LOZAN ANTLAŞMASI VE KÜRTLER

MEHMET BAYRAK

Temmuz-2023 ayı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümüne rastlıyor. Bu vesileyle, bugüne kadar resmi tarih anlayışıyla kutsal bir metin gibi sunulan Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından ne anlama geldiğini bir kez daha irdeleme fırsatını buluyoruz. Bilindiği gibi, bir zamanlar Lozan Antlaşması, İslamcı kesimce irdelenmekte ve daha önce Osmanlı’ya bağlı birçok Müslüman ülkeyi kapsamadığı için bir “zafer” değil; “hezimet” olarak nitelendirilmekteydi. Yani onlar, Müslüman ülkelerin Osmanlı sömürgesi olmaktan kurtulmalarını, Lozan görüşmelerinde bir “yenilgi” olarak değerlendiriyorlardı.

Resmi ideolojinin kapsama alanındaki geniş kesim ise Lozan’ı bir kutsal metin olarak sunmakta ve onu sorgulayıp eleştirenleri “Sevrci” olmakla suçlamaktaydı. Bu işler hep böyledir zaten; resmi erk, kendi çıkarları doğrultusunda bir tabu oluşturur ve bu tabuyu herkese kabul ettirmeye çalışır. Kabul etmeyenleri de, “Sevrci” olarak nitelendirip “hain” konumuna düşürmek ister. Farklı bir düşüncenin temellendirilmesine bile tahammül edilemez.

İşte bu tabu ve yasak dolayısıyladır ki, Kürtler açısından eni-konu değerlendirilemedi Lozan. Oysa, bu tabuyu oluşturanlar, örneğin bir Kardak kayalığından dolayı bile sözkonusu antlaşmayı kıyasıya eleştiriyor ve suçluyorlardı. Sözgelimi Türkiye’yi çeşitli uluslararası platformlarda temsil eden Anayasa hukukçusu, eski Dışişleri Bakanı ve  DSP eski milletvekili Prof. Mümtaz Soysal, 1996 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında gerginlik yaratan Kardak kayalıkları dolayısıyla şöyle eleştiriyordu: “Hukuk dendiğinde hemen ortaya sürülen ve bizim pek sevdiğimiz Lozan Antlaşması bile, hakça ve insanca mıdır? Bir ülkeyi burnu dibindeki adaları başkasına bırakmaya zorlamanın ve hele sonradan, buna dayalı olarak, karasularına, kıta sahanlığına, uçuş bildirimine ilişkin sonuçlar üretmenin hakça ve insanca olan bir yönü var mı?” (Hürriyet. 19 Nisan 1996)

Evet, Türkiye’nin önemli dış sorunlarındaki hukuksal ve politik danışmanı Soysal, bir Kardak kayalığı dolayısıyla Lozan Antlaşması’nı “haksız ve adaletsiz” bir antlaşma olarak nitelendiriyor ve mahkum ediyor…

Siz ise, kendi iradeniz dışında emperyalist ülkelerle Türk devleti arasında yapılan bir antlaşmayla, moda deyimle “ülkesi ve milletiyle dörde bölünen” bir halkı ve ülkesini savunamayacaksınız! Türk yönetimi, Sevr Antlaşması’nı içine sindirmeyen Kürt halkının rüzgârını arkasına alarak Lozan’a gidiyor ve kendisi adına bir zafer kazanıyordu. Kürtler, Lozan’a ayrıca temsilci yollamıyor ve 1923’te Meclis’teki Kürt milletvekilleri Lozan’a telgraf çekerek, İsmet Paşa başkanlığındaki delegasyonun Kürtleri de temsil ettiğini bildiriyorlardı. İsmet İnönü de, bu gerçekliği hatıralarında şöyle anlatıyordu:

“Sevr Antlaşması ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Antlaşması hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan sınırı bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle birlikte, özellikle Doğu’da Ermeni tehlikesiyle karşılaşacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Antlaşması yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı `biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak savunduk ve kabul ettirdik.”  (Bkz. Hatıralar, 2. Cilt, Ank. 1987, s.202)

Lozan görüşmeleri aşamasında bu birlikteliğe öncülük eden Kürt milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey, Meclis’te şunları söylüyordu: “Kürdün birliği, Kürdün itaati, Kürdün iki parçaya ayrılmasında değil, bir parça halinde idare edilmesindedir… Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur. Bundan dolayı herhangi birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akibet (son, gelecek) yoktur.” (Bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, IV, s.163) Ancak aynı kişi, Lozan’daki birlikteliğe önayak olan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey ile birlikte bundan iki yıl sonra 1925’te idam ediliyordu…

Burada, iki önemli vurgu yapılıyordu: 1)İran Kürdistanı dışında kalan Kürt toprakları bir bütün olarak kalmalı yani son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında ve Ankara’daki ilk TBMM’nde benimsenen Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkılmalıydı. 2)Türk’le Kürt işbirliği içinde birbirlerine saygılı olarak yaşamalı ve birbirlerine ihanet etmemeliydi, zira ihanet ederlerse ikisi için de son yoktu…

Evet, gerek Meclis’teki bu uyarılar, gerek İstanbul’daki Kürt aydınlarının uyarıları, gerek Dr. Mehmed Şükrü Sekban gibi Kürt aydınlarının muhtıra mektupları, gerekse “Milli Mücadele” boyunca işbirliği yapılan Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti’nin (Doğu İlleri Ulusal Hakları Koruma Örgütü) görüş ve uyarıları Lozan’dan sonra dikkate alınmayarak; tersine çeşitli zor yöntemleriyle Kürt kimliğinin yok edilmesi temelinde bir “red ve inkâr” politikası ikâme edilerek bugünkü Kürt sorununun düğümleri atıldı.

Başka bir söyleyişle, Lozan Türkler için ne kadar “zafer”se, Kürtler için de o kadar “hezimet”tir. Çünkü Lozan Antlaşması’nın bedeli Kürtlere ödetilmiştir. Bundan dolayı Kürt sorunu var oldukça Lozan da tartışılmaya devam edecektir…

Lozan’ın ardından barışı yakalamak

Evet, Lozan’ın bedeli Kürt halkına ödetildi. Osmanlı Devletini bir emperyalist savaş olan Birinci Dünya Savaşı’na sokan Kürt halkı değil, Türkçü İttihad ve Terakki yönetimiydi. Çağa ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, 19. yüzyıldan itibaren sömürgelerini tek tek yitiriyor ve bu ayrışma süreci İttihatçı yönetimler döneminde daha da yoğunlaşıyordu.

Osmanlı Devleti, daha Abdülhamid döneminde kaybettiği sömürgelerini yeniden ele geçirmek için bir Batılı müttefik arıyordu. Zaten 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice güçlenen Almanya, kendisini sömürgelerin paylaşılmasında geri kalmış sayıyor ve Ortadoğu ile Uzakdoğu’ya açılmak için uygun bir müttefik arıyordu. Alman militarizminin bu yaklaşımı; Ortadoğu’da ayrışma çabasına giren halkların bu girişimlerini önlemek ve “Büyük Turan Devleti”ni kurmak üzere Kafkasya koridoru üzerindeki Ermenileri etkisizleştirmeyi hedefleyen İttihad Terakki yönetiminin beklentileriyle çakışıyor ve bu devletler Birinci Dünya Savaşı’na girişiyorlardı.

Sonunda, çarşıdaki pirince gidenler, evdeki bulgurdan olmakla, büyümek yerine küçülmekle karşı karşıya kalıyorlardı. 62, 63, 64. maddeleriyle Kürtlere belli bölgelerde “özerk”, bir yıl sonraysa “bağımsız” yönetim kurma hakkı veren Sevr Barış Antlaşması, bu sürecin sonunda doğuyordu. Kürtler, bu antlaşmayı içlerine tümüyle sindirememişlerdi.

Bu arada, gerek İstanbul’daki İttihad karşıtı partiler, gerekse Anadolu’ya geçen Kemalistler, Kürtlere “birlikte kurtuluş ve birlikte özgürleşme” öneriyorlardı. Bu öneri, Kürtlerin beklentileriyle daha iyi çakışmış ve bu buluşmayla Lozan’a gidilmişti. Ancak Lozan, Kürtlerin beklentilerinin tersine halk ve ülke olarak bölünmeleriyle sonuçlanmıştı.

Başta İngilizler olmak üzere Batılılar, Mezopotamya ve Kürdistan üzerinde pazarlık yapıyor; Türk delegasyonu da adeta Anadolu topraklarını kurtarma uğruna Kürtleri feda ediyordu. İngiliz yazar ve tarihçi Toynbee, “Eğer biz Türklere Kürtleri teslim edersek, onlar bize Musul’da petrol imtiyazını vereceklerdir” diyordu (Bkz. M. S. Lazarev: Emperyalizm ve Kürt Sorunu, Öz-Ge yay. 1992, s. 270).

Lozan’da emperyalistler, “gerçekte ne bir bağımsız Ermenistan ne de bir bağımsız Kürdistan peşinde koşmaktadırlar. Bütün bunlar, Kemalist yönetimi dize getirmek için ortaya atılan göstermelik sorunlardır.” (H. Yıldız: Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, 1991, s. 28).

Görüşmeler sırasında İngiliz temsilcinin İsmet İnönü’ye söylediği şu sözler de, zaten olayı çarpıcı bir biçimde yansıtmıyor mu: “İsmet Paşa! senelerce çok şey söyledik, çok şeyler vaadettik. Bütün dünyada çok taahhüt altına girdik. Şimdi bunlara son verirken bu kadar merasim yapılmasını neden yadırgıyorsunuz?..” (age, s. 29)

Görüldüğü gibi, adeta Kürtlerin dışında Kürtlerin aleyhine yazılıp uygulamaya konan bir senaryo söz konusudur. Zaten Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürt kimliğinin yasaklanması bunun açık kanıtıydı.

Ancak Lozan Antlaşması, bu olumsuzluğun yanı sıra Kürtlerin kimi kültürel haklarına ilişkin güvenceler de getiriyordu. Sözgelimi antlaşmanın “Azınlıkların Korunması”na ilişkin III. Bölümü’nün 38-45. maddeleri bu konuda gerek gayrımüslim, gerekse Müslüman azınlıklara bazı haklar getiriyordu. 38. Madde şöyleydi:

“Türk hükümeti, köken, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını yükümlenir.”

Aynı antlaşmanın 39’uncu maddesinde ise şöyle denmektedir:

“Din farkı gözetmeksizin Türkiye’de ikamet eden herkes yasa karşısında eşit olacaktır. Hiç bir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türden yayınlarda ya da umumi toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiç bir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanı sıra, Türkçe’den başka bir dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.” (Bkz. Türkiye İle İlgili İnsan Hakları Raporu, Özgür Gelecek Dergisi, Aralık-1998).

Kemalist yönetim, Lozan gibi uluslararası bir antlaşmayla kabul ettiği bu hakları bile, 1925’te yürürlüğe koyduğu gizli Şark Islahat Planı ile geri çekiyor ve adeta sonraki tüm olumsuzluklara çanak tutuyordu. Ancak Lozan’dan 100 yıl sonra görülmüştür ki; bu anlayış Kürt sorununu çözmemiş, tersine daha da çıkmaza sokmuştur. Oysa tek yol barışı yakalamak ve sorunları barış içinde çözmektir. Kürtler için de o gün kader birliği yaptığı Türkler için de tek çıkar yol budur…

Lozan’ın bedelini kim ödedi?

Sevr ve Lozan gibi Kürtler açısından büyük önem taşıyan anlaşmalar, öteden beri birbiriyle çelişen ve çatışan siyasi polemiklere konu edildiler.

Evet, Soysal’ın Kardak kayalıklarından ve Ege’ye ilişkin kimi sorunlardan; İslamcı kesimin başka nedenlerle eleştiriye tabi tuttuğu Lozan Anlaşması, gerçekten de tartışılması gereken bir anlaşmadır. Özellikle de Kürtler açısından…

20. yüzyıl başlarında, Sevr’le birlikte evdeki bulgurdan olmakla karşı karşıya kalınmış, bu aşamada birlikte mücadele edip, Misak-ı Milli sınırları içinde eşitlik temelinde birlikte yaşama şiarıyla Kürtler işbirliğine ve dayanışmaya çağrılmış, bu dayanışmanın gerçekleşmesi sonucu da, Ege’de, güneybatıda, güneyde, güneydoğuda, hatta kuzeydoğuda işgal edilmiş topraklar kurtarılmıştı. Böylece Misak-ı Milli, Türkler açısından gerçekleşmiş oluyordu. Ya Kürtler?…

1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddeleri, Kürtlere özerklik getiriyordu, bir yıl sonra da Kürtler isterlerse bağımsız devlet olarak örgütlenebileceklerdi. Güney Kürdistan’daki Musul gibi Kürt yoğunluklu iller de isterlerse bu bağımsız yapı içinde yer alacaktı.

Esasen, anti-işgalci çete hareketleri Antep, Urfa ve Maraş gibi Kürt yoğunluklu illerde başlamıştı bile. Padişah görevlendirmesiyle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal’in de çalışma alanı Kürdistan oluyordu. Erzurum Kongresi, ardından Sivas Kongresi, bunlara bağlı olarak imzalanan Amasya Protokolü, bu işbirliğinin sonuçlarıydı. Bu çalışmalar, Kürtler adına Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuku Milliye (Doğu İlleri Ulusal Hakları Savunma) örgütlenmesi üzerinden yürütülüyordu.

Nitekim, Kemalistler’in vaatleri ve imzalanan Amasya Protokolü’nde Kürtler ile Türklerin eşitliği öngörüldüğü içindir ki, Kürtler de bu mücadeleye var güçleriyle destek olmuşlardır. Yine bundan dolayıdır ki, Mehmet Şerif Paşa, Sevr Barış Konferansı görüşmelerinden çekilmiş ve İsmet İnönü başkanlığındaki Lozan Barış Konferansı delegasyonuna sahip çıkılmıştır. Örgütlü yurtsever Kürt kesimiyse, en azından umutlu bir bekleyişe girmiş ve köstek olmamıştır.

Peki, bundan sonra ne oluyor? Bu kez de Kürtler, çarşıdaki pirince giderken evdeki bulgurdan oluyorlar. 17’nci yüzyıl ortalarındaki Doğu Kürdistan bölünmesine bu kez Türkiye, Irak, Suriye parçalarıyla Ermenistan Kürt yerleşimi de ekleniyor ve Kürt halkı beş parçaya resmen bölünüyordu. Böylece Kürt halkı açısından acılı ve zor bir süreç de başlamış oluyordu…

Misak-ı Milli’ye (Ulusal And) gelince… Bilindiği gibi, Osmanlı toprakları içinde kalan Türklerin ve Kürtlerin topraklarının korunmasını öngören bu antlaşma ilkin son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda benimsenmiş, 1920 yılında da Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmişti. Lozan görüşmelerinde bütün çabalara rağmen, Güney Kürdistan’ı oluşturan parçalar net olarak Misak-ı Milli sınırlarına dahil edilememişti. Gerek emperyalist ülkeler ve gerekse Kemalist yönetimce önemsenen Musul ve çevresinin akıbeti, uluslararası bir komisyona havale edilmişti. Komisyon, durumu inceleyecek ve konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürecekti. Milletler Cemiyeti’nin kararı ise kesin olacaktı.

Bu aşamada, Kemalistlerin konuya bakışı ilginçti. Bizzat M. Kemal şöyle diyordu: “Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır… İkincisi, onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”  (M. Bayrak: Kürtler ve Uusal-Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993 s. 434)

Daha sonra Türkiye, Milletler Cemiyeti’nce kendisine verilen yüzde 10’luk hissesini 500 bin sterlin karşılığında İngilizlere satarak kendisi açısından Musul defterini kapattı. Zorunlu bir ticaret de olsa, alan razı veren razıydı. Arada olan yine Kürtlere olmuştu. İngilizler herhangi bir devlet kurmadıkları gibi, Kürt petrolleri de başkasının eline geçmişti.

Kısaca Kürtler, Misak-ı Milli ve dayanışma sözlerinde durmuşlar, ancak Türk tarafı sözünde durmamıştı. Nazım Hikmet’in şu sözleri bu gerçekliğin yalın bir anlatımı değil midir?

Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuru- luşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, tanımayı vaadettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkara kadar götürdü.” (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-1, s. 530)

Türkiye, Lozan Antlaşması’na uyuyor mu?

Türk milliyetçisi Kemalistler için Lozan, bir kutsal metindir adeta. Tartışılmaz, sorgulanmaz, dokunulmazlığı olan bir kutsal metin… Ve Lozan’ı eleştirenlere yapılacak suçlama bellidir: “Bunlar Sevr’i savunuyorlar!..”

Oysa, Türkler’in o dar ve zor gününde, Sevr Antlaşması’nın peşine takılmayan ve öylesi bir yapılanmayı benimsemeyen Kürtler, bugün neden Sevr’i savunsunlar?! Besbelli, yakın tarihi bilen insanlar, böylesi suçlamalara gülüp geçerler. Kürtlerin amacı tarihsel, ulusal ve demografik yapısına uymayan yeni Sevr’lerin peşinde koşmak değil, günümüz insan hakları normlarına uygun bir yaşam biçimine kavuşmaktır.

Mesele, Kürt halkının ta o dönemde kendi elleriyle kapattığı Sevr defterini yeniden açmak değil; Lozan’a biraz da Kürtler’in penceresinden bakabilmektir. Çünkü bir Kardak kayalığı sözkonusu olduğunda, Türkiye’yi uluslararası platformlarda temsil eden diplomat-aydınlar, Lozan Antlaşması’nı pekala “adaletsiz bir antlaşma” olarak suçlayabilmektedirler. Resmi görüşün bu ideologları, Lozan’ı böylesine suçlama hakkını kendilerinde görüyorlarsa, “ülkesi ve milletiyle” dörde bölünmüş bir halkın aydınları da, kendi halkı için gerçekten zafer değil, bir hezimet olan Lozan’ı eleştirme ve sorgulama hakkını kendilerinde görürler!..

Kürtlerin doğrudan temsilci bulundurmadığı bu uluslararası antlaşma, Kürdistan’ı ve Kürt halkını resmen dörde bölüyor, ancak üstte de vurgulandığı gibi Kürtlere bazı kültürel haklar da getiriyordu. 39. madde, tüm Türkiye vatandaşlarının her türlü medeni haklardan ve kamu haklarından yararlanmasını öngörüyor ve şöyle devam ediyordu:

“Hiç bir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türlü yayınlarda ya da genel toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiç bir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanısıra Türkçe’den başka dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.”

Peki, Türkiye 1923’de imzaladığı ve adeta kutsal bir metin gibi sunduğu bu antlaşmaya uyuyor mu dersiniz? Uyuyorsa, Kürt yayıncılığı ve örgütlenmesi 1923’ten itibaren neden bıçakla kesilir gibi kesildi. Uyuyorsa, neden bugün bile ısrarla Kürt yayıncılığı önlenmeye ve yasaklanmaya çalışılıyor?   Uyuyorsa, neden Kürtçe Kur’an çevrisi bile Diyanet’in isteği üzerine yasaklanabiliyor? Uyuyorsa, neden 1991’de yayımladığımız bir Kürt Halk Türküleri kitabı bile cezalandırılıyor? Uyuyorsa, neden bu antlaşmayla belirlenmiş Güney Kürdistan ve Rojava sınırları ikide bir askeri birliklerce aşılarak Lozan açıkça ihlal ediliyor? Çoğaltılması mümkün bu örnekler bile çifte standartlı politikalar konusunda bir fikir vermeye yetiyor, sanırız.

Bunların cevabı çok kolay. Çünkü Türkiye 1923’te imzaladığı bu antlaşma’yı 1925’te aldığı bir gizli kararla bozuyor. Yani Türkiye, Kürt kimliğini yok etmeye dönük yeni Kürt politikasını belirlerken, ilk kez yayımladığımız ve “TC’nin Kürt Anayasası” olarak nitelendirilen Şark Islahat Planı ile, bu uluslararası resmi antlaşmaya uymama kararı alıyor. Kürt kimliğini yok etmeyi öngören gizli planın diğer maddelerini bir yana bırakarak, salt Kürtçenin yasaklanmasını öngören iki maddesini analım:

“Madde-14) Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik il ve kaza merkezlerinde Hükümet ve Belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar; Hükümet ve Belediye’nin emirlerine karşı gelmekle suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.

Madde-17) Fırat’ın batısındaki illerimizin bazı bölümlerinde dağınık olarak yerleşmiş bulunan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.”(M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı; Özge yay. Ank. 2. bas.2013, s. 129-130)

Görüldüğü gibi, Türkiye, birincil elden taraf olduğu ve kutsal bir metin gibi sunduğu Lozan Antlaşması’na uymuyor!..

Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümünde sorun tüm boyutlarıyla sorgulanmalıdır. Aslında, Kürt sorununun demokratik çözümünün anahtarı, Lozan’la verilen hakları bile 1925’te Şark Islahat Planı’yla ortadan kaldıran Ankara yönetimine, Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında daha 1926’da gönderilen “Memorandum”da ortaya konmuştu:

“Biz Kürt Aydınlanma Hareketi, Kürtlüğün hayat ve bekasına suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet taraftarıyız ve tam anlamıyla sapkınlık kaynağı olan zorbalığın aleyhtarıyız. Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kudretinden yararlanmayı ve Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtlerin yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılara, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliğini göstermektir.(…) Aksi takdirde mevcut politikanın devam ettirilmesinde ısrar edilirse Kürdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönüşecektir…” (Kürt Aydınlanma Hareketi’nin Özgürlük Örgütü XOYBUN’un Lozan sonrası yürüttüğü diplomatik girişimlerin belgesel öyküsü için bkz. M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm; Özge yay. Ank.1999 ve Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi/ Xoybun Broşürlerinin Sunduğu Gerçekler; Özge yay. Ank. 2021).