Kübra Yeter
Demirtaş’ın basın danışmanı Zınar Karavil’in kaleme aldığı “Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi” Mayıs ayında Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap Edirne Cezaevi’nde altıncı yılını dolduran Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde olduğu süre boyunca yaşadıklarını ve siyasi, toplumsal gelişmeleri anlatıyor. Cezaevine giden süreçte yaşananlar, içeride günlerinin nasıl geçtiği ve neler hissettiği, ailesi ve arkadaşlarının ona dair düşünceleri gibi birçok başlık metinde kendine yer buluyor. Demirtaş hakkında basına yansımayan birçok olayı da konu alan kitabın bir başka önemi daha var. O da şu ki Demirtaş’ın yaşadıklarının dışarıdan gözlemlenerek yazılmamış olması. Kitap “içeriden dışarı”, yani Demirtaş’ın hücresinden süzülerek bizlerle buluşuyor. Fakat aslına bakılırsa içeride yalnızca Demirtaş’ı bulmuyoruz. Bugünün Türkiyesi’ne gelebilmek için döşenen taşları da bir bir hatırlıyor ve hafıza tazeliyoruz. Biz de bu vesileyle Zınar Karavil’le kitabın ayrıntılarını konuştuk. Bu sırada Selahattin Demirtaş’ın da kitaba dair düşüncelerini öğrenmek istedim ve kendisi bir mektupla bize yanıtlarını ulaştırdı. Röportajın sonunda bu yanıta yer veriyoruz.
Böyle bir kitap yayımlanmasına dair geç mi oldu erken mi oldu tartışmaları yapıldı. Bu tartışmalar bir yana, beklemenizdeki ana neden neydi, yayımlanma tarihinin önemini öğrenmek isterim…
Yazmak için özellikle beklemedim açıkçası. Yıllar önce çok değerli bir arkadaşımın önerisiyle, bir kitap yazma fikri kafamda yer etmişti. Demirtaş’ın cezaevinde de olsa siyasette son derece aktif olması ve Demirtaş ekseninde yaşanan pek çok şey olması nedeniyle onunla ilgili çok şey birikmişti. Yaşanan ve basına yansımayan da pek çok şey vardı. Bunları bir albümde, bir kitapta toplamak gerekiyordu.
Kitap, bittikten yaklaşık 10 ay kadar sonra yayımlandı. Yayınevinin bazı planlamaları vardı. Geç mi erken mi bilemiyorum açıkçası. Bence tam zamanında. Sanırım okurlar da aynı görüşte olacaklar ki kitaba büyük ilgi gösteriyorlar, sağ olsunlar.
Kitap hukuki süreçleri detaylıca anlatıyor fakat bunu yaparken de hukuk dilinin aksine sadeliğini koruyor. Bi’ nevi roman üslubu da kurulmak istenmiş. Sizi bu tercihe iten sebepler neydi?
Demirtaş bir roman kahramanı gibi, macerası da bir roman gibi. Dolayısıyla o şekilde yazmak gerekiyordu. Kitap için bir Demirtaş romanı diyebiliriz belki de. Bu kez kendisi yazmıyor, başrolünde yer alıyor.
Onun cezaevinde neler yaptığı, günlerinin nasıl geçtiği, neler yaşadığı, nasıl hissettiği, mahkemelerde neler olup bittiği ve benzeri pek çok şey, çok merak ediliyor. Dolayısıyla bu romanda anlatılacak çok şey var. Bunları aktarabilmek için sade bir dil kullanmak gerekiyordu.
Bir de Demirtaş’ın mücadelesi ve halkın ona desteği de çok sade ve net zaten. Demirtaş “Siyasi rehineyim” diyor, “Tahliyemi talep etmiyorum” diyor. Çok sade. Halka da ona sahip çıkıyor. Mahkeme salonunun dışında “Selo Başkan’a özgürlük” diyor, cezaevi inşaatında ona sesleniyor, çocuklarının adını Selahattin koyuyor. Çok sade. Dolayısıyla bu mücadeleyi ağdalı, grift, uzun cümlelerle güçlendirmek gibi bir çabaya hiç gerek yoktu. Mücadelenin kendisini sade bir şekilde anlatmak yeterliydi, ben de öyle yapmaya çalıştım.
Kübra Hanım, bir de bizde “basit” kelimesi biraz itibarsız bir kelimedir. Negatif bir hava verir. Oysa örneğin İngilizcedeki “simple” kelimesinde aynı durum yoktur. Basitlik iyidir.
Bir tek kitabın adı biraz uzun, onu kısaltamadım. (Gülüyor) Neyse ki okurlar kitabı çok sevmiş olmalılar ki kitaptan “Beyaz Sandalye” diye söz ediyorlar. Tanıdık birinden söz eder gibi. “Selo” ya da sadece “Demirtaş” der gibi.
Demirtaş ve mücadele arkadaşlarının yaşadıklarını sizin de belirttiğiniz gibi yakından bir tanıklıkla öğreniyoruz. Bir okur olarak öfkelendiğim, zaman zaman duygulandığım keskin geçişler oldu. Siz yazarken bu duygu kontrolünü nasıl dengelediniz?
Çok zor oldu açıkçası. Ben de bir özne olduğum için, Demirtaş’ı yakından tanıdığım ve pek çok kişi gibi onu sevdiğim için çok zor oldu gerçekten de.
Üstelik kitap geniş bir zaman dilimini ele aldığından, sözünü ettiğiniz türden çok geçiş var. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Haksızlığı, adaletsizliği kitapta bir kez daha görüp öfkelendiğini, isyan ettiğini söyleyen çok kişi oldu açıkçası. Bir sayfada gülümseyip kahkaha atarken birkaç sayfa sonra ağladığını hem de hüngür hüngür ağladığını söyleyen de çok kişi oldu. Hayat da öyle değil mi zaten? Bir gün gülüyoruz, bir başka gün ağlıyoruz. Öfkeleniyoruz, sakinleşiyoruz.
Bununla birlikte, benim yazar olarak kendimi kitaptaki duygulardan uzak tutmam gerekiyordu. Bunu da metodolojiyle sağladım. Kitabı yazmaya girişmeden önce neyi nasıl yapacağımı belirledim, bunu bir yönerge olarak yazdım ve kitap yazma yolunda ilerlerken o yönergeyi kullandım. Yönergemin en temel noktalarından biri, kendimi dışarıda tutmaktı. Bu da olaylara çok daha objektif bakmamı ve öyle yazmamı sağladı.
Ama insanım. Etten, kemiktenim. Metodoloji, yönerge, sistem bir yere kadar korudu beni. Yazarken çok zorlandığım bölümler oldu. Yazarken ve çok ilginçtir, tekrar okurken de ağladığım iki yer oldu. Biri, kitabın en sonunda “Demirtaşların yolculuğu” başlıklı bölümün sonundaki pasaj. Diğeri ise teşekkür bölümünün en sonunda, Demirtaş’a ve halka teşekkür edemediğim bölüm.
Halkımızın desteği olmasaydı bu kitap olmazdı. Kitabın yazılmasını sağlayan şey sadece HDP’lilerin cezaevlerindeki, mahkemelerdeki dik duruşu, kararlılığı ve Demirtaş’ın tutumu değil, halkımızın onları, Demirtaş’ı sahiplenmesidir.
Halk Demirtaş’a sahip çıkmasaydı Demirtaş günümüzdeki etkisinde olabilir miydi, HDP parti kültüründen edindiği birikime, özel yeteneklerine ve çalışkanlığına rağmen? Dolayısıyla halkın sahiplenişi beni hep çok duygulandırdı. Bu duygu hali, sözünü ettiğim bölümleri yazarken doruğa çıktı bende. Zaten duygusal biriyim. (Gülüyor)
Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi, içeriğinden anladığımız kadarıyla aynı zamanda kolektif bir çalışmanın sonucu. Hazırlık aşamasında kimlerin katkıları oldu?
Kitabın kolektif bir çalışma olduğu çok doğru. Bu kolektif çalışmanın yapıtaşı halktır, mücadeledir. Kitabı mitinglerde, yürüyüşlerde, Meclis’te, mahkeme salonlarında, cezaevlerinde hep birlikte yazdık. Yazar olarak birinin adının yazılması gerekiyordu, bizler adına benim adım yazıldı. Ben klavye ettiğim için olabilir. (Gülüyor)
Yine de tek tek saymam gerekirse her aşamasında çok kişinin katkısı oldu. Başta Demirtaş’ın tabii. Şöyle anlatayım, kitabı yazmaya karar verdikten sonra giriş bölümünü yazıp kendisine gönderdim. Harika bir yanıt verdi bana, sağ olsun. Hatırladıkça seviniyorum halen. Girişi çok beğendiğini, çok akıcı bulduğunu ve kitabı tamamlamam gerektiğini belitti. Bunları söyleyen kişiyi, sadece siyasi figür Demirtaş olarak düşünmeyin lütfen, birkaç bin kitap okumuş biri söylüyor bunu. Bu yönüyle de çok önemli. Kendisine soracaklarım olursa yanıtlayacağını da belirtmişti sağ olsun. Bunun üzerine yazmaya koyuldum heyecanla.
Elbette o dönemde Demirtaş’ın hücre arkadaşı olan Abdullah Zeydan’la görüştüm, avukatlar aracılığıyla. Ona, Demirtaş’ın nasıl bir hücre arkadaşı olduğunu sordum mesela. Bulundukları koşulları sordum. Çok iyi şekilde anlattı, sağ olsun. Aynen romanlarda olduğu gibi tasvir etti, bulundukları koşulları. O da çok okumuş tabii, normal sayılır. (Gülüyor)
Kitap bir Demirtaş romanı dedik. Romanın önemli kavşak noktalarına geldiğimde o noktadaki tanıkla konuşmam gerekti. Mesela birlikte yargılandıkları davadaki Sırrı Süreyya Önder. Cezaevinde kalp spazmı geçirdikten sonra kendisini ziyarete gelen ailesi kaza geçirdiğinde, araçta bulunan Başak Demirtaş’ın kardeşiyle görüştüm. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aşamasını hem o davanın hukukçuları hem de duruşma salonunda olan kardeşi Süleyman Demirtaş’la konuştum. Avukatlarla görüştüm. Demirtaş’ın hem avukatı hem de kardeşi olan Aygül Demirtaş çok önemli bir figür. Onunla Demirtaş’ın gözaltına alındığı geceyi, cezaevi görüşlerindeki anıları ve daha pek çok şeyi konuştuk. Kitap için çok değerli bir isim kendisi.
Ve elbette elçisi, arkadaşı, eşi Başak Demirtaş ile konuştum. Onunla görüş günlerini, çocukları nasıl birlikte büyüttüklerini… Pek çok şeyi konuştuk, detayına girmeyeyim, kitapta var.
Adını anamadığım pek çok kişi var, hepsine bir kez daha teşekkür ediyorum, sağ olsunlar. Bir tek cezaevi görevlileriyle konuşmadım diyebilirim. Onlar da sağ olsunlar. Bir gün onlarla da Demirtaş ile olan anılarını konuşurum belki.
Ayrıca, kitabı yazıp bitirdikten sonra pek çok kişiye gönderdim, kritik etmeleri için. Onlar da olumlu ve olumsuz yöndeki kritikleriyle bana yön verdiler. Şimdi düşününce gerçekten de çok kişinin katkısı olmuş. Ben bu kolektif emeğin görünen yüzüyüm sadece. Dediğim gibi, kitaba birinin adını yazmak gerekiyordu.
Sırrı Süreyya Önder okurla kitaba da ismini veren beyaz sandalyenin hikâyesini paylaşmış önsözünde. Biz de buradan soralım beyaz sandalye bu haksız süreçten nasıl çıkacak dersiniz?
Bembeyaz, tertemiz şekilde. Ve kelimenin tam anlamıyla çıkacak, müzeye gidecek. Demirtaş’ın cezaevindeki beyaz sandalyesi, ülkemize demokrasi geldikten sonra, demokratik Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında kurulacak bir müzede olacak. Adı da demokrasi müzesi olabilir, o müzenin.
Haksız, adaletsiz bir durum var ortada. Hem de her bakımdan. Teknik detayına girmek istemiyorum, Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, derhal serbest bırakılması yönünde bir değil iki kararı var. Üstelik de biri, Büyük Daire adlı en üstü mahkeme. Kainatta bundan daha üst bir yargı kurumu yok. Üstelik bu mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre de Türkiye yargı sisteminin en üst mahkemesi. Ama buna rağmen Demirtaş cezaevinde. Dolayısıyla ortada hukuki açıdan büyük bir adaletsizlik var.
Artı, çok büyük de bir haksızlık var, Demirtaş’ın yargılanması mahkeme salonlarında değil, miting meydanlarında, televizyon ekranlarında, sosyal medyada yapılıyor. Mahkeme salonlarındaki kısmı işin adeta bürokrasisi. Bu röportaj hangi gün ve saatte okunuyor olunsun, okurlar lütfen sosyal medyaya bi’ baksınlar, en ilgisiz olayda bile Demirtaş’ yönelik sistemli ve organize karalama mesajları görürler.
Demirtaş ise hakkındaki yalanlara, karalamalara ancak bir röportajda soru sorulursa yanıt verebiliyor. Köşe yazılarını kendisine değil, bu halkın, bu ülkenin sorunlarının çözümü için neler yapılabileceğine ayırıyor. Kendisine yönelik her türden yalan söyleniyor, kara propaganda yapılıyor. Demirtaş ise bunlara yanıt veremiyor. Bu haksızlık değil mi? İktidar, her türlü devlet olanağını da kullanarak siyaset yapabiliyor, Demirtaş ise bir hücredeki beyaz sandalyede siyaset yapabiliyor. Bu haksızlık değil mi?
Yine de ne kadar büyük bir haksızlık varsa da sonunda haklının, haklıların kazanacağını çok iyi biliyorum. Sadece, bunun zamanını kestiremiyorum. Yine de bana öyle geliyor ki, pek yakında.
Demirtaş: Kitap “ben”i değil “biz”i anlatıyor.
Kitabı okurken Demirtaş’ın kendi için derlenmiş böylesi bir kitap hakkında fikirleri aklıma takılıyordu. Bu vesileyle yazılış sürecine dair görüşlerini, kitabın kendisinde nasıl bir karşılığı olduğuna dair sorularımı ilettim. Demirtaş’ın yanıtı şöyle:
Hakkımda bir kitap yazılması fikri bana pek sıcak gelmiyor. İlkesel olarak böyle düşünüyorum en azından. Hayat hikâyemi kitaplaştırmak isteyenler de oldu ama kabul etmedim.
Zınar’ın da kitap fikrini duyduğumda onu kırmak, incitmek istemedim. Önce projeyi göreyim diye düşündüm. Nihayetinde Zınar en güvendiğim; aklına, emeğine en çok sığındığım kıymetli yol arkadaşlarımdan biri. Vardır bir bildiği diye düşündüm. Giriş taslağı ile projenin teması bana ulaştığında Zınar’ın beni bir kez daha yanıltmadığını mutlulukla anladım.
Zınar “ben”i değil “biz”i yazmak istiyordu. Anlatım biçimi ve konuları ele alış tarzı daha ilk anda sardı beni. Kaleminin güçlü olduğunu zaten biliyordum ama yine de bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Beklemiyor olmama da üzüldüm, hayıflandım açıkçası.
Daha giriş bölümünde, iyi bir metnin kokusunu almıştım. Kitap ham haliyle elime geçtiğindeyse yanıldığımı anladım. Açıkça söylemem gerekirse bu iyi değil, çok iyi bir metindi.
Zınar’ın çalışmayı nasıl yürüttüğünden ana hatlarıyla haberdardım ancak son halini ben de ilk kez kitaptan okudum. Hücre arkadaşım Abdullah Zeydan’ın neler ilettiğini ilk olarak kitapta okudum mesela. Eşimin, kardeşlerimin, avukatlarımın ve ekibimizin diğer kıymetlilerinin neler söylediklerini hatta bazılarının kitaba katkıda bulunduğunu bile okurken öğrendim.
Yaşananlar, yazılan veya yazılmayan, benim bile unuttuğum pek çok şey bu şekilde kitaba yansımış oldu. Aslında, bir halkın en zor koşullarda bile iğneyle kuyu kazar gibi nasıl fedakarca mücadele ettiğinin, halkın kendi evlatlarına nasıl sahip çıktığının çok açık ve etkileyici bir fotoğrafı çekilmiş oldu. O nedenle, kitap “ben”i değil “biz”i anlatıyor derken bir gerçeğin altını çiziyorum yani.
Tabii ki bu kitap kolektif bir emeğin ürünü ama aramızdan hiç kimse de Zınar kadar ustaca ve başarıyla yapamazdı bu işi. Mücadeleye dair tarihsel bir dönemi, silinmez bir şekilde kayda geçirerek tarihe not düşmüş oldu.
Kitap gelince baştan sona tek seferde ve neredeyse soluksuz şekilde okudum. Eminim, okuyan herkes de çok beğenmiş, çok etkilenmiştir. Ki duyduğum kadarıyla da öyle.
Yine de hiç kimse, bu kitabı benim gibi okuma şansına erişemez. Çünkü ben kitabı, hücredeki beyaz sandalyemde okudum.
Okurken hissettiklerimi, yaşadıklarımı uzun uzun anlatmamayı tercih ediyorum, müsaadenizle. Tahmin edilenin aksine çok duygusal biriyimdir. Okurken çok yerde ağladığımı bilin, yeter. Dayanışmanın, yoldaşlığın, kardeşliğin muhteşem haliydi beni etkileyen.
Ve henüz tamamlanmamış bir romandır bu kitap. Halkımızın özgürlüğü tam olarak sağlanmadan da tamamlanmış saymayacağız.
Ben halen beyaz sandalyemdeyim. Yoldaşlarım, avukatlarım, kardeşlerim ve eşim halkla birlikte mücadeleye devam ediyor, Zınar da notlarını tutuyor bir yandan.
Bir gün hep birlikte tamamlayacağız bu kitabı.