekse gelsin çünkü gece
gelsin o tırpan ki düş gördü ömrüm: yaz
devrim gördü devrim oldu bu ömür, hey…
bak ki ırmak olup akmışım düşümle jazz
yaz: ömür, zaman çölü
görmedim diyemem:ama uzatma sözü
ölüme yaraşır ömürdü benimkisi; hepsi bu
düş sanmalıyım kendimi iyiyim aslında, iyi”
Namık Kuyumcu da şöyle diyor bir şiirinde:
“… ödeşmek isterim acılarımın kuşkusunu da kundaklayıp
işgalci aşklar ve devletle derinden ödeşmek
ödeşmek isterim erken gidişlerle ve ölümle
ödeşmek
ödeşmek
ödeşmek
ömür denilen dayatılmış sefil zamanla
ve kendimle ödeşmek
ölüm dediğin şairlere nedir ki bağışlanmak istesinler
toprağın ve kumaşın hatırı kalmasın için
ille de ödeşmek
ödeşmek gerek”