‘Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945’ ‘Hiç değilse kalabalık gelmesinler!’

Söyleşi: ŞERİF KARATAŞ

Gazeteci Yazar Serdar Korucu, “Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945” adlı yeni kitabında, II. Dünya Savaşı döneminde Türkiye’nin Yahudi mülteci krizine bakışını basında çıkan haberler üzerinden ele alıyor.  Geçmişte olduğu gibi günümüzde de egemen siyasetin mültecilere yönelik olumsuz ve kriminalize eden söylemine dikkat çeken Korucu, bunun kaçınılmaz olarak medyaya da yansıdığını belirtiyor. Günümüzde bu söylemlerin en rahat yer bulduğu alanın sosyal medya olduğunu vurgulayan Korucu, “Dezenformasyon çok yaygın ve hızlı yayılıyor. Geçmişte bu mecranın pogromlara zemin hazırlayabileceğini de gördük. Bu durumun yakın zamanda değişebileceğini öngörmek zor” diyor.  Korucu, Alfa Yayınları’ndan çıkan kitabıyla ilgili sorularımız yanıtladı.

-Nazi Almanya’sından kaçmak zorunda kalan Yahudi mültecilerin Türkiye’ye gelme sürecini, dönem siyasetinin konuya bakışını ve sürecin Türk basınında nasıl yer aldığını belgeleriyle ortaya koyuyorsunuz. İçinden geçtiğimiz siyasi atmosferi de düşünerek, böyle bir çalışma bugün için ne ifade ediyor?

Son seçim süreci Türkiye’deki siyasi atmosferin mülteci düşmanlığına evrildiğinin en açık ispatı oldu. İşin acı yanı, tartışmayı açan muhalefetti ve iktidarı eleştirdiği en güçlü argümanlardan biri mülteci politikasıydı. Evet, Ankara’nın bugün uyguladığı politika pek çok yandan eleştirilebilir. Zaten “mülteci” kavramını kabul ediş şekli bile tartışmalara açık. Fakat bunun yolu, mültecileri kriminalize etmek değil.

Bu tartışmalarla birlikte iktidar da dilini sertleştirdi. Ve sonunda biz mülteci düşmanı bir iklimin içine hapsolduk. Artık mültecilerle ilgili objektif değerlendirmelerin, insani yaklaşımların sosyal medyada hızla “fonculuk”la suçlandığı, lince dönüştüğü bir dönemde yaşıyoruz. 

Kriz dönemlerinde mültecilerin ya da azınlıkların hedef olması yeni değil. Türkiye bunu geçmişte de yaşadı. Bugün de yaşıyor. Kitap bunu gösteriyor aslında. Ve bu durumun sadece Türkiye ile sınırlı olmadığını.

Yahudiler, geçen yüzyılın başında Almanya’da nüfusun sadece yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, ülkenin savaş yenilgisinden ekonomik krizine pek çok nedenle hedef alınmış, sonrasında antisemitizmle birlikte sonu soykırıma varacak bir yok etme sürecinin merkezine oturtulmuştu. Mülteci durumuna düştüklerindeyse bugün olduğu gibi pek çok ülke tarafından “arzu edilmeyen insanlara” dönüştüler. Türkiye’de de tam durum bu.

Almanya lehine ‘tarafsızlık’!

-Kitabınızda II. Dünya Savaşı sırasında Holokost’tan, soykırımdan kaçmaya çalışan Avrupa Yahudilerinin, bir dönem neredeyse tek kurtulabilecekleri hat olarak kalan Türkiye üzerinden geçme çabalarını anlatırken, dönemin başbakanı Refik Saydam’ın Meclis kürsüsünde Yahudi mültecilere nasıl bakıldığını gösteren şu sözlerine yer veriyorsunuz: “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur!” Bu anlayışın Yahudilerin geçişlerine etkisi nasıl oluyor?

Belirttiğiniz gibi savaşın içinde Avrupa Yahudilerinin kaçacak noktalarının birer birer kapandığını, sonunda neredeyse sadece Türkiye rotasının kaldığını görüyoruz. Bu dönemde şunu da hatırlamak, hatırlatmak gerek, 1941’den itibaren Türkiye, Yahudilerin kitlesel olarak öldürüldüğünü biliyor, yani yaşananların vahametinin farkında. Fakat savaş içindeki “tarafsızlığını” koruyor. Bu Corry Guttstadt’ın da altını çizdiği gibi “tek taraflı tarafsızlık” oluyor. Çünkü 1944 yazına kadar Almanya lehine “tek taraflı” tarafsızlık siyaseti izleyen Türkiye, savaş için büyük önem taşıyan krom cevheriyle Reich’ı beslemeye devam ediyor. Bu denge politikası içinde İngiltere ile de karşı karşıya gelmek istemiyor. Çünkü Yahudi mültecilerin geçişlerini Londra da kabul etmiyor. İngiltere, Filistin’deki Arap-Yahudi dengesini bozmamak adına çıkarttığı Beyaz Kitap adlı raporuyla koyduğu kotanın üstünde mülteci gelmesine karşı çıkıyor. Bu da Türkiye’yi arada bırakıyor. Bu durumu en güzel anlatanlardan biri, Sakarya gemisiyle Filistin’e gitmeye çalışan bir Yahudi mültecinin Çanakkale’den geçerken kaleme aldığı anlatısı: “Orada (Çanakkale Gelibolu’da) üç gece iki gün kaldık. İlk gece, gece yarısı, 25 yıl önce burada hayatını kaybeden Yahudi askerlerin anısına bir Misdar töreni düzenledik. (…) Almanya’dan bir Türk gemisiyle kaçan az sayıdaki insanın, İngiliz üniformasıyla Türklere karşı savaşırken ölen kardeşlerimizin anısını kutsayan töreni çok ilginçti, çünkü törendekiler İngiltere’nin itirazına rağmen Almanya’nın desteğiyle, Almanya’ya karşı savaşmak için İngiliz ordusuna katılma niyetiyle Filistin’e gidiyordu.” Bu anlatı yaşananların asla tek boyutlu okunamayacağını bizlere gösteriyor.

-Dönemin başbakanının Nazilerden kaçan Yahudilere yönelik ötekileştirici söylemi, Türk basınında nasıl yansıma buluyor?

Ankara’da hem antisemit hem de mülteci düşmanı bir hava hakim. Nazilere uzak olmayan isimler görevde. Savaş boyunca Alman büyükelçisi Franz von Papen’in Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Dışişleri Daimi Sekreteri Numan Menemencioğlu ile irtibatta olması bu nedenle şaşırtıcı değil.

Basının Ankara yönetiminin dışında hareket ettiğini söylemek zor. Haberlerde ağırlıklı olarak antisemit ve mülteci düşmanı bir hava var. Mesela Cumhuriyet’ten Turan Tan, Yahudiler için “erimeyen çakıl” ifadesini kullanıyor. Bunun örneğini Son Telgraf’tan Ahmed Şükrü Esmer’de de görüyoruz. Ya da mesela Muhittin Birgen’e göre, Yahudilerin mülteci durumuna düşmesinde tek bir sorun var, onu da antisemit bir dille açıklıyor: “Bu unsur eğer hicret esnasında parasını beraber götürebilse hiçbir şeyden korkmaz. Fakat buna imkân bulamıyor.”  Doğan Nadi, “Musa’nın serseri ahfadının düşüncesiz ve gayesiz dolaşmalarında yollarını lûtfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim. Hiç değilse kalabalık gelmesinler” ifadelerini kullanırken, Ulus gazetesi İzmir limanına gelen Yahudi mülteciler için “Serseri Yahudiler” başlığını atıyor. Bu yazıların ana motivasyonunun Ankara’nın o dönemki politikasının dışında olduğunu düşünmek zor. Çünkü basın çok sert bir denetimden geçiyor ve kendine çizilen sınırların dışına çıkması halinde kapatma cezası alabiliyor.

Ankara yumuşasa da medya dili değişmiyor

-Nazilerin yenilgisi ile birlikte Türk basınında yer alan Yahudi mülteci haberlerinde bir değişim gözlendi mi?

Savaşın seyri Türkiye’nin iç politikasını bile etkiliyor aslında. Avner Levi, 1940 yazından 1943 ilkbaharına kadar hiçbir Türk devlet adamının Yahudilerin eşitliği ve hakları hakkında beyanda bulunduğunu saptayamadığının altını çiziyor mesela. Bunun da notunu düşmemiz gerekiyor. Savaşta rüzgarın dönmesi elbette belirleyici. 1943 ilkbaharından itibaren Türkiye’nin Yahudilere yardımı artıyor. 1944 yılında Almanya’yla ilişkilerini kesince Türkiye’den Yahudilere yardım, apaçık ve kitlesel bir hal alıyor. Özellikle Bulgaristan ve Romanya Yahudilerinin kitlesel olarak, kara veya deniz yoluyla Türkiye’den Filistin’e geçmelerine izin veriliyor. Halbuki bu kapı daha öncesinde zor açılıyordu. Buna rağmen medya dilini çok fazla değiştirmiyor, anladığımız kadarıyla Ankara da bu duruma pek müdahale etmiyor. Soykırımın korkunç ayrıntıları ortaya çıktığında bile antisemit karikatürler ve içerikler medyada yer bulmaya devam ediyor.

Dezenformasyon çok hızlı yayılıyor

-Ülkemizde ciddi bir mülteci nüfus var. Suriye savaşından ya da Taliban iktidarından kaçarak geldiler. Nazilerden kaçarak ülkemize sığınan Yahudilerin Türk basınında yer alışıyla, hali hazırda ülkemize yeni gelen sığınmacıların medyadaki görünürlüğünü kıyasladığınızda ne söylersiniz?

Sığınmacıların, mültecilerin medyada yer alış biçimi, en başta da konuştuğumuz siyasetin dilinden etkileniyor. Her olumsuz haberde fail eğer Suriyeli ya da Afgan ise bunun altını çizen, kriminalize eden, dışlayan bir dilin kullanımının yoğun olduğunu görüyoruz. Fakat iyimser bir noktanın da altını çizmek gerek, en azından medya açısından. Medya tüm bu kötü sınavlarına rağmen siyasetten bir nebze daha ılımlı. Özellikle seçim öncesi ve sürecine bakarsak her olumsuzluktan, toplumsal huzursuzluktan, artan kira ve ev fiyatlarından, ekonomik krizden, işsizlikten sorumlu olarak mültecileri tutan, savaştan, mutlak bir ölümden kaçarak canlarını kurtarmaya çalışan bu insanların hepsine tek yön bilet verip göndermekten bahsedenlerin, sığınmacı rakamlarıyla oynayarak milyonluk artırımlar yapıp halkı manipüle edenlerin, provokatif çekilen videoların hızla yayıldığı bir ortamın içine düşmüş durumdayız politika alanında. Çok korkutucu. Ve bu sona erecek gibi de görünmüyor. Bu söylemlerin en rahat yer bulduğu alansa 1930’lar, 1940’lar dünyasında olmayan şey; sosyal medya. Dezenformasyon çok yaygın ve hızlı yayılıyor. Geçmişte bu mecranın pogromlara zemin hazırlayabileceğini de gördük. Bu durumun yakın zamanda değişebileceğini öngörmek de zor.