YÜKSEL GENÇ
Günümüz dünyasının en önemli gündemlerinden birini oluşturan, bir insan hakları meselesi olarak uzun yıllardır gündemdeki yerini koruyan “Mülteciliğin”; son yıllarda devletler arası ilişkileri etkileyebilecek/belirleyebilecek düzlemde araçsallaştırıldığına dair pek çok örnekle karşılaşıyoruz.
Özellikle 2011’de başlayan Suriye’deki savaşla birlikte ilgili örneklerin arttığına ve açıkça yapıldığına tanıklık ediyoruz. Milyonları kapsayan göç dalgasının iç ve dış politikadaki kullanışlı çaresizliği, Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere nerede ise bütün yeni dünyanın dizayn çubuğuna dönmüş durumda. Bunu görebilmek için sadece Türkiye hükümetinin Suriye göçlerini teşvik, yönetme ve yönlendirme politikalarına bakmak bile yeterli olacaktır.
2011 yılında çıkan Suriye iç savaşı ardından Türkiye’nin “Yeni Suriye”nin hamiliğini üstlenme aşkına meşru zemin bulabilmek için, sınıra yüksek miktarda Suriyeli göçünü nasıl teşvik ettiği; sınır kentlerinde biriktirilmiş Suriyelilere işaret ederek Suriye sürecinde hak talep etme taktiğini uzun süre gizlemeden nasıl uyguladığı konuyla ilgilenenlerin malumu.
Denetimi altında barındırdığı Suriyelilerin bir kısmı ile özel ordular kurmak, Suriye ile sınırı değiştirecek biçimde toprak kontrolleri sağlamak, savaşın tarafı olarak konumlanmak çabası da aynı taktiğin parçası. Üstelik Suriyeli göçü ile startını verdiği bu taktiğin; salt Suriye ile de sınırlı olmadığını, ABD-Rusya ilişkilerinde, Libya ve Doğu Akdeniz’deki güç rekabetlerinde, AB ile ilişkilerinde ve daha bir çok süregiden dış politika pratiğinde kullanıldığını ve güncel kılınabildiğini hatırlatmak gerekiyor.
Sadece dış politikada mı? Elbette hayır! Artık iç ve dış politikanın birbirine karıştığı, hükümetlerin tam da bu karmaşadan beslenerek içeride de iktidarlarını tahkim edebildikleri bu yeni dünyada yüksek göç dalgalarının elverişli araçlar olduğu da çabucak keşfedildi.
Türkiye’nin denetimi altındaki Suriyeli göçlerini aynı zamanda Kürt sorununda çözümsüzlüğün parçası olarak nasıl kullandığı, hatta içerideki kriz, rejim ve toplumsal dizayn süreçlerinin etkin bir parçası haline nasıl getirdiği artık bir sır değil.
İçeride, hak ve özgürlükler aleyhine inşa edilen yeni düzenin ve otoriterleşmenin bu derece tepkisiz karşılanmasında, işte tam olarak bu göç dalgalarının etkisi tartışılmaz. Zira en basitinden, yapılan “Geri gönderme anlaşması” ya da mültecilerin Türkiye sınırlarını aşmamasının karşılığı olarak Avrupa’dan derin göz yumma ve sorgusuz destek karşılığı bulunurken; mültecilerin içerideki varlığıyla da iç krizler toplumsal rızaya kavuşturulabildi. Daha doğrusu, krizler iktidarın sorun çözebilme yetene(ksizli)ği dışında yeni gerekçe ve düşmana kavuşabildi, toplumsal farklılıklar birbiriyle terbiye edilebildi; ırkçılık, kamplaşma, ayrımcılık üzerinden toplum kontrol altına alınabildi böylece “asayiş berkemal” kılınabildi.
“Mülteci” hikâyesi böylece oldukça yüksek perdeden iktidar ilişkilerinin ve toplumsal kontrol mekanizmasının etkin aracı olarak Türkiye sahnesindeki yerini aldı.
2011 öncesinde ortalama 300 bin mülteci barındıran, mülteciler için Avrupa’ya geçiş güzergâhı olmaktan başka anlam taşımayan Türkiye, 2011 sonrasındaki göç akınlarıyla hem iç ve dış politikanın en güçlü araçlarından biri oldu hem de geçiş güzergâhı olmayı aşarak artık yerleşilen, kalınan ülke olarak ‘geçici ülke’ statüsünü yitirdi. Üstelik kitlesel göçle beraber ciddi bir demografik, kültürel ve sosyal dönüşümün de içine girdi.
Türkiye’nin yeni krizi: Mülteciler
Nihayetinde, 2011 sonrası başlayan ve hâlâ devam eden göç akınlarıyla beraber göç idaresi ağustos verilerine göre Türkiye, 3 milyon 701 bin 584 Suriyeli barındırıyor. Ayrıca ortalama 500 bin dolayında Afganistan, İran, Pakistan ve Afrika ülkelerinden gelen mülteci de bulunuyor. Buradaki verilerin resmî, kayda alınmış sayılar olduğunu, kayıt dışı çok sayıda mültecinin daha Türkiye’de yaşadığını eklemek gerekiyor.
Resmî olarak Türkiye nüfusunun yüzde 4,37’sinden fazlasına denk gelen ve uluslararası mülteci hakları sözleşmelerinin gereklerine uygun konumlanamayan ve korunamayan bu insanların varlığıyla beraber, aslında Türkiye oldukça güçlü bir mülteci krizi ve insan hakları kriziyle karşı karşıyadır. Düne kadar içeride ve dışarıda dizayn ve güç devşirme aracı olarak kullanılan, teşvik edilen mültecilik, artık Türkiye içinde hükümet devirecek denli güçlü bir mesele olma yolunda ilerliyor. Evdeki hesapta artık sapmalar yaşanıyor. Özellikle ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve güvencesizlik halleri derinleştikçe mültecileri tehlike ve müsebbip olarak kodlayan kitleler nezdinde ırkçı saldırgan pratiklerin görülmeye başlanması, genele yayılan ve siyasetçilerce de işlenen memnuniyetsizlik, hedef gösterme ve ayrımcılık halleri Türkiye’yi bir toplumsal patlamanın ve rejim değişikliğinin eşiğinde tutuyor.
Bu tehlike karşısında 10 yıl aradan sonra ilk defa iktidarın mülteci ve göç karşıtı söylemlere yöneldiği de dikkat çekiyor. Bu durum mültecilerin ve mülteciliğin kullanımında Türkiye nezdinde bağlam değişikliğinin mümkün olduğunu düşündürüyor.
Uluslararası güvencelere, evrensel hak ve özgürlük ilkelerine uyulmaksızın araçsallaştırılmış mültecilerin, insanî felaketler de dahil pek çok tehlike ve tehdide açık hale geleceklerini öngörmek mümkündür. Zira Türkiye’de mülteci karşıtlığı güvenlikleştirilmiş ırkçı bir söylemle desteklenmektedir.
10 yılda hegemonik heveslerle, toplumsal doku hazırlanmadan, demografik yapı dengeleri gözetilmeden, ulusal ve uluslararası sözleşmelerin gereği yapılmadan ilan edilen “Misafirlik hali”; günümüzün derin ekonomik-siyasal-toplumsal krizleriyle boğuşan otokratik Türkiye’sinde tehlike ve tehdit içinde bir mülteciliği de gündeme taşıyor.
Türkiye de mültecilerin içinde olduğu tehlikeler için son günlerde yaşanan olaylara bakmak yetecektir; Ankara Altındağ pogromunun küçük bir prova olabileceği akılda tutulmalıdır.
Mülteci kapısı kentler gergin
Türkiye’ye gelen mültecilerin çok büyük kısmının Türkiye’ye giriş kapısı Urfa, Antep, Kilis, Van, Ağrı, Kars gibi Bölge kentleridir. Batı illerine, oradan da Avrupa’ya gitme umuduyla girilen ve geçiş güzergâhı olan bu kentler son 6 yılda artık mülteciler için bir yerleşme mekânıdır. Türkiye’nin AB ile yaptığı “Geri gönderme anlaşması” başta olmak üzere, yapılan anlaşma ve pazarlıklar neticesinde bu ülkeden çıkamayan mülteciler için batı kentleri güvenliksizleştirildikçe girdikleri sınır kentlerinde kalmak bir zorunluluk hali almaya da başlıyor.
Bir yandan hükümetin yeni uygulamaları gereği kayıt altına alındıkları kentlere ve geri gönderme merkezlerine yollanmaları, diğer yandan sefalet ve ırkçı yönelimlerin daha yoğun olduğu mekânlar olarak işaretlenmeye başlanmaları nedeniyle batı kentleri yerine, girdikleri sınır kentlerinde kalanların sayısı artmaya başlıyor. Ancak ilgili sınır kentlerinde yaşanan derin yoksulluk, işsizlik, güvenlik, geleceğe dair umutsuzluk gibi sorunlarla bu kentlerdeki nüfusa oranlarının yüksekliği buluşunca mülteciler aleyhine ciddi bir patlama adaları oluşmaya başlıyor.
Örneğin Kilis’te bulunan mültecilerin kent nüfusuna oranı yüzde 42 buçuk, Hatay’da yüzde 26’yı geçti. Hakeza Urfa, Antep gibi kentlerdeki oran yüzde 20’lerde. Van hızlı biçimde yüksek sayıda mülteci barındıran kent konumuna doğru ilerliyor. Sözkonusu kentler, güvenlik politikalarının en sert uygulandığı yerler. Derin istihdam ve yatırım problemleri var ve yoksulluk Türkiye ortalamasının üstünde. Bütün bunlar, yoğun mülteci nüfusunun tehdit ve tehlike olarak işaretlendiğini ve işaretleneceğini gösteriyor. İlgili sınır kentlerinde daha önce yapılan araştırmalar da buralarda toplumsal patlamaların uzak olmadığına işaret etmektedir.
Araştırmaların işaret ettiği…
Örneğin Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi’nin göç alan sınır kentlerinde yaptığı bir araştırmaya göre, kent sakinlerinin yüzde 95’i mültecilerle beraber kentlerinin değiştiğini düşünüyor. Bu değişimi önemli bir kesim ekonomik kriz ve işsizlikle ilişkilendiriyor. Yine azımsanmayacak bir kesim de kentteki suç oranlarının mültecilerle arttığına inanıyor. Yüzde 80’den fazlası göçün hayatlarını olumsuz biçimde etkilediğini söylerken, yüzde 84,5’i Suriye göçleriyle beraber hayat pahalılığının arttığına inanıyor. Yüzde 76,7’si göçleri desteklemiyor. Yüzde 71’i Suriyeli mültecilerle yaşamaktan ve çalışmaktan memnun değil. Yüzde 77,5’i devletin Suriyelilere kendilerine yaklaştığından çok daha fazla olumlu yaklaştığını düşünüyor. Büyük kısmı kentinde mülteci yokmuş gibi, görmezden gelerek yaşamayı tercih ederken, mültecilerin kendilerine ait olanı aldıklarına inanıyor.
2019’da sınır kentlerinde yapılan bu araştırma o dönemde dahi kentlerdeki gerilimin yüksek olduğunu söylüyor. Aynı araştırmada; mülteciler arasında işsizliğin yoğun olduğu, büyük kesiminin güvencesiz ve ucuz iş gücü olarak çalıştığı ya da buna razı olduğu, çoğunluğun sağlıksız konutlarda, bir kısmının da barınma merkezlerinde yaşadığı, kimliksiz ve kayıt dışı olanların oldukça tedirgin olduğu, kayıtlı olanların da benzer bir tedirginlikle kente uyum sağlamak için çaba harcadığı da yer alıyor.
Merkez’in Van da gerçekleşen bir başka araştırmasına göre ise yerel sakinlerce dışlanma halleri dışında, mültecilerin kolluk ve çete yapılarının da hedefi oldukları, pek çok gayri insani muameleye tabi tutuldukları görülüyor.
Ayrımcılık, dışlama, doğal suçlu kabul etme ve yok sayma hallerinin yaygın davranış biçimi olduğu, uluslararası korunma tedbirlerinin çoğunluğundan yoksun olduğu, gayri insani yaşam biçimine rıza göstererek mültecilerin var olmaya çabaladığını söyleyen bu araştırmalar aslında Türkiye’de mülteciler açısından zamanla yayılmış bir insanlık dramının sürdüğünü de gösteriyor.
Bir yandan iktidar sahiplerinin güç devşirmek, hegemonya kurmak, iktidarlarını sürdürmek amacıyla araçallaştırdığı, öte yandan yaşadığı yoksulluk, işsizlik, toplumsal, ahlaki, siyasi krizlerin temel sorumlusu olarak mülteciyi görmeye yönlendirilmiş, ırkçılaştırılmış kitlelerin hedefi haline gelmiş, güvenliksizleştirilmiş mülteciler için daha büyük felaketlere muhatap olmadan hızla ve çözüme dönük tedbirler geliştirilmesine ihtiyaç var.
Ne Yapılabilir?
Öncelikli olarak kamu kurumlarının, siyasal yapıların, sivil toplumun ve uluslararası toplumun Türkiye’de acil olarak sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. Mülteciliğin siyasal iktidar ve otoritelerce araçsallaştırılmasına son verilmesi, temel insan hak ve özgürlüğünün gerekleri içinde yeni bir bakışın benimsenmesi gerekiyor. Mülteciler için kabul edilen uluslararası sözleşmelerin uygulanması, şerh konan maddeler üzerindeki şerhlerin kaldırılması, mültecilere dönük BM denetleme mekanizmalarının işlevlenmesi, mültecilere karşı suçların cezasızlık zırhından çıkarılması, geri kabul anlaşmasının iptali, “daha iyi ve barışçıl bir yaşam” isteğinin temel hak kabul edilerek sınırların açılması öncelikli yapılması gerekenler içinde görünüyor. Diğer yandan, mültecinin bulunduğu yerlerdeki kent sakinleriyle uyum ve kabul süreçlerinin sağlıklı işlemesi, yaşam ve çalışma koşullarının güvenceye alınması için de bir dizi eylem planının geliştirilmesi gerekiyor.
Artık, küresel ölçekli demografik hareketlerin olağan olduğu, moda deyimle “her an hepimizin mülteci olabileceği” bir çağda, tüm bunları yapabilmek için kamu ve sivil otoritelerin sorumluluk yüklenmesi kadar, ciddi bir zihni dönüşüm de şart görünüyor.