“Türklerin en Kürdü, Kürtlerin en Türk’ü” 100 yaşında! Yaşar Kemal’de Diyarbakır, Van…

TAHİR ŞİLKAN

1923’ün Ekim ayında, köylülerin yayladan döndükleri günlerde doğduğunu söyleyen ve geçtiğimiz ay 100’üncü doğum yılı kutlanan Yaşar Kemal, Fransız şair-yazar-eleştirmen Alain Bosquet ile yaptığı röportajda, hayatını ve yapıtlarının yazılış süreçlerini, dünyaya bakışını ayrıntılı olarak anlatır. “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor” adıyla yayınlanan kitabın başında Alain Bosquet’in ilk sorusu şöyleydi: “Gelenekleri, töreleri, yalnızlığı, mutluluğu ve acılarıyla gerçek bir Kürt ülkesinden geliyorsunuz. Gözlerinizi neyin üstüne açtınız? Çevrenizde neler vardı? Ufkunuz nasıldı, Gökyüzü nasıldı? Bir dağ, bir ova var mıydı? Ya kültürler? Çocukluğunuzu betimleyin bana…”

Yaşar Kemal bu soruyu çok ayrıntılı olarak yanıtlar. “Sandığınız gibi ben Kürt toprağında doğmadım” der, konuşmasında. Çukurova’da, Ceyhan ırmağının kıyısında Hemite köyünde doğduğunu, babası, anası, bütün ailesinin Van gölünün kıyısındaki Ernis köyünden olduğunu, bu köyün şimdiki adının Günseli olduğunu ve Van ilinin Muradiye ilçesine bağlı olduğunu söyler.

1915’te Van, Rus ordusunca işgal edilince, oradan ayrılan aile bir buçuk yıllık bir yolculuk sonucunda Çukurova’ya ulaşmış. Yaşar Kemal, anlatacaklarının çoğunu anasından dinlediğini söyler ve ekler: “Yazık ki anamın Türkçesi kıttı. Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkes dili tutulmuş gibi ağzına bakardı. Ben de hayrandım. Bunca yıl hiç Kürtçe konuşmadığım halde Kürtçeyi anlayabiliyor, biraz da konuşabiliyorsam onun yüzündendir.”
1951 yılında röportaj yapmaya Ernis köyüne gittiğinde neredeyse köyün tamamının akrabası olduğunu öğrenmiştir. Mezarlığa gittiğinde, ismini bildiği bilmediği bütün akrabalarının o mezarlıkta yattığını görmüştür.
Ailesinin Van’dan önce Diyarbakır’a, sonra oradan Mezopotamya çölüne düştüğünü, bir buçuk yılı aşan bu yolculukta annesinin babasını, amcasını ve en sonunda babaannesini yitirdiğini anlatan Kemal, şöyle devam eder: “Geçen yıl Amerika’da yayınlanan bir Ermeninin anılarında yazıyordu: o kadar çok çocuk ve sürülerce köpek ortalıkta kalmıştır ki; sanki dünya çocuk ve köpekten ibarettir…” Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu Anadolu, savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yok olmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştır.

Aç, azgınlaşmış köpekler yüzlerce binlerce sürüler halinde dolaşıyor, saldıracak hayvan, ceren kurt kuş arıyormuş. Çocuklar da sürüler haline gelmiştir; aç, sefil, çırılçıplak… Çekirge sürüleri gibi…Yaşar Kemal bu çocukların hikayelerini çok dinlediğini, Birinci Dünya Savaşının korkunçluğunu anlatacak kelime bulmanın zor olduğunu söyler.

‘Yuvasından atılmış kuşun yuvası…’

Yaşar Kemal’in Van’dan Çukurova’ya giden ailesinin aylar-yıllar süren yolculukta maddi olarak zor duruma düşmesi üzerine annesi çeyizindeki bir altın kemeri kocasına vererek satmasını istemiş. Babası direnmiş ama annenin ısrarıyla razı olmuş. Kemeri bulundukları bölgede tek

alacak kişi Pazarcık beyi Hurşit Bey kemeri satın almış ama “verdiğim altın bunun değeri değil, bir gün bu verdiğimi getirirsen kemer yine senindir…” demiş ve gittikleri yerin İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey’e, gelenlere yardımcı olmasını isteyen bir mektup yazmış. (Yaşar Kemal bu anlatılanları ‘Yağmurcuk Kuşu-Kimsecik 1’ romanında anlatmıştır)

Kadirli’de, İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey, Yaşar Kemal’in babası Sadık Beye, “Bak Kürdoğlu, Hurşit Bey (Yağmurcuk Kuşu roman karakteri Haşmet) benim dostumdur, sana bir konak veriyorum ki, kasabanın en güzel konağıdır (Ermeni zengini Kendirliyanın konağı), sana tarlalar veriyorum ki kasabanın en verimli toprağıdır…Çünkü seni bana gönderen Hurşit beydir…Sana, Semail’in çiftliğini, tarlalarını veriyorum…”
Konuşma şöyle devam eder:

-Sağol ama Bey, ben Ermeni konağı, çiftliği tarlası istemem

Öyleyse bana niçin gelip, bu mektubu getirdin?

-Beni bir yere yerleştir diye, şöyle iki odalı, paramla satın alabileceğim bir ev. -Yerleştiriyorum işte, kasabanın en güzel konağına…
-Anam dedi ki
-Ne dedi anan?

-Anam dedi ki; “yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez”

-Onlar kuş değil, Ermeni.

-Kuş
-Ermeni…

En sonunda Arif Bey, Hurşit (Haşmet) Beyin mektubunu parçalayıp, çiğnemiş… Jandarmaları çağırmış ve “bunları kayalık, yılanlı, cehennem gibi yanan Hemite köyüne yerleştirin” demiş.

Yaşar Kemal, Kadirli ve Ceyhan’ın tam ortasında, Ceyhan ırmağının kıyısındaki o köyde, Hemite’de doğmuştur. Nüfus kağıdında doğum tarihinin 1926 yazdığını ancak bunun doğru olmadığını, 1923 yılının Ekim ayında doğduğunu söyler ve ekler: “Hemite bir Türkmen köydü; köyde bizden başka Kürtçe konuşan kimse yoktu. Bizim evde ise Kürtçe konuşuluyordu. Ama biz çocuklar Türkçe cevap veriyorduk, bize kızmıyorlardı…”

Yaşar Kemal doğduğu bu Türkmen köyünde kendilerini Kürt diye hiç ayrı saymadıklarını söyler ve ekler: “Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk, bütün köylüyle akraba gibiydik. Bu akrabalık duygusu hiç bitmemiştir…”

Yaşar Kemal bu köyde büyür, çok geç okula gider, ancak olanaklarının yetersizliği nedeniyle öğrenimini sürdüremeyecektir.

“…Kendimi bildim bileli hep yazmak istedim. Her şey onun üstünde döndü. En büyük düşüm bir bilim adamı olmak, doğu dünyasının folklorunu, etnografyasını araştırmaktı. Bunun için liseyi, üniversiteyi bitirmek, bir batı dili öğrenmek istiyordum. Okula devam edebileyim diye çok uğraştım ya, buna bir türlü olanak bulamadım. Kendimi Çukurova tarlalarında buldum. Yaşamımı kazanmak için çok çeşitli işlere girdim çıktım, ama tek amacım yazmaktı. Hep onun için hazırlanıyor, yaşamla, kitapla kendimi zenginleştirmeye çalışıyordum…”

Yaşar Kemal ve Diyarbakır

Bir yıllık mapusluk sonrası Yaşar Kemal İstanbul’a gitmeye karar verir. Arif Dino onu Cumhuriyet Gazetesi’ne Nadir Nadi’ye gönderir. Nadir Nadi ve Doğan Nadi Yaşar Kemal’i röportajlar yapması için Diyarbakır ve Van’a gönderir.

“Diyarbakır’ı görünce Ahmed Arif’i anlamak daha kolaylaşıyor. O korkunç surlarıyla, türküleriyle, hapishanesiyle, sıcağıyla, soğuğuyla, o her yönden esen halk kültürüyle…Diyarbakır, büyük kültürlerin buluşma yeridir, kavşağıdır, bileşimidir.” (Yaşar Kemal-Kendileri)

Yaşar Kemal, Haydarpaşa Garı’ndan Diyarbakır’a gitmek için trene biner. Üçüncü mevkide yolcu olan Yaşar Kemal, trene Bakırmadeni’nden iki gözü kör, yetmiş yaşını geçmiş bir yolcunun bindiğini anlatır. Sofi’nin inanılmaz güzellikte kaval çaldığını ve Kürtçe türküler, destanlar söylediğini söyler ve devam eder. “1953 yılında onunla Kulp ilçesi sınırları içinde Anduk dağına çıktık. Ben ömrümde ne böyle bir güzel ses ne de böyle destan anlatıcısı duydum, gördüm…”

Diyarbakır’da trenden inince paytonla zamanın en iyi oteli olan Park Otel’e gittiğini söyleyen Yaşar Kemal, Diyarbakır ve Van’dan her gün Cumhuriyet Gazetesi’ne röportajlar gönderir. Gönderdiği röportajların yayınlanıp yayınlanmadığından haberi yoktur. “Bu Diyar Baştan Başa” adıyla kitaplaşan röportajlarının birinci cildinin alt başlığı “Nuhun Gemisi”dir. 1951 yılı Haziran ayında Diyarbakır’a giden Yaşar Kemal ilk röportajında, şehri anlatır: “…Bu şehir kılıf içinde, kendisini öyle gizlemiş ki; tadına varabilmek, onu sevebilmek emek istiyor, terlemek istiyor. Şehrin mahremiyetine girebilirsen, büyülendin demektir. Diyarbakır seni büyülemiştir, kurtuluş yok…”

Park Oteline Naibin Konağı diyorlarmış, Sultan Murat Diyarbakır’a geldiğinde bir süre bu konakta kalmış. Yapının, bir mimari başeser olduğunu söyleyen Kemal şöyle devam eder: “…Büyük avlusu, siyah beyaz taşlardan örülmüş duvarları, eyvanı, odaları, tahta işleme tavanları vardı… “ Yaşar Kemal o güne kadar bu kadar güzel bir yapı görmediğini söyler. (Yaşar Kemal, Behram Paşa evi de denilen Park Otel’in yıllar sonra yıkıldığını ifade eder)

Tezatlar şehri…

Yaşar Kemal, Diyarbakır’ın bir gül şehri olduğunu yazar: “Her yan gül, göz alabildiğine gül…Şehrin ana caddesinin kaldırımları üstünde sıralanmış kızlar, çocuklar, yaşlı kadınlar önlerinde sepet sepet menekşeler, menekşe satıyordu. Bu akrepler payitahtı, gül şehridir, menekşe şehridir, kahveler şehridir…Her adımda bir kahve vardır. Ancak, Diyarbakır’ın kahveleri başka şehirlerdeki kahvehanelere benzememektedir; bunların çimen ekilmiş, güllerle donatılmış avluları vardır. İki karış yüksekliğinde kürsü denilen, balıkçı ağı gibi iple örülmüş iskemleler vardır, bu kahvelerde. Kahveler işsizlik nedeniyle tıklım tıklım doludur.

Evet iş yoktur; civardaki illerden, ilçelerden, köylerden iş bulmak

umuduyla Diyarbakır’a gelen insanlara iş yoktur. Şehrin yarıdan fazlası işsizdir, yoksuldur, tarımda makina kullanımı da işsizliği artırmıştır.

İnsanlar, “bu şehre fabrika gerek, sanayi gerek” demektedir; dün de demektedir, 72 yıl sonra bugün de ‘Diyarbakır’a fabrika gerek’ demektedir.

Kemal, “Diyarbakır akrepler şehri, gül şehri, pis pis kokan hanlar şehri, karpuz şehri, Diyarbakır Surları, mimarisi, camileri, sanat abideleri, yeni yapılan otelleri, eşsiz tabiat zenginliğiyle turizm şehri…Diyarbakır tezatlar şehri…” der. Röportajları okuduğunuz zaman Diyarbakır’ın aynı zamanda bir ipekçilik merkezi olduğunu öğrenirsiniz. Ancak hem suni ipek rekabeti hem de Suriye’den gelen ipek eşyalar, şehirdeki ipekçiliği öldürme noktasına getirmiştir. İpekçiliği besleyen dutlukların hemen hepsi Dicle kıyılarındadır. Dicle kıyıları şehrin bahçelerinin olduğu yerdir. Toprakları bütün ovalardan daha verimlidir; dünyanın en büyük karpuzları burada yetiştirilmektedir. Amerika’da böyle bir karpuz yetiştirmek için uğraşılmış ancak başarılamamıştır.

Diyarbakır’da yol yoktur, bırakın köy yollarını ilçeler arasında bile yol yoktur, o yıllarda. Fabrika yoktur, okul yoktur, yol yoktur. Diyarbakır yokluklar şehridir ama tüm yokluğuna yoksulluğuna karşın kapısını çaldığınızda sizi güleryüzüyle karşılayacak cömert, dost insanların şehridir.

Akdamar, Van denizi ve deli eden mavilik

Surları, sur dibindeki insanları yazıp, yayan köy yollarına düşen Yaşar Kemal, Diyarbakır ovasında göçebe olmuş, işsiz kalmış yarıcıları anlatır. Sonra Van’a doğru yola çıkar. Bindiği araçta bir askeri doktor görür. Yanında da Cumhuriyet gazetesi. Hemen adamın yanına koşar, heyecanla, “Gazetenize bakabilir miyim yüzbaşım” der. Adam şaşırınca durumu anlatır. Gönderdiği tüm röportajlar, “Anadolu Notları” başlığı altında yayınlanmıştır. Doktor yüzbaşı, “İyi ki sizinle karşılaştık. Burada, Akdamar Adasında Ermenilerden kalma bir kilise yapı var. Muhteşem bir eser. Onu yıkmak istiyorlar…Bu kilise bu toprakların eseri, isterse Ermeniler yapmış olsun. İnsanlığın malı, kim yaparsa yapsın. Bana ve ülkemize yardım edebilir misiniz?” der, Yaşar Kemal’e… Yaşar Kemal böyle işlerin içinde yer alırsa, “geçmişinin ortaya çıkacağı” endişesini taşıdığından, “Ben ne yapabilirim ki; daha yeni bir gazeteciyim…” diyecektir. Doktor, Cumhuriyet Gazetesi sahibi Nadir Nadi’ye telefon edip yardım isteyebileceğini söyler.

Ertesi gün birlikte Akdamar Adasına giderler, kiliseye henüz sıra gelmemiş, yıkılmamıştır ama küçük şapel yıkılmıştır. Yüzbaşı işçilere, “Ben gelene kadar bu kiliseye dokunmayacaksınız, Valiye gidiyorum…” der.
Yaşar Kemal de Nadir Nadi ile görüşüp konuyu anlatır. İki gün sonra Milli Eğitim Bakanı’ndan Vali’ye Akdamar Adasındaki yıkımın durdurulmasına ilişkin telgraf gelir. Yaşar Kemal, bu kararda Nadir Nadi’nin etkisi olduğuna inanıp bunu ifade etse de Nadir Nadi bu olayla ilgisi olmadığını söyleyecektir.

Yaşar Kemal’in anlattığı Van, 72 yıl önce bir şehir değildir; “yirmi otuz köyü yanyana getirin; Van olur” diye anlatır ve devam eder: “Ancak gördüğüm yerler arasında Van kadar sevdiğim başka yer yok. İnsanı sarıveren, kucaklayan bir sıcaklığı var, toprağı sıcak, insanları sıcak, insanları kardeş…Misafirperverlikte de bir eşi yok Van’ın…”

“Bir şehri öğrenmek, tanımak mı istiyorsunuz sabahı kaçırmayacaksınız… Şehirler sabahları soyunmuştur, çırılçıplaktır…” diyen Yaşar Kemal, Van’da en anlatılacak yerin Van gölü olduğunu yazar. Van gölünün dört bir yanını dağlar çevirmiştir, karlık, ulu dağlardır, bu dağlar. Van gölü de değil, Van denizi… Vanlılar deniz diyorlarmış, gümüş tasta bir sudur. Kenarları oya gibi işlenmiş bir gümüş tas. Yaşar Kemal Van gölünü şiirsel bir dille anlatır: “Dünyada hiçbir göl, hiçbir deniz, hiçbir su Van gölünün maviliğinde olamaz. Masmavi…Deli eden bir mavilik. Ne gökyüzünde vardır öyle bir mavi ne de başka bir yerde. Bir tek mavi uyar bu maviye. Diyarbakır ovasındaki çiçeklerin mavisi…Bir de camı kırıp kesitine bakın, işte o mavi..