‘Aslolan müzik yapmak değil, ne yaptığını bilmektir’

Röportaj: HÜSEYİN TUNÇ

Prof. Umut Akar… Dersim’li bir ailenin Avrupa’ya, Viyana’ya uzayan yolculuğundan payına düşenleri yaşayanlardan… Gurbet yaşamının uygun bir zemin sunduğu arabesk sızlanımlara kapılmayıp modern dünyanın sunduğu olanakları değerlendiren ve edindiği birikimlerle köklerine dönen, yerel ile evrensel arasında köprü oluşturmaya çalışan bir müzikolog. Mozart’ın, Beethoven’ın ülkesinde klasik müziğin de cazın da müzikal rezervlerine hâkim olup Dersim kılamlarına, tembura, bağlamaya otantik ve bozulmamış imkânlar yaratma yolunda bir akademi de açan Akar’la sanata, hayata dair konuştuk…

Sizinle konuşunca söylediklerinizin hep müzikal bir karşılığı varmış gibi geliyor. Sanat ve müzik hayatınızla içselleşmiş sanki. Kendi kişisel hikâyenizden başlayalım…

Biz Avrupa’da doğmuş çocukların şöyle bir farkı oluyor; burada misafir olduğumuzu içten içe hissediyorduk ve buranın ilk kuşakları olarak buranın renkleriyle büyüdük. Ayrıca her yıl Türkiye’ye, köyümüze gittiğimizde oradaki çocukların dünyadaki varoluşları, duruşları ve özgüveni bize göre daha doğaldı. Bizim özgüven eksiğimiz yoktu belki ama bir çocuğun o topraklara ait olduğu o kadar belirgindi ki. Bizde eksikti bu. Aidiyet duygusunun önemini ilerleyen yıllarda derinden hissettim. Buradan bakınca ilk gelen kuşak susmayı tercih ederken görece sonradan gelen bizler konuşmayı tercih ettik. Hem buranın diliyle hem anadilimizle konuşmayı, kendimizi anlatmayı başardık ve bununla birlikte farklı kültürlerin kaynaşması adaptasyonu bizim açımızdan daha görünür oldu. Dolayısıyla bir dış dünya vardı bizim için, bir de iç dünya. Dış dünya içerisinde yaşadığımız ülke, şehir vs. İç dünyamız ise anadilimiz, aile ortamımız, Dersim üzerine konuşmalar… Ailem ilericiydi, babam öğretmendi, annem köylü kızı ama topraktan öğrenmiş bir ana kadın. Biz burada devrimci derneklerde abilerimizin paçalarını çekerek büyüdük. Dolayısıyla bunun getirisi olarak evde sürekli bağlama çalınır deyişler okunur, Zazaca kılamlar söylenirdi. Alevi kültürünün de tam ortasında büyüdük diyebilirim.

Bugün kendinizi ve durduğunuz yeri nasıl tanımlarsınız?

Aslında dünle bugün diyalektik olarak zaten iç içe geçmiştir. İnsanların çoğu müzik, felsefe ya da sanatın insanlar için yapıldığını bilir, sohbetini yapar ama işin pratiği bu bilinçle gerçekleşmeyebilir. Müzik için daha çok böyledir. Müziğin de temel kuralları vardır oysa. Örneğin her yörenin kendine göre sesler arasındaki farkları vardır. Teknik bir konu ama şunu söylemek istiyorum; her birimiz aynı şeyi anlıyoruz belki ama neden yaptığımızı bilmiyoruz. Sorunuzun cevabına gelirsek, şu an ben neden yaptığımı biliyorum diyebilirim. Çocukluğumdan beri saz çalıyorum, 14-15 yaşından itibaren sahnelere çıktım. İçine doğduğunuz, büyüdüğünüz şeyleri seversiniz ama belli bir zaman sonra bunları araştırma ihtiyacı duyarsınız. Neden bunları yapıyorum dediğinizde müzik bilimine adım atmış olursunuz. Sadece “zevkler ve renkler tartışılmaz” demekle yetinmezsiniz. Tam tersine, tartışılır derseniz araştırmalar yaparsınız. Şu an onu niçin yaptığımızı biliyorum, geçmişimle bugünüm arasındaki bir diğer temel fark bu. Yani bir halk ozanıyla bir müzisyen arasındaki temel fark buradan gelir. Lütfen yanlış anlaşılmasın, halk ozanı ve müzisyen birbirinden iyidir ya da kötüdür demiyorum. Hatta bazı durumlarda halk ozanı daha doğaldır ve iyidir. Ama müzisyen ya da sanatçı olmak, onun bilimi hakkında da bilgi sahibi olmaktır. Bunu karıştırmamak lazım. Nasıl ki her ateş ölçen doktor olmuyorsa her bağlama çalan da sanatçı, müzisyen olmayabilir.

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Zazaca şiirin önemli isimlerinden Mehmet Çetin’le Süredar adında bir albüm yaptınız. O albümün yaratılış sürecini anlatsanız biraz…

Öncelikle Mehmet Çetin’i buradan bir kez daha saygıyla analım. Duruşuyla ve ürettikleriyle hep bizimle olacaktır. Süredar albümü yaklaşık üç dört yıllık bir emeğin ürünüydü. Sadece şiirin ve müziğin bir araya gelişi değildi. Gerçekten tembur, ses, şiir bir araya geldi ama toplamı Dersim’in bir dağında yapılmış bir söylence oldu aslında. Albümün yeterince değerini bulamadığını düşünüyorum ama ben o zamanlarda da söylemiştim, üzerinden çok uzun bir zaman geçtikten sonra değeri anlaşılacaktır. 2004’te solo bir albüm çıkarmıştım, Seyir Defteri adında. Daha sonra Zazaca, UNESCO tarafından “ölmeye yüz tutmuş diller” arasında sayılınca ben de dilimize yönelmek istedim. Mehmet Çetin’le bir araya geldik. Çetin, Zazaca dilinde çok önemli bir isim. Ve o kadar insan varken neden benimle çalışmak istedi derseniz, bende bir şeyler gördü demek ki. Dilimizi anlıyorum, konuşuyorum ama çok da hâkim değildim oysa. Ama içimde öyle yoğun bir duygu vardı ki, Zazacanın fonetiğini, dil yapısını âdeta bir arkeolog gibi araştırdım. Zazacanın müzikal yapısını çözmeye çalıştım. Sadece müzik profesörü ya da pedagog değilim, aynı zamanda müzik arkeoloğuyum, kaybolan dillerin tınılarını, derinlere kök salmış hikâyelerini araştırıyorum. Bunları araştırırken bizim kara düzen var, bağlama düzeni var ama ben 2006 yılında “rasure” çalım tekniğini geliştirdim. Şimdi pek çok yerde kullanıldığını görüyorum.

Neden rasure?

Özel olarak Zazaca tınılarına yönelik çalışmalarımda gördüm ki bağlamada tam titreşimlerin arasına gelirken belli bir yöreyi anlatan, frekansın- titreşimin kendisidir aslında. Örneğin Alevilerin deyiş çalarken uyumlu bir şekilde sallanması bu frekans dolayısıyladır. Batı müziğinin belirgin hale geldiği 16-17’nci yüzyılda klasik müzik önemli bir gelişme yakaladı ve modernleşmeyle birlikte etki alanını genişletti ama belli birtakım kalıpların içinde olmak zorunda kalındığı için bugün yeniden üretilemiyor. Bizim yaptığımız da bir çeşit klasik müzik ama biz üzerine yeni şeyler koyabiliyoruz. Çünkü bunu baskılayan bir kalıp ve otorite yok. Tabii bu aynı zamanda kültürel bir farklılıktır. Başa dönecek olursak biz Mehmet Çetin’le böyle bir yola çıktık, Zazaca diline dair önemli işler yaptık.

Biraz da şu an bu röportajı yaptığımız mekândan, akademinizden bahseder misiniz, hedefiniz nedir?

Aslında çoğu zaman ben de kendime soruyorum derdim davam nedir diye. Rasure akor sistemini araştırırken bunun bir sebebi olduğunu düşündüm. Neredeyse bütün gruplar artık Sibemol 2 değil Naturel tonda çalıyorlardı ki Batı enstrümanlarıyla uyumlu olsun diye. Orijinalliği bozuluyordu tabii. Si bemol 2 zaten Alevilerin sır dediği titreşim, onu oradan çekerseniz anlamı bozulur ve o frekansı bir daha alamayabiliriz. Basit bir şey değil bu, zamanla değeri daha çok anlaşılacaktır. Bunları açıklamak üzere akademi bünyesinde çeşitli kitaplar da hazırlıyoruz. Uzun yıllar araştırmak gerekiyordu, çalışıp araştırdık. Bugün dediğim şekilde çalan insanlar var ama bizim meselemiz sadece çalmak değil, onun bilimsel tanımını da geliştirmek. Akademi biraz da bunları yapmak istiyor. Ne zaman kurdunuz? 2010’da kuruldu. Öncesinde Viyana’nın en eski konservatuvarıyla bir anlaşma yapmıştım. Viyana’da dünya müziği akademisi kurmak için ekstra klasik müzik ve caz eğitimi aldım yeniden. Yaklaşık on yıl, profesör olarak o konservatuvarın bölüm başkanlığını yaptım. Bu bölümde artık sadece Batı enstrümanları değil Doğu ve Batı enstrümanlarıyla birlikte çalışmayı getirdik. Yani 2010 yılından beri, bağlamayı da bir Batı enstrümanının yanında Viyana’da öğrenebilme, okuyabilme olanağını geliştirdim. Üniversitenin kendisi de bağlamayı kabul etmiş oldu böylece. Bu da akademinin müfredat çalışmasının başarısıdır. Dolayısıyla Avusturya’da ve hatta dünyada ilk bağlama diplomasını veren biziz.

Biraz teknik bir şey sormak istiyorum, bir müziği ya da ritmi ilk duyduğunuzda onun niteliğini anlamak bakımından neye dikkat ediyorsunuz? Yine bu bağlamda ‘etnik müzik’ kavramını açar mısınız?

Geniş düşünürsek, dünyada her şey titreşim halindedir. Titreşimlerin dile ve saza gelişi etnik olarak tanımlanıyor. Bölgeseldir esasen ırksal değil. Ama dünya müziği başka bir şeydir. Bu bağlamda bizim de sazı klasik müzik ve cazın bilimsel bağlarıyla anlayıp dünya müziğine açılmamız son derece gereklidir.

Peki hocam, bahsettiğiniz çerçevede Kürt müziğinin bugün geldiği yeri değerlendirmeniz mümkün mü? Elbetteki Zazacanın özgün yeri için de ayrıca bir parantez açabilirsiniz. Müzikal sorunlarımıza ve nasıl aşabileceğimize dair neler söylersiniz…

Kürdi müzikler Afganistan’dan başlayıp Irak’ın güneyine kadar inen, oradan Batı coğrafyasına kadar uzanan çok geniş bir hat… Dolayısıyla kendi içinde pek çok yöresel bölüme ayrılıyor. Politik değil de teknik olarak düşünürsek, müziğin gelişimine ve tekniklerine dair bazı sorunlar görüyorum. Birincisi, özellikle Irak bölgesinde, dil Kürtçe olsa da Arap müziğinin üstünlüğü, yani nağme ve gırtlaklar o tarafa çekiliyor. İkincisi, arabesk etkisi, neredeyse her yöreye girip zehirliyor. Kürtçeye, Türkçeye, Zazacaya girip hızlı bir benzeşlik yaratıyor ve yörenin, bölgenin özgün frekansını ve titreşimini bozuyor. Nağmeler elbetteki güzeldir yani aslına bakarsanız bu durumda icra edenin evrenle sohbetini anlatır. Örneğin sanat müziği, ne kadar güzel ne hoş denir çoğu zaman, ama bu müziğin şekillendiği yere bakarsak saray ve çevresidir. Bu müziği sevip sevmemekten ziyade oluşma koşullarına bakınca ben kendimi onun içinde görmüyorum mesela. Çünkü elit yetiştirme disiplinine sahip. Şunun için de söylüyorum, Kürt müziğini biraz da kendi doğal akışı içinde izlemek, gözlemek gerekiyor ama ona büyük işlevler de yüklenmemeli…

Viyana’da, Mozart, Beethoven gibi müzik dahilerinin şehrinde olmak nasıl etkiliyor sizi? Özel bir motivasyon kaynağı sayılabilir mi?

Viyana’da büyük müzisyenler yaşadı ama hiç de iyi bir hayat süremediler. Çoğu yoksulluk ve sefalet çekti. Mesela Mozart, çocukluğunu yaşayamamış, çok küçük yaşlardan itibaren müzisyen babasının yanında kilise ve saraylarda çalışmış bir çocuk ve oldukça trajik bir hayat hikâyesi var. 30 yaşında, neredeyse açlıktan ölen bir dahi… Mozart’ın, Beethoven’ın memleketinde yaşayan ve akademik olarak onları en üst düzeyde araştıran bir müzik profesörü olarak, buradan edindiklerimi kendi çevreme, müzik anlayışıma yansıtmak istiyorum.

Yakın gelecekte birlikte çalışmayı düşündüğünüz sanatçılar ya da müzik projeleriniz var mı? Özellikle takip ettiğiniz müzisyen, grup vs var mı?

2004’te Süredar’la başlayan süreç sonrası şöyle düşünüyorum: Her yıl bir albüm çıkarıp nitelik sorunu olan işler yapmak yerine daha kaliteli işler yapmak istiyorum. Örneğin ben hiçbir zaman kendini acındıran ve bunu satan müzikler yapmadım. Bu bir duruştur. Umarım söyle diğim doğru anlaşılır, çünkü arabesk kültürün buralara sızdığını görüyorum ve kendi adıma bir tutum alıyorum. Bir başka örnek Zazaca; o kadar güzel ve kendi içinde o kadar gelişmiş ki. Ama orada da 38 katliamı gibi bir türlü çıkamadığımız travmalarımız var. Takılı kalmak cümlesini kullanmak istemiyorum ama sanırım oradan çıkmak gerekiyor. Onun için 38’le ilgili yapılmış ya da o dönemden gelen kılamları, müzikleri araştırdım, gördüm ama tekrarı tekrar etmemek için o tarz okumadım. Yaklaşık 30 yıl bilimsel olarak sazı, temburu, bağlamayı araştırdım ve gördüm ki, bu enstrümanlar oradan buradan geldi demenin bilimsel karşılığı yok. Bunlar o topraklarda çıkmış ve kök salmış, zamanla da diğer komşu enstrümanları etkilemiş ve etkilenmiştir. Şimdi bütün bunları paylaşmak istiyorum, derli toplu eserler ve kitaplar haline getirip halka ulaştırmak amacım.

Hocam var mı eklemek istediğiniz başka bir şey…

Öncelikle dilop dergisine teşekkür ediyorum. Amaçlarımız aynı ve insanlara başka bir yolun, başka bir dünyanın mümkün olacağını göstermek istiyoruz. Birbirimizi dinlemeyi öğrenirsek, kaybettiğimiz frekansları, titreşimleri yeniden bulabilirsek birbirimizin değerini de anlarız ve ona göre hareket ederiz. Bir araya gelince güçlüyüz. İnsan titreşimleri birbirine aktarabilir. Müziğin de böyle bir işlevi var. Bunun için çabalayacağım. Gezeceğim, anlatacağım, söyleyeceğim…