AZİZ YAĞAN
Kendini bildi bileli şair olmak istediğini söylemiş ve bu isteğine asla sırtını dönmemiş. Dünyayı anlama ve algılama biçimini korumuş ve mısralara, satırlara dökmüş. 1985-2021 arasında yazdığı ve toplamda 78 şiirinin yer aldığı 6 kitabı ‘Gitmek Bir Uzun Öykü’ adlı kitapta toplanarak Red Kitap tarafından yayımlandı. Emirali şiirlerini değerlendirebilmek için okuyucunun toplu şiirlerinin yer aldığı kitabı öncelikle baştan sona okumasını, ardından kitabı bu kez sondan başa doğru, ancak şiir şiir değil kitap kitap geriye doğru okumasını öneriyorum. Yani önce Urmiye Mavisi, ardından Şarkılar Ülkesi, Gitmek Bir Uzun Öykü, Evvel Zaman Şiirleri, Aylak Dizeler ve Ne El Dorado Ne İthake kitaplarını okumaktan bahsediyorum.
Bunu yaptığınızda soğuk tarih anlatıcılığındaki eksiklik olan duyumsamaların, bazı dönemlerin insanlarda nelere yol açtığının anlaşılmasına Emirali Yağan şiirleri olanak verecektir. 1958 doğumlu Xeç köyü doğumlu Emirali Yağan, üç askeri darbenin etkilerini yaşadı. 80 darbesinin acımasız ikliminde kod adına sahip devrimciler ve onlara yardımda bulunanlar hücrelerde, işkencelerde, dar ağaçlarındaydı. Emirali de işkence gördü, cezaevinde yattı. Bu nedenle Urmiye Mavisi ve Şarkılar Ülkesi kitaplarında yer alan şiirlerinde darbenin, sıkıyönetimin, kaçaklığın, vur emirlerinin, işkencelerin yürekte ve bilinçte bıraktığı derin yaraların, mevsimsiz karların izlerini sürmek daha kolay olacaktır. Yakın tarihten uzak geçmişe ve uzaktan yakına bir şairin kimimizin bildiği, kimimizin okuduğu dönemlerin nasıl da içinden geçtiği, direndiği, mücadele ettiği; o dönemlerde kendini nasıl hissettiği, anlamlandırdığı; o süreçlerde yolunu nasıl aradığı daha açık anlaşılabilir.
Emirali de yazar olmayı hep istemiş ve ömrü boyunca da bu isteği yüreğinde, zihninde kalmamış bu isteğine uygun bir yaşam sürmüş. Sadece şiir yazmamış, metin yazarlığı, sözlü tarih çalışması yapmış. Düz yazılarındaki akıntı, güç ve sürükleyicilik ayrı bir inceleme gerektiriyor.
“gittim gördüm/batının batısında bir doğu yokmuş”
Alevi/kızılbaş Kürd coğrafyasının bir parçası olan Dersim’in çok milletli, çok dinli, çok dinli dinamik, hareketli yaşantısı 38’de, sırf devlet böyle olmasını istedi diye iki ayda anadili Kürdce’nin Kırmanci, Kurmanci lehçelerinden birini konuşan en az 40 bin insanımız vahşice katledildi. Askerlerin katletmek için adım adım Dersimli aradığı bitmek tükenmek bilmez an’lardan oluşacak aylardan sonra katliamın ikinci aşamasına geçilecekti; sağ kalanlardan toplayabildikleri çocuklarımıza el koymak. Bu trajediden sonra kalanlar anamadı o felaketi. Ancak sonrakiler eksik akrabalar, her yerde rastlanan kurşunlar, kemikler yüzünden bir terslik sezdi. Çünkü bir Yahudi atasözü bizden önce deneyimlenmiş bu gerçeği özetler: “Oğullar babalarının yaşadığını unutmak ister, torunlar hatırlamak..” Ve, sordular büyüklerine, harekât planlarını buldular, resmi yazışmaları edindiler, kayıp kız ve oğlan çocuklarının peşine düştüler; kaydettiler, kitaplar, belgeseller hazırladılar. Anlaşıldı ki, Dersim başkaldırı yüzünden değil; sadece ve sadece kendine özgü dini inancı ve milliyeti yüzünden acımasızca kıyım görmüştü. Emirali Yağan da bu anımsama, travmayı ortaya çıkarma ve başa geleni kavrama çabalarında emek harcadı.
70 ve 80’ler…
Aydınlanma çağının ve Marksizm rüzgârı kitap sayfalarını çevirirken fırtınaya dönüştü. Moore, Bacon, Kant, Eliot, Mayakovski, Sheakespeare, Makarenko, Yesenin, Yalom, Bach, Zola, Gorki ve nicesi ev içlerinde ve dışlarında zihinde, dildeydi; bin yıllardan beri inancına, toplumsal yaşantısına, değerlerine rızalığından mahallelere, köylere, evlere hapsolmaya razı olmuş bu coşkulu toplumun gençleri mevcut kaskatı karanlıkta yolunu arıyordu. Kuşatılmış rejimlere rağmen kendini koruyabilmiş bir toplum, mezralara kadar ulaşan kitaplarla, dergilerle, müziklerle çağcıl dünyaya bağlanmayı denedi. Bir yandan dünyaya bağlayan bu anlayış diğer taraftan bizleri dinimizden, dilimizden, milletimizden, geleneğimizden alıkoyar hale de gelebildi. Bu kez övünerek, kendiliğinden vatansız, tarihsiz, topraksız, dinsiz, feodal olana toleranssız; inançsal ve kültürel tüm sermayemize düşmandık.
90’lar…
Emirali’nin şiirlerinde 90’lar duyumsanabilir, öğrenilebilir, izi sürülebilir. Diğer Kürd şehirleri gibi Dersim de 90’ların ateşinden, tahribatından payını aldı. Bu dönem Emirali Yağan’ın Kürdlüğünü de yeniden tanıma ve inşa etme sürecini andırıyor. 38’in ardından sürgün edilen Dersimliler iki kez Dersim’e dönmeye çalıştı. Evler yapıldı, işler ayarlandı, köyler canlanmaya başladı. Ancak iki kez yeniden köyler yakıldı ve insanlar yeniden yollara düştü. 2000’li yıllar yeni bir dönüşle Dersim’in canlandığına tanık oluyor. Yine evler yapılıyor, onarılıyor, işler kuruluyor, köylerde sürüler kalabalıklaşmaya başlıyor, kovanlara yeni kovanlar katılıyor. Yağan’ın mısralarında Dersim doğal mekân, çünkü atalarının toprağında/Dersim’de doğup büyümüş olmanın verdiği his, deneyim ve bilgi elbette kendini sakınmayacaktır mısraların doğasında.
Şarkılar Ülkesi kitabında Kuzeyi bir Kuzeyli gibi anlatırken Emirali Yağan, inkârın inkârını dile getirirken, çığlıklarla kentimize gelirken kardaki ‘kart-kurt’ seslerini sahipleniyor; Xoybun ve Halepçe rüzgârı eserken durdurulmuş bir fotoğraf karesinde.
Emirali Yağan’ı merak ediniz, okuyunuz, sorunuz. Ardışık ve birbirine girmiş dönemlerin izlerini sürünüz. Benimsediği anlayışın, yaklaşım ve pratiğin evrensel bir karşılığı, etkileşimi var, tıpkı bu anlayışa karşıt olanların birbirlerine evrensel tecrübe ve deneyim aktarımı yaptığı gibi. Kendi yaşadıklarını dünyanın başka yerlerinde de olduğu ve kendi duruşunun dünyanın başka yerlerinde de sergilendiğini bilme duygusu mısralarına da yansımış.
Emirali Yağan’ın eserleri böylesi dönemlerdeki hissedişlerin, duyumsayışların ifadesidir. Dağların arkasındaki dağın gölgesi yüzünden göremediği öteleri merak ediyor.
Nuh’tan beridir ufkumuza yaslana duran ey Ararat/de haydi, gölgeni çek ki görelim/sabahın sabah olduğunu!
Ya da;
dünya kurulalı beri serinde çığ biriktiren/o dağ gölgesini çekmez ki görelim/ötesinde ne var güne uzanan karanlığın/ardındaki gölgesinde tutan/bu dağların silsilesi yıkılsın
Gitmek; bir uzun öykü…
93-94’ten sonra uzun uzun anlatmayı çok istemiş, çokça yazmış, uzamış satırlar. İç dökümü gibi sıralanıyor mısralar; düşlerini yitiren bir hayata onu mezar diye kim bırakmış, geçmişten beslediği anlamların renklerini içmiş susuz bir tuvalde unutmuş ve uyruksuz, kıblesiz yeni bir tuval arayışında ilerlemiş. Sadece kertenkele mi kuyruğu sıkışınca kopmasını umursamaz ama düşsel olarak bunu imgelemek bir kopuşun arifesi olabilir mi? Arifelerin kapatıp açtığı mısralar. Celladını içinde taşıyan hayatı seyretmiş bu döneminde, bekleyişine ömrünü yettiremeyeceğinin sızısı. Mitleri, inanılanları, bilinenleri, sanılanları yitiriş, reddediş, yeniden yorumlayış dönemi. Varoluşsal tufanlar: Sonsuz dünün yarın demek olduğu, suyun var olduğu yerde sözün yalan olduğu, kendi içine çocukluğuna büzüldüğü, azalarak.. Gitmenin bir uzun (hatta sonsuz) bir öykü olduğu dönemler.. Kimliğini, benliğini sıyırıp yollarda, çalılara takılıp geride bırakırken, geride kalanlarına dönüp bakmazken bir bilinç değişimini çığlıklıyor. Kendisine (ve belki de çevresine) sertçe dokunan bir hüzünle gitme fikri sarıyor kelimelerini, simsiyah sözcüklerle uyanıyor.
2021’in kıyısını dövüp duran mısralar ise okudukları, gördüklerinden kendisinde kalanları çağırarak tartıştığı, andığı, buladığı yalnızlıklarla akıyor. İçindeki çocuğa saygı duyan ve koruyan, dinleyen Emirali, iç huzursuzluğunu monologla dialoglaştırabilen, içinde iç ailesini taşıyan ve onlarla yaşayan, didişen, uzlaşan şair katmerleşen karanlığa şöyle diyor:
Hiçbir soruya yanıt değil ömrüm