Röportaj: UMUT YEĞİN

Zê Tijê grubu ile birlikte dinleyenlerin beğenisini kazanan Ali Doğan Gönültaş’ın ilk solo albümü olan ve adını doğduğu yerden alan “Kiğı”, Nisan ayında dinleyicileriyle buluşmuştu. Çıktığı günden bu yana dünya çapında birçok müzik listesinde yer edinen albüm, Kiğı ve civarının 150 yıllık geçmişini anlatıyor. Ermenice, Kurmancî, Kırmanckî, Kirdaskî, Türkçe eserlerin yer aldığı Kiğı albümü, 15 yıla yayılan bir sözlü tarih ve alan araştırmasının sonucu. Gönültaş’la, Kiğı albümünü, albümdeki bazı eserlerin hikâyelerini, yasaklanan festivalleri, Kürt müziğini ve uzun soluklu müzik yaşamını konuştuk.
Kiğı albümü ile başlamak istiyorum. Albümde Kiğı ve çevresinde seslendirilen Kırmanckî, Kurmancî, Kirdaskî, Ermenice ve Türkçe eserler yer alıyor. Bu nedenle de albüme “kolaj” benzetmesi yapıldı. Kiğı nasıl bir albüm sence?
Tam olarak kolaj diyemeyiz. Kolaj, biraz daha birbirinden bağımsız materyallerle üretilir. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışırken kendi kavram dünyası ile ilgilenerek bakıyorum. ‘Bu kilam nereden gelmiş?’ diyorum. Etimolojisinden tut da bugün bizim için ne ifade ediyor. Nereden türediği ile de ilgileniyorum. Kiğı, spesifik bir iş. 150 yıllık bir geçmişi anlatıyor. Kiğı ve civarının müziklerini anlatıyor. Çünkü özellikle üç dört tane kilam; Varto’da, Dersim’de, Hınıs’ta, Palu’da duyduğumuz kilamlar ama bunları Kiğı’da da duyuyoruz. Kiğı, hem kişisel bir albüm hem de bir olgu albümü. Kendi yorumumu kattım, bu bakımdan kişisel aynı zamanda. Kendi bulunduğum yerin müziğini yapıyorum. Bir de olgu boyutu ki 3 bin yıllık bir yerleşim yerinden bahsediyoruz. Yani tutup 3 bin yıllık müziği tabi ki bulamazsın ama elimizde ne var nasıl çalışılabilir, müzikal olarak bir albüm oluşturacaksak bir yerin müzikal geçmişini nasıl anlayabiliriz, hangi metotları kullanabiliriz diye düşündüğümüzde, ortaya yarı etimolojik bir çalışma çıkarma şansım oldu. Bu çalışmada 15 yıla yayılan sözlü tarih alan araştırması üzerine bir sürü fikir geliştirildi. Albüm kapak tasarımdan tutalım da müzikal olarak hangi şarkının repertuara giremeyeceğine kadar…
Albümde ağırlıklı olarak bölgede kullanılan enstrümanlar var sanırım…
Evet. Tabi ki bu işler yerleşik bir müzik yapma amacı taşır. Sen bir coğrafyanın müziğini yapıyorsan, olabildiğince orada kullanılan sazlarla hareket edersin. Ben de öyle yaptım. Tembur zaten albümün ana sazı. Örneğin gitar kullanmak istemedim. Aslında benim ana sazım gitar ama gitara yer vermek istemedim. Klarnet bölgede kullanılır, gırnata da ekseri kullanılan bir saz. Mey, duduk, davul, asma davul bunlar bölgede kullanılır. Bunlar özellikle olsun istedim. Gerçi gitar kullanmayı da sakıncalı bulmuyorum. Mesela Metin-Kemal Kahraman’ın müziği aslında Dersim müziğidir. Geleneksel Dersim enstrümanları kullanmıyorlar ama. Yaylı, keman, gitar kullanıyorlar ama Sey Kaji’lerden tut, bu bir aşamadır. Metin-Kemal Kahraman’ın da o silsile içinde bir yeri vardır. Yüz sene sonra oturup Dersim müziği üzerine konuştuğumuzda Metin-Kemal’i bir şekilde göreceğiz. Çok oryantalist olmamak lazım, önemli olan sözünü nasıl söylediği, nasıl ifade ettiği. Oranın geçmişteki yerel kodlarıyla bugünün kodlarını nasıl kullandığı. Yani bazen de temburla bir şey yaparsın ama o oranın müziği olmaz.
Albümün klibiyle birlikte yayınlanan ilk eseri Bostano’ydu. Bostano’nun klibi benim de ilgimi çekmişti. Açıklama kısmında okumuş olduk ama Bostano’nun hikayesini biraz anlatır mısın?
Bostano’nun hem söz hem de müzik açısından varyantları var. Yani aynı müziğin üzerine farklı sözler, aynı sözlerin üzerine de farklı müziklerin olduğu. Kiğı’da, Dersimde de duyulan, söylenen bir kılam Bostano. Ben bu varyasyonunu Hayri Kızılkan ve Enis Kızılkan’la belirledim. Onlar da kendi köylüleri olan Rızo û Burokî’den duymuşlar. Darebi köyünde bilinen bir kilam. Rıza amca bunu govendlerde söylüyormuş ve biraz da muzip bir dille söylediği için gülüyorlarmış. Kafa da hafif çakır, sarhoş olunca bunu söylüyorlarmış. Halaya yaslanırmış böyle. “Heey” kısmını daha da uzatırmış. Hatta Hayri amca söylediği zaman çok daha uzun söylüyordu. Biz tabi ölçünün içerisine almaya çalıştık. Kendi bostanı üzerine söylüyor bunu ama içerisinde bir çapkınlık hikâyesi de var. Sevdiği kadını bostana davet ediyor kilamda…
Bizim bölgede herkeste bostan övme hareketi var. Gidersin, seni hemen bostanına götürür, (gülüyor) “Bu kaç yıllık bir tohum” diye başlar sana anlatmaya.

Ben de bunu nasıl bir kliple anlatabilirim diye düşündüm. Tutup dağ bayırda bir klip yapma fikri hoşuma gitmiyor. Bunu salt Kürt müziği üzerine söylemiyorum. Oldum olası bu coğrafyada ana akım dışındaki müziklerin, müzisyenlerin imaj tercihlerini çok benimseyemedim. O yüzden bir yandan kendi imaj dünyamı da ortaya koymak istiyorum. Bunlar salt bana ait şeyler değil elbette, içinde bir sürü etki de barındırıyordur. Klip üzerine de söylüyorum, müzik üzerine de… Böyle bir klip kaldı sonuçta. Ben birkaç planla tek bir sahneyi canlandırmak istedim. O halayı da sarhoş olan çapkın adamın hikâyesini de dansla ya da çeşitli ifadelerle anlatabiliriz. Genel olarak bir merak uyandırdı Bostano.
Kütahya’nın Dağlarının da etkileyici bir öyküsü var. Bugün de benzer hikâyeler duyuyoruz maalesef. Onu da anlatır mısın?
Karakoçanlı Seyit Hüseyin Dede’nin hikâyesi, 1930’larda geçiyor. Kaynak kişisi yine Enis Kızılkan. Enis Kızılkan’la bir yayla yolunda yürürken “Ben sana bir türkü söylemek istiyorum.” Dedi. Söyledi. “Kütahya’nın Dağları” ne alaka dedim. “Benim babamın Karakoçanlı Seyit Hüseyin Dede diye bir tanışı vardı. Bizim evde de kasetler vardı. Sene 89 ya da 90’dı bunu kasete kaydetmişlerdi” dedi. Sanırım Karakoçanlı Seyit Hüseyin Dede 90 yaşındayken kaydedilmiş. O kasetten duymuş, hafızasında kalmış, mırıldanmış. Etkisinde kaldım. Sonra ertesi gün sabah 5’te Bingöl’e dönmem gerekiyordu. Dayı (Enis Kızılkan) da kalktı sağ olsun, beni uğurlayacak. Küçük bir kahvaltı hazırlamış, dedim “Ya dayı o türküyü bir daha söylesene, eğer müsaaden olursa kaydedeceğim.” O arada da masada birkaç kişi vardı. O söyledi ve sabahın 5’inde o insanlar ağladı. Sonra da hikâyesini anlattı: Adam askere gitmiş, galiba dört sene askerlik yapmış. Orada da adam Türkçe bilmediği için örselemişler, haksızlık yapmışlar. Adam orada, baskıyla öğrendiği Türkçe ile bu türküyü söylemiş…
Zaten Türkçe bilmediği için dayak yiyen insanların hikâyesini bilirsiniz. Türkçe bilmediği için askerde zulme uğramış insanlar var. Benzer problemleri bugün de yaşıyoruz ama anladığım o dönem çok daha zor bir dönem. Aslında öyle ya da böyle bir şekilde izlerini gördüğümüz bir hikâye. Yani Kütahya’nın Dağlarını anlattığı hikâye itibarıyla başka bir yere koyabiliyorum.
Kiğı albümü Transglobal World Music Chart listesinde Temmuz ve Ağustos aylarında yer buldu. Sosyal medyadan buna dair “Kendi memleketimde aynı ilgi ve değeri bulmamasına şaşırmasam da tuhaf hissediyorum.” İfadelerine yer vermiştin. Memlekette albümün yeterince yer etmediğini mi düşünüyorsun?
Benim için başarı ölçütü albümün bu tarz listelerde var olması değil. Tabi bunlar motive edebilir. Bundan önce Ze Tije ile iki tane albüm yaptık. Özellikle “Ur” albümü en fazla emek harcadığımız işlerden biridir ama en az dinlenen o oldu. Bu onun başarısız bir albüm olduğunu göstermiyor, tamamen dönemin kodlarıyla ilgili. Başarıyı sadece sosyal medya üzerinden ölçmüyorum. Bazen on milyon dinleniyorsunuz ama insanlar yaptığınız işten, sizden haberdâr olmuyor. Çok yoğun bir dinleyici kitlem yok ama bir şekilde dinleyen, merak eden insanlar oluyor.
Genel bir ilgi var, evet Transglobal World Music Chart’e girdi ama zaten orası ana akım müziklerin yer almadığı bir liste. Daha çok (o tanımı sevmesem de) “world music” (dünya müzikleri) yapan, müzikal anlamda bana da feyz veren insanlar yer alıyor bu listelerde. Örneğin Okay Temiz’i Türkiye’de çok az insan biliyordur ama bence o bir müzik ansiklopedisi. Kendi isminiz ile böyle hatırı sayılır insanları aynı listede görmek çok uzak işler yapmadığınızı gösteriyor. Albüm Transglobal’e yüklendikten sonra Balkan World’de birinci oldu. Bu albüm Balkan coğrafyasında, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Türkiye’de altı aylık oylamalar neticesinde birinci oldu. Bunlar en azından nicelik anlamında ortaya bir şey koyduğunu, doğru kayıt aldığını, doğru vokal kayıt uyguladığını gösteriyor. Çünkü buralarda daha çok “Müziği anlatabilmiş mi?” diye bakıyorlar, muhteviyatla ikincil ilgileniyorlar. Konsept bir albüm olduğunu fark edince de daha çok ilgilendiler. Dünyanın birçok yerinden albümü radyoda yayınlamak isteyenler mail attılar. Görüşmek isteyenler oldu, çeşitli uluslararası ölçekte festivaller beraber bir şeyler yapabilmek için ulaştı.
Bunun yanında bu yaz sadece Kürdistan’da abartısız en az elli tane festival yapıldı. Bir tanesi bile beni aramadı demiyorum ama hiçbiri ile iletişimim olmadı. Herhalde o kadar da değersiz bir şey yapmıyorum.

Bir yandan da yasaklanan festivaller, yasaklanan konserler var…
İktidar ve iktidarın çevresinde şekillenmiş, onun çevresinde bir şekilde konumlanmış müzisyen ve sanatçıları düşünelim. Hepsi liyakattan yoksun ve iktidarın kendisi de liyakattan yoksun. Kendi mahallesinden olmayana, onun sözünü söylemeyene yer vermiyor. Onlar yasaklayacak ama biz ne yapacağız? Bununla ilgilenmeliyiz. Diğer yandan ana akım dışında ama ana akıma yakın Zeytinli Rock Festivali özelinde değerlendirelim. Bunlar da laik, sekülerlerin elinde. Bir tane Kürtçe rock müzik yapan grup yok mu yani! “Bizi yasakladılar” diyorlar, evet bu berbat bir şey, buna kimse onay veremez. Ama senin programında da bir tane Kürtçe müzik yapan ya da başka bir dilde müzik söyleyen grup yok.
O halkayı biraz daha daraltayım. “Bizim” etkinliklerimiz bazen kitap, bazen müzik, bazen film festivali oluyor. Kendini “ilerici” olarak gören kurumlarımızı düşünelim. Belki orada sansür yok ama liyakat da yok. Bizim muhalif festivaller de ya çok popülist isimlere ya da sadece bölgesel müzisyenlere yer verirler. Bunu sırf “Ben festivallerde niye yer almıyorum!” diye demiyorum. On beş senedir bu sürecin bir şekilde dahili olmuş biri olarak söylüyorum. Lawje Kürt müziği açısından çok iyi bir grup. Xalit Tarî iyi bir müzisyen mesela. Ama festivallerde yoklar.

“Çocukluğumdan beri şu sanatçıları dinledim ve esinlenmişimdir” dediğin isimler var mı?
Metin-Kemal Kahraman benim müzik yapma motivasyonumda çok önemli insanlardır. Ferfecir albümü motivasyonumu çok yukarı taşıyan bir albümdür. Benzer bir sürü şey dinlemişimdir belki ama Metin-Kemal’i ayrı bir yere koyuyorum. Çizgisi itibariyle de ortaya koydukları şeyin niteliği itibariyle de çok özel bir yer. Mesela daha çok maruz kaldığım için müzikal sürecimi en çok etkileyen doksanlar Türkiye popudur. Çünkü evimde kasetten çok televizyon açıktı, sürekli o müziklere maruz kalıyorsun. Eve kasetçaların gelmesi biraz daha sonra oldu. Ben Erivan radyosu falan da dinlemedim yani (Gülüyor). Kürtçe müzik külliyatına 2000’lerde hâkim oldum. Ciwan Haco’yu biliyordum ama onu da 2004’te ya da 2005’te anlamışımdır. Dengbejleri çok geç dinledim. Dinlemiştim ama öyle kulak kabartıp dinlemek başka… Dedem, Ahmedê Bertî’yi çok dinlerdi ama ben anlamazdım, “Bu ne söylüyor?” derdim. Benim bulunduğum coğrafyanın dengbeji çok zayıftır. Ama dedemin de Ahmedê Bertî ye yönelik çok özel bir ilgisi vardı. Ya da Şeroyê Biro… Babaannem de anneannem de bir şeyler söylerdi. Dayım zaten müzisyen. Bunlardan etkileniyorsun ama bunlarla yetinmemeye başlıyorsun. “1400’lü yıllarda nasıl bir müzik algısı varmış?”, “Onların saraylı müziği nasılmış, buranın nasılmış?”, “Oradaki halk müziği nasılmış, burada nasıl?”, “Nasıl gırtlaklar var?” diye merak ediyorsun.
Bambaşka türlerin bambaşka müziklerini de dinleyebiliyorum. Bu da farklı bir katkı sağlıyor, dinleyici olarak kendimi daha konforlu hissediyorum.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı? Kiğı özelinde, mesela Bostano, Entercîme…
Entercîme de aslında bir çapkınlık hikâyesi. Muhtarın kızına göz koyan çerçiyi anlatıyor. Kız kaçırma hikâyesi… İnsanlar “Aa böyle şarkılar var mıydı?” diye sorduklarında, kodlarınızda bize sadece acıyı bırakıyorsunuz, bu da sizin probleminiz diyorum. Bu değişmeli. Bunun için de ortaya, sadece söylemde değil gerçekten, imajlarla da yapacak ürünler koymak gerekiyor. Bostano klibi bu anlamda önemli. Bizim hikâyemizde sadece trajedi yok. Git gündelik bir köy yaşantısına gir bak bakalım. Sadece o insanlar ağlıyormuş gibi bir fotoğraf var, çünkü bize böyle şeyler yakıştırılıyor. Mesela beni gülerken ya da makara yaparken gören insanlar “Aa sen böyle miydin?” diyebiliyor (Gülüyor). Ben 7/24 Desmal söyleyip ağlamıyorum kardeşim! Benim kendime ait bir dünyam var ve gülmeyi, dans etmeyi çok seviyorum. O başka bir şey…
Köylü insanı da benim anlattığım gibi. Aslında Kiğı’da daha pastoral bir köylü hikâyesi anlatıyorum. O insanları sadece göç ettirilmiş, askerde dayak yemiş, ayrılık acısı çekmiş, ölümü yaşamış insanlar olarak tanımlıyorlar. Öyle değil. Canı sıkılır bu insanların, ne bileyim seks yapmak isterler, yorulurlar iş yapmak istemezler, tembellik yapmak isterler belki, bazen kendi çocuklarına karşı hayvanlarına karşı haksızlık yaparlar. Aslında olan da bunların hepsidir. Ama işte, “Dayê dayê dayê dayê…” Buralar çok canımı sıkıyor benim.