M. ENDER ÖNDEŞ
Sabahtı. Ta ne zaman oluyor. Şimdi unuttum biraz tabii, yaşlanınca unutuyor insan. Öyle unutma değil ama. Mayıs ayıydı biliyorum mesela, Mayıs’ın ortalarıydı hatta. Kötü zamanlardı. Ne zaman iyi olduk diye sorma, hiç iyi olmadık tamam ama beterdi o zamanlar, çok zordu. Bak nerelerde oturuyorum şimdi, ne köy kaldı ne bir şey.
Çiftçiyiz biz. Toprak işte, ne olsun. Çiftçilik dediysem, öyle şey değil, ekip biçiyorduk biraz, hayvanlarımız vardı birkaç. Durumumuz vardı yine de, kimse kimseye muhtaç değildi. Köyümüz güzeldi hem; artık yok ama güzeldi o zamanlar. Herkes tanırdı birbirini, birinin eksiği olsa…
Sabahtı. Saat altı filan işte. Daha gün doğmuş doğmamış, o vakitler geldiler. Hep öyle yaparlar zaten; kaçıncı gelişleri. Askerler vardı. Bir sürü asker. O komutan vardı yine, uzun boylu olan; daha önce de gelirdi hep, bir de o diğer uğursuzlar yanlarında… Tek biz değil ki, bütün köyü bastılar. Evlere girip çıktılar, kapılar kırıldı, pencereler dağıldı. Toplayıp nüfus kâğıtlarına baktılar hepsinin. Caminin orada, duvara dizdiler öyle. Sonra seçtiler aralarından, komutan seçti tek tek. Neye göre seçti bilmiyorum; o yanlarında gezdirdikleri uğursuzların işidir mutlaka, onlar fitnelemiştir. Seçtiler işte. Ramazan, Fevzi, Mehmet, bir de Tahsin, benim kocam yani. Sonra onun kardeşini de aldılar, Ali İhsan, kaynım olur.
Sürükleyip götürdüler hepsini, kafalarına vura vura arabalara bindirip çıktılar köyden. Geride bir toz bulutu kaldı. Sonra karanlık. Kapının önünde dikilip durmuşum öyle, ellerim fazla, ayaklarım fazla, ben fazlayım. Bilemedim ne yapayım. Kaldım. Ağlayamadım bile.
***
Okul var Lice’de, yatılı bir okul, oraya götürmüşler. Herkes bilirdi orayı o zamanlar, bodrumlarında neler neler yaparlardı, aklınıza gelen gelmeyen ne varsa hepsi. Gidip gelenler anlatırdı, affedersiniz ceryan vermek bile. Korktum ben tabii, çok korktum, gidip de gelmez diye korktum. Şaşırdım ne yapayım, bir yere mi gideyim, birine mi sorayım, bilemedim. Biraz bekleyin dedi büyükler, bekledik.
Sonra sevindim. Birkaç gün sonra. Bırakmışlar diye bir laf dolandı ortalıkta. Hep sevindik, sevinmez miyiz? Ama benim sevincim kursağımda kaldı işte. Sadece üçü geldi geriye. Ramazan, Fehmi, Mehmet… Ne Tahsin, ne de kaynım Ali İhsan…
Benim yanımda sustu herkes, kıyıda kenarda konuşup beni görünce sustular ama duydum her şeyi. Duyunca da korktum, daha çok korktum. Tahsin biraz iyidir de, kardeşinde bayılma huyu vardı, zamanlı zamansız yere düşüp kalırdı yerlerde, ondan korktum daha çok. Yine de, dedim gelirler; dedim çürük gelirler, dedim eksik gelirler ama gelirler.
***
Gelmediler.
Nerelere gittik hangi kapıları çaldık, sayısını unuttum, yok. Lice’de karakolun kapısına yattım, o uzun boylu komutanı sordum, hepsini sordum, yalvardım ettim, işe yaramadı; gördüler beni ama görmez gibi yaptılar. Kapılardan içeri bile sokmadılar. Savcıların kapısı duvar gibi, kaymakamlık sanki kaf dağında, ne bir ses ne bir haber. Yok öyle biri dediler hep, yok öyle biri dediler Tahsin için, çocuklarımın babasına yok dediler. Nasıl olmaz dedim, aldınız dedim, şu zamanda götürdünüz dedim, yok!
Yetmedi.
17 gün sonra, tam 17 gün sonra, bir daha geldiler. Ben ne sandıysam artık, askerleri görünce bir şey kımıldadı içimde öyle; belki bir umut dedim. Ama vermeye değil almaya gelmişler meğer. Çayan’ım! Ah Çayan’ım! Görmezdi o, doğuştan öyleydi. 15 yaşındaydı. Bahçemizde oturuyordu. Kime ne zararı var, bahçemizde oturuyordu öyle.
Çayan’ım! Ah, Çayan’ım! Bahçemizden alıp götürdüler. Boynuna ip geçirip, sürükleyerek Lice’ye götürdüler. Ayakkabısının teki çalılar içinde kaldı. Bak, bu işte, bak! Otuz yıla geliyor neredeyse, kapının önünde, tek duruyor öyle. 15 yaşındadır, çocuktur, hem görmez ki o, kördür, ne yapsınlar, bırakırlar deyip koydum kapının önüne ayakkabısını. Götürdüler. Çalılıklardan sürükleyip, kanını toprağa akıttılar. Feryat figan ettik, yalvardık, ellerine kollarına yapıştık ama fayda etmedi. Sürükleyip götürdüler oğlumu, canımın parçasını, yaksı bağrı açık, kollarından tutup… Aramadığımız çalılık, kayalık kalmadı. Yok! Bulamadık! Yok!
Nenesi düştü yollara ertesi gün. “Kimliği yoktur kızım, ondan almışlardır” dedi, “ben yaşlıyım bana söylerler” dedi, aldı gitti nüfus kâğıdını Çayan’ın. Ta Lice’ye gitti, karakolun kapısına. Bakmışlar kâğıda şöyle bir; “yok” demişler sonra, “gözaltında böyle biri yok!” Nüfus kâğıdını da almışlar üstüne, vermemişler geri. Diretmiş, siz aldınız, şu zaman aldınız, şöyle aldınız diye, yok! Demişler git, başını belaya sokma, yok dediysek yok!
***
Sonra da çok uğraştık; nenesi ta nerelere gitti. Avukatlar koşup geldi, Ankara yetmedi, Avrupa’lara kadar davalar açıldı. Devlet yalan söyler mi? Söyledi. Hem nasıl söyledi. Biz o günlerde hiçbir şey yapmadık, bu kişileri almadık dedi devlet. Çayan’ımı yok dedi devlet, Tahsin’i, Ali İhsan’ı yok dedi. Yok!
Şimdi buradayız işte bak. Bu gördüğün yerde. Köyümüz yakıldı, perişan olduk, başkalarının sokağına geldik, kiracı olduk. Ocağımı söndürdüler. Ne eş, ne oğul… Hepsini sürükleyip götürdüler. Engelliydi, önünü bile görmüyordu Çayan’ım. Çığlığı göğe erişti. İp takıp götürdüler, sürüklediler. Boğdular oğlumu. Götürüp boğdular.
Şimdi buradayız işte. Ne diyeyim ben.
***
Gelecekmiş, öyle mi? Ha, sen onu sormuştun, bak unuttum arada. Diyarbakır’a gelecekmiş, öyle diyorsun, o bayraklar onun içinmiş demek, gelsin gelsin, bizim buraya da gelsin hatta, evime de gelsin. Barış olacaksa, kanlı düşmanım da olsa gelsin. Çayan’ımı alıp götüren de olsa, o uzun boylu komutan da olsa, onun tepesindeki kaymakam da olsa, bana kapısını açmayan savcı da olsa, gelsin.
Ama bak, yaz bunu mutlaka tamam mı, yaz. O ayakkabı var ya, o ayakkabı, şu gördüğün, kapının önünde. Çayan’ım bir gün gelir de hatırlar diye hep orada tutuyorum ya hani; işte onun tekini getirsin bana gelirken. Çayan’ımdan vazgeçtim artık, tamam. Sadece onu istiyorum; o ayakkabının tekini. Getirsin, koysun diğerinin yanına, yeter. O kadarı yeter.
Sonra gelsin, girsin kapımdan içeri.
Başım gözüm üstüne…