FEHİM TAŞTEKİN / YUSUF KARADAŞ
Moderatör: Bülent Ulus
“Kürtler konusundaki çelişki Avrupa açısından kullanışlı bir çelişki. Türkiye’nin politikalarını etkilemek için araçsallaştırdıkları bir kart. Türkiye ile ilişkiler çok iyi olduğunda bir bakıyorsunuz Almanya’da, Fransa’da Kürtler Türkiye’nin istediği şekilde gözaltı operasyonlarına maruz kalıyor. Hani biz dosttuk, IŞİD’e karşı ortaktık, bize değer veriyordunuz, bizim getirdiğimiz modeli ilham verici buluyordunuz! Hayır, birden bire bir kenara atılıyorlar. Mesela YPG’nin Avrupa’da ofisleri vardı. Hepsini kapattırdılar. Türkiye’nin onlar açısından arz ettiği çıkarlar ve stratejik değer, buna emlak değeri diyoruz, Avrupa’nın tercihlerini belirliyor. Ve kuşkusuz Türkiye’de İslamcılar, milliyetçiler ve sağcıların dışarıda gösterdiği duyarlılık, ülke içinde mağduriyetler ve zulümler söz konusu olduğunda köreliyor. Devletin mağdur ettiği herkesin suçlu olduğu siyasal bir kültür hâkim. Filistin için ağlayarak kirli ellerini yıkayabiliyorlar. Herkes Filistin konusunda aslan, herkes birer mücahit. Ama Filistinlilere hiçbir faydası olmayan bir görüntü. Diyanet İşleri Başkanı kılıçla hutbe veriyor, bir görüntü sunuyor. Peki, bu görüntünün gerektirdiği şey nedir? Filistin meselesinde askerî bir pozisyonunuz mu var? Caydırıcı olabilecek bir pozisyona mı sahipsiniz? Bu kılıç sadece müminlerin gözlerini yaşartmak için. Milleti ahmak yerine koymak için. Başka bir şey için değil. Evet Filistin Türkiye’de kullanım değeri yüksek bir mesele. Pek çok açıdan bağlamları farklı olsa da ve kıyaslamaya da özdeşleştirmede hatalar yapılsa da özünde devletin Kürt politikası Kürtleri bu coğrafyanın Filistinlileri hâli getiriyor.”
-Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, 7 Ekim sabahı İsrail’e “Aksa Tufanı” adıyla kapsamlı bir saldırı gerçekleştirdi. Silahlı gruplar daha sonra İsrail içindeki yerleşim yerlerine girdi ve sivillerin de arasında yer aldığı bini aşkın ölüm yaşandı. Zamanlaması, eylemin biçimi ve boyutu da dikkate alındığında Hamas’ın amacına ve beklentilerine dair neler söylenebilir?
Fehim Taştekin: Bir süreden beri Filistinli gruplar arasında Filistin’in parçalarını birleşik cepheye dönüştürme stratejisi konuşuluyor. Yani ‘Gazze’de olan Gazze’de kalır’ şeklindeki gidişata son vermek gerekliliği… Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te bir şeyler olunca Gazze’nin ses verdiği bir durum 2021’de İsrail’e roket saldırılarıyla kendini gösterdi. Bu yaklaşım Batı Şeria’da silahlı direnişe dönüşü de içeriyor. Bu stratejinin gelişim seyriyle birlikte İsrail’in dayattığı caydırıcılığı yıkma fikri öne çıktı. İsrail’in dilediği zaman savaşı başlatan, dilediği zaman savaşı bitiren üstünlüğünü hedef alan bir strateji. Biraz da Hizbullah’ın 2006’dan itibaren İsrail’e karşı oluşturduğu angajman kurallarını belirleme yani caydırıcılık inşa etme becerisinin artık Hamas tarafından da denendiğini görüyoruz. Lübnan tarafında Hizbullah caydırıcı bir çizgi çekmeyi başardı. Yani İsrail Lübnan’a karşı ne yaparsa Hizbullah’ın ne yapacağını bilerek hareket ediyor. Karşılıklı gerilimin nereye kadar tırmandırılacağına dair bir anlayışı inşa ediyor.
Bu stratejik yaklaşımın ötesinde, Filistinlileri 7 Ekim saldırısına iten başka faktörler var: İsrail’deki aşırı sağ ve aşırı dinci hükümetin izlediği siyaset Filistinlilere işgalden artakalan o dar alanda da yaşam hakkı tanımayacağını gösterdi. Bu siyaset, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te Filistinlilerin hayatını tamamen mahveden bir boyut kazandı. 7 Ekim’e kadar Batı Şeria’da 172 Filistinli öldürüldü. Son dört seçimdir İsrail’in siyasi gündeminde Filistin sorunu yok. ‘Artık ben güvenli koşullara kavuştum, dilediğimi dayatabilirim, soykırım siyasetini yeni başlıklarla genişletebilirim’ rahatlığı içerisinde bir politika izlerken, Filistinliler buna bir sınır koyma gereği duydu. Hamas zaten bunu başlarken deklare etti: “Biz İsrail’in önüne bazı sınırlar çizeceğiz.” dediler. Bu, İsrail Doğu Kudüs’te dilediği gibi hareket ettiğinde Gazze’nin buna seyirci kalmayacağı ya da Gazze’de abluka, ambargo, tecrit ve cezalandırma politikasının, hapishanelerdeki durumun bu şekilde devam edemeyeceği anlamına geliyor. İsrail hiçbir şekilde uluslararası toplumdan baskı da görmüyor.
7 Ekim saldırılarına bir de dış çerçeve eklemek lazım; İsrail’in rahat hareket etmesinin nedenlerinden biri Araplarla normalleşme sürecidir. Bu normalleşme Filistin davasının gömüldüğü; Filistinlilerin muhatap alınmadan Filistin meselesinin halledildiği bir yönelim. Gazze buna kırmızı kart gösterdi. Tabii çok kanlı bir şekilde göstermiş oldu. “Bizim üzerimizden çıkarlarınızı güdemezsiniz, bizi kendi ulusal çıkarlarınız için meze yapamazsınız.” dediler.
-Bu eylem öncesinde başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere bir ‘normalleşme’ süreci de başlamıştı… Keza ABD’nin de bu yönlü girişimleri olmuştu…
Yusuf Karadaş:Evet, Fehim hocam da çeşitli yönleriyle değindi. Belki daha eskilere de gidilebilir ama 2020’de “Yüzyılın Anlaşması” adı altında, aslında ABD’nin İsrail ve Körfez’deki Arap rejimleri arasındaki ilişkileri yeniden kendi bölgesel ekseni etrafında birleştirmesi amacıyla Trump döneminde açıkladığı bir belge vardı. Bu aslında Filistin’i, Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’nın işgal altında olmayan kısmında sembolik bir devletçik olarak gösterirken asıl olarak Filistinlileri Mısır’da kurulacak olan sanayi bölgesinde çeşitli alanlarda çalışmaya göndermek üzere, Filistin Devleti’nin sonunu getirecek bir plana dâhil etme dayatmasıydı. Bu dayatmaya o zaman Netanyahu ile birlikte Arap rejimlerinden Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn temsilcileri de katılmıştı. Daha sonra Fas’tan, Sudan’dan yine normalleşme hamleleri gelmişti ki bu 7 Ekim’deki saldırıdan önce Suudi Arabistan’la da bu yönlü görüşmeler yapılıyordu. Yine kendisini ‘İsrail’e karşı Filistin davasının hamisi, savunucusu’ ilan eden Erdoğan iktidarı da İsrail’le normalleşme adımları atmıştı. Böyle bir durumda ‘Filistin davasının satıldığı’, gündemden düşürüldüğü ve İsrail’in bu işgal ve saldırılarının artık meşru görüleceği bir yeni düzen inşa edilmeye çalışılıyordu. Dolayısıyla Hamas’ın başlattığı saldırı görüntüsünün arkasında Filistin’in varlığını, haklarını yok sayan pek çok adım söz konusuydu.
Filistinli örgütler arasındaki görüşmelerde, bildiğim kadarıyla, tek bir çatı altında birleşme noktasında beklenen sonuç ortaya çıkmamıştı. Bu da Hamas’ın elini güçlendiren bir şeybelki. Tabii nasıl ki İsrail’in arkasında başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler saf tutuyorsa; Lübnan Hizbullah’ının, İran’ın da Gazze’ye yönelik herhangi bir askerî müdahale ya da operasyon karşısında tutum alacaklarını açıklamaları sorunun bölgesel denklem içindeki yerini de gösteriyor. Filistin ve Kürt sorunu, aynı zamanda bölgesel sorunlar. Sadece orada yaşayan insanların değil, o bölgede var olan bütün güçlerin bir şekilde dâhil olduğu sorunlar olarak duruyorlar.
Bilindiği gibi Kürt ve Filistin sorunları, temelleri yüz yıl önce emperyalistler arasındaki SykesPicot Antlaşması (Kürdistan’ın paylaşımı) ve Balfour Deklarasyonu (Filistin’de bir İsrail devletinin kurulması) ile atılmış ve sonrasında da işbirlikçi bölge gericiliklerinin emperyalistlerin planlarına ortak edilmesiyle bölgesel sorunlar hâline gelmişti. Bu iki halkın BM sözleşmelerinde de güvence altına alınmış bir hak olan kaderlerini tayin hakkının emperyalistler ve işbirlikçi gericilikler arasındaki ilişki ve çıkarlara kurban edilmesi, bu sorunların farklı mecralardan geçerek bugüne gelmesine neden oldu.
Son olayı da bütün bu denklemin dışında düşünemeyiz. Zamanlamaya gelince… Filistin davası ciddi bir şekilde gündemden düşürülmüş, bölgedeki rejimler İsrail ile normalleşme ilişkilerine girmiş ama buna rağmen İsrail Devleti’nin Filistin topraklarındaki işgalleri, saldırıları, katliamları devam ediyor. Bütün bunlardan koparılacak bir şey değil, ilk defa oluyormuş gibi algılayamayız. Zaten devam eden, bitmemiş bir savaş bu. Sürdürülen bir saldırı ve işgal politikası var. Zamanlamasının bugün ya da yarın olması bu gerçeği değiştirmiyor.
İsrail gücüne dair efsaneyi kimse aşamıyor
-Spekülatif olarak gündeme gelen bir şey var. 7 Ekim eyleminden sonra denildi ki, “Mısır üzerinden İsrail’e bir saldırı olacağına dair bilgi paylaşıldı.” Elbette eylemin biçimiyle ilgili ayrıntılar yoktu ama bir tedbir alınmadığına dair de tartışma yürütüldü. Bir taraftan İsrail’in yürüttüğü savaş ve yıkımın boyutu da düşünüldüğünde “eyleme yol verme” ve sonrasındaki harekatı gerekçelendirme amacı mı vardı gibi bir tartışma veya komplo teorisi… Buna ilişkin ne düşünüyorsunuz Fehim Bey?
Fehim Taştekin: Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden (FHKC) bir arkadaşa sordum bu soruyu. “Niye,” dedi, “bizi geri zekâlı mı zannediyorsunuz? Biz hiçbir şey yapamaz mıyız? Terliklerle dolaşan Arap imgesiyle bizi bir yere hapsettiniz. Bizim hackerlerimiz İsrail’in gözlerini köreltemez mi?”
İsrail silah ve istihbarat kapasitesi açısından bölgede üstünlüğü tartışılmaz bir güç. Dinleme ve izleme teknikleri rakipsiz. İsrail Gazze’de insanların kapı, plaka ve telefon numaralarına kadar her şeyi biliyor ve izliyor. “Ben şu binayı vuracağım.” diye bina sakinlerinin cep telefonlarına mesaj atabiliyor. Yıllar içinde böyle bir üstünlük algısı yerleşti; İsrail dilediğini yapabilir! Aksa Tufanı’nın mantığı bu üstünlüğü yıkma üzerine kuruldu zaten. Hâliyle İsrail’in köreldiği bir operasyon kurgulanmış gözüküyor. Gazze’yi çevreleyen dikenli-demir bariyerdeki kameralarla uçan kuşu görüp sisteme bağlı otomatik silahlarla vurabiliyorlar. Gazzeliler bu sınırlara yaklaştığında ne olacağını biliyor; 2018’de sınırları yıkma duvarları aşma metaforuyla “milyonluk yürüyüş” düzenlendiğinde sınırlara yaklaşan onlarca Filistinli öldürülmüştü. Şimdi bunun üzerine çok çalışmışlar, öyle anlaşılıyor. Tabii güvenlik güçlerinin rehavet içinde olduğu bir bayrama denk getirilmiş. Hamas’ın siyasi kanat liderlerinin de detaylardan habersiz olduğu, İslami Cihad ve diğer örgütlerin de “Biz başlıyoruz, gelin” denilerek son anda haberdar edildiği bir plandan söz ediliyor.
Temelde İsrail’e roket salvosu başlayacağı ya da İsrail tarafından saldırı olacağı zaman kimin nereden ne yapacağı aşağı yukarı bellidir. Fakat savaşı İsrail’e taşıma planı bunun çok ötesinde. İran’ı bile atlatmış izlenimi verildi. İranlılar en tepeden plana dahil olmadıklarını açıkladı defalarca. Genel olarak İran işin içerisindedir çünkü Filistinlileri destekliyor. Filistinliler silahını İran ve Hizbullah’a borçlu vs. Operasyon fikri konuşulmuş olabilir ama detaylar ve zamanlama dar bir kadro içinde tutulmuşa benziyor.
İnsanlar İsrail’in atlatılmış olabileceği fikrine yakın değil. O yüzden komplo teorileri işliyor. Filistinliler adına bir başarı atfetmek yerine İsrail üstünlüğüne bel bağlayan bir komplo teorisiyle Yahudi devletinin kendi planları için fırsat yaratmak üzere bilinçli bir zafiyet yarattığı yorumu insanlara cazip geliyor. İsrail’in güçlü olduğu mitini herkes aşamıyor, aşmak da istemiyor. Ama Filistinliler açısından çok komplolara girmenin bir anlamı yok. Biz zaten savaşın içindeyiz, savaş yeni başlamadı! Fakat güç dengesinde yeni bir durum var: F-16’sı, F35’i, füzeleri, obüsleri olan her şeyi dümdüz etme gücüne sahipti. Şimdi karşı taraf roket ve dron üretme yeteneğine kavuştu. Asimetrik savaş kapasitesi gelişti. Bu da sarsılmaz bir düşmanı şaşırtabiliyor. İsrail ilk kez bu şaşkınlığı yaşadı. Tabii İsrail bunu 75 yıldır süren bir soykırım sürecinde altın bir fırsata dönüştürecek. Bu fırsatı sahadaki koşulları kökten değiştirmek için bütün şiddetiyle uygulayacak. Yaptığı bu. Burada İsrail açısından çok önemli bir hedef var: Gazze’nin insansızlaştırılması ve buranın yaşanılamaz hâle getirilmesi. Filistinlilere yeni bir sürgün sayfası açılıyor. Bunu hep istiyordu. Daha önce Mısır’a yapılan teklifler var: Gazze’deki Filistinlileri Sina Çölü’ne gönderelim, size de biz Necef Çölü’nden toprak verelim. Bu teklifler Cemal Abdunnasır’a da yapılmıştı, Enver Sedat’a da, Hüsnü Mübarek’e de. Şimdi de Abdulfettah Sisi’ye topraktan söz etmiyorlar ama “Al Sina Çölü’ne yerleştir, parası neyse uluslararası toplumla birlikte biz verelim.” diyorlar. İsrail’in kendi içerisinde yaşadığı şok, bu şokun uluslararası alanda sağladığı destek büyük bir fırsat sunuyor. İsrail bu fırsatı kaçırmak istemiyor. Müzik festivalindeki katliam İsrail’e hiç olmadığı kadar kamuoyu desteği yarattı. Batı’dan paraysa para, silahsa silah her şey gelecek. İsrail kendi mağduriyetini kullanarak sarsılan stratejik üstünlüğünü yeniden tahkim edecek. Caydırıcı ve cezalandırıcı olma tekelini tekrar kazanacak. Özetle “İsrail bilerek göz yumdu” senaryosundan ziyade İsrail’in de hazırlıksız yakalandığı bir operasyondan sonra bunu altın vuruşa çevirme gibi bir durum söz konusu.
-Yusuf hocam, İsrail’de yargı düzenlenmesine ilişkin protestolar yaşanıyordu. Hükümetle ilgili krizler gündemdeydi. Netanyahu’nun da ihtiyacı vardı gibi teoriler de var. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Yusuf Karadaş:İstihbaratının önceden alındığı gibi bir değerlendirmeye ben de katılmıyorum. Bilgi alınmışsa bile bu kapsamdaki bir eylemin bilgisi değil, belki daha “rutin” bir şey olarak düşünmüş olabilirler. Aksa Tufanı aslında daha önce Hizbullah’ın yaptığını bir şekilde yeniden üreten yani İsrail’in yenilmezliği algısının yıkılabileceği –özellikle Filistinliler ve başka güçler için– güvenini getirmesi bakımından bir yönüyle başarılı sayılabilecek bir hamleydi. Evet, Netanyahu yönetimi kendine desteğe çevirmeye çalışacak. Bu anlaşılır bir şey ama öbür taraftan da Filistin davasının yeniden gündemleşmesi, İsrail ile normalleşme adımları atan Türkiye dâhil olmak üzere Arap rejimlerinin en azından kamuoyu önünde yeniden Filistin davasını dillendirir noktaya gelmesi, iki devletli çözüm tartışmasının yeniden gündeme gelmesi bir yönüyle Filistin davasının da kazanımıdır.
Hamas’ın sivil katliamı, müzik festivalindeki görüntüler IŞİD’i, radikal İslam’ı yeniden hatırlatarak Filistin karşıtı geniş bir cephe de yarattı kamuoyunda. İsrail’in medya, özellikle sosyal medya üzerinden propagandası, dezenformasyonu da var. Beş yüze yakın Filistinlinin yaşamını kaybettiği hastane saldırısında ABD başkanı çıkıp “Öbür tarafın işi gibi gözüküyor” diyebiliyor. Ölen insanlar, insan yerine bile konmuyor. … Çok açık bir çifte standart söz konusu.
Filistinlilerin taraf olmadığı, muhatap alınmadığı bir çözüm arayışının mümkün olmadığını Aksa Tufanı bir şekilde yeniden hatırlatmış oldu. Bir çözüm olacaksa bunun bir tarafı Filistinlilerdir. Kendi geleceklerini belirleme hakkının tanınmasıdır. Bu yönde adımlar atılmadığı müddetçe gündeme getirilecek çözümler, sorunu daha içinden çıkılmaz hâle getirecektir. Kara operasyonu da çözüm değildir. Böyle olmayacağını şimdiden öngörebiliriz.Bu olay, bu sorunun bir tarafı daha var. Bu taraf muhatap alınmadan sorun çözülmez mesajını da vermiş oldu diye düşünüyorum.
Sağır, dilsiz ve kör olmayı tercih ediyorlar
-İsrail hastane, cami, okul derken Gazze’deki AgiosPorphyrios Rum Ortodoks Manastırı’na saldırdı. Yunanistan sadece “üzüntüsünü” belirtti. Hastane saldırısıyla ilgili Biden’ın açıklamasını Yusuf hocam da söyledi. İsrail tarafından saldırıya uğrayan sivil alanların her birine –başta ABD olmak üzere– gerekçe bulma arayışı var. Bir şey bulunamazsa da “meşru müdafaa” oluyor!
Fehim Taştekin: Ne olursa olsun İsrail için sistematik devamlılığı olan bir destek söz konusu. Bunu aşındıracak bir pozisyona girmek istemiyorlar. Batı, Holokost’un diyetini ödeme kararlılığı içinde İsrail’in işlediği her türlü suçu örtme ve onun her türlü hikâyesini peşinen kabullenme refleksi içerisinde. Amerikan iç siyasetiyle bağlantılı bir boyutu da var. ABD’de başkan adaylarının Yahudi lobisinin desteği olmadan seçimi kazanamayacağı algısı yerleşik. Kongre’de çok güçlüler. İsrail’le ilgili Amerikan kanadında farklı bir politika izlenmesine izin vermiyorlar. Biden ikide bir “En büyük Siyonist benim” diyor. Beri tarafta iki devletli çözüme bağlılığını da sürekli vurguluyor. Netanyahu ile arası iyi değil. İsrail yakaladığı bu dalga üzerinde sörf yaparken Batı’da da karşı söylem geliştirebilecek cesur bir lider yok. Bütün hukuk ve insanlık adına bütün değerlerin paçavraya çevrildiği bir süreç işliyor. Siyaset, medya, kamuoyu hepsi İsrail lehine övündükleri değerler dünyasında intihar ediyor. Hastaneler vurulmuş, kilise ve camiler vurulmuş, binlerce çocuk katledilmiş, hiçbirinin umurunda değil. Hristiyan Batı için sanki Doğu’nun kiliseleri daha yetim, kendi hâlinde. Irak’ta 2003 Amerikan işgali sonrası Hristiyanlar açısından bir soykırım yaşandı. Hristiyanlar önemli ölçüde silindi. Bu savaş Batı’nın Irak üzerine yıktığı bir savaştı. Hristiyanların orada yaşadıklarını bile dikkate almadılar. Suriye’de 2011’den sonra en çok zarar görenler arasında Hristiyanlar da yer alıyor. Hristiyan kiliseleri bir türlü seslerini duyuramadılar. Batı’da kimse onları ciddiye almadı. Bir tarafıyla Kudüs Hristiyanlar için çok önemli bir değer, kutsal bir kent. Hristiyanların oradaki geri kalan varlığı da tehlikede. Gazze’de en eski kiliselerden biri olan Rum Ortodoks Kilisesi hedef alındı. Mesela “Bunu biz yapmadık” demediler. “Hamas’ın karargâhı vardı, orayı hedef aldık, o sırada kilisenin duvarı isabet aldı” diyerek suçu kabullendiler. Bunun hiçbir şekilde Batı’da bir karşı argümana yol açmayacağını biliyorlar.
Batı’nın tutumu basitçe, Hristiyan-Müslüman karşıtlığı, medeniyetler çatışması zemininde ele alınamaz. Daha politik tercihler var. Filistin’e destek içeren herhangi bir yoruma televizyonlarda izin verilmiyor. Bunu Hamas’a destek olarak görüp insanları anında aforoz ediyorlar. Müthiş bir bağnazlık yayılıyor. Fransa’da çok değerli bir futbolcuyu Filistin’e destek verdi diye vatandaşlıktan çıkarmaktan bahsediyorlar. Medya tamamen ilkesizleşti. Bağımsız bir medyadan söz edilemez. İsrail Cumhurbaşkanı, İngiltere Başbakanı’na açıkça BBC’yi şikâyet ediyor. O kadar uşak ruhlular ki onlarca yıllık tarihiyle kendilerine prestij kazandırmış bir yayın organını savunamıyorlar. Dilsiz ve kör olmayı tercih ediyorlar. Bu yeni bir dönem galiba.
Yusuf Karadaş: Her fırsatta BM’de uluslararası hukuku, barışı savunduklarını söylüyor Batılı ülkeler ama çok basit, 1967 ve 1973’te alınmış önemli iki tane Birleşmiş Milletler kararı var; İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmesine dair. Ama o günden bugüne bu kararları uygulamadığı halde İsrail’e karşı herhangi bir yaptırım söz konusu değil ve az önce bahsettiğimiz ABD ve batılı emperyalistlerin politikası bunu fiilen meşrulaştırmış bir durumda. Yani BM’de bu kararın uygulanmasından birinci dereceden sorumlu olan rejimler tam da bu hukuksuzluğun meşrulaştırma rolünü oynuyorlar. Fehim hoca Holokosttan, Avrupa’nın diyet ödemesinden bahsetti ama soykırımın diyeti herhâlde başka bir soykırımı desteklemek olmamalı. Bugün gelinen nokta aslında soykırımın diyeti başka bir soykırımın karşısında sessiz kalınmasına döndü. Başka bir halkın, milyonlarca insanın –Gazze’deki süreçte olduğu gibi– toprağından sürülmesi noktasına geldi. Çifte standart sadece Batılı güçlere özgü değil, Erdoğan iktidarıda, Ortadoğu’daki Arap rejimleri de, yani Filistin davasını savunma iddiasındaki güçler de aynı.
Mesela Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye su, elektrik ve gıda ambargosu uygulaması karşısında “Nerede insan hakları?” diye soruyor ama Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Rojava’ya yönelik “bütün altyapı ve üstyapı tesisleri hedefimizdir” açıklamasını yapıyor ve burada yaşayan on binlerce insanın en temel ihtiyaçlarını karşılayan elektrik, su tesisleri ve hastaneleri bombalanıyor. Başka bir deyişle Filistin’de en azından lafta karşı çıktığı şeyi Kürtlere karşı kendisi yapıyor. Erdoğan’ın Gazze’ye yönelik kara operasyonuna karşı çıkarken uzun zamandır Rojava’ya yönelik yeni bir operasyon için fırsat kollaması başka türlü açıklanamaz.
Yok edilmek istenen Hamas değil, Filistin’dir
-İsrail Aksa Tufanı eyleminin başından beri kara harekâtını sürekli dillendiriyor. Bir kara harekâtının amacı ve olası sonuçları için neler söylenebilir?
Yusuf Karadaş: Hamas’ın askerî gücünü ve yeraltı tünelleri başta olmak üzere savunma sistemini ortadan kaldıracağız, Hamas’ı yok edersek Gazze bizim için güvenli bir bölge olacak diyorlar. Hedefleri bu ama iki milyondan fazla insanın yaşadığı bir kente, dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu yerlerden birinde böyle bir harekâta kalkışmanın çok ciddi bir sivil kaybına yol açacağına dair herkes hemfikir. Hamas’ı ortadan kaldıracağız adı altında yapılacak bir operasyonun en büyük mağduru yine oradaki sivil halk olacak. ABD ve Avrupalı emperyalistler her ne kadar İsrail’e koşulsuz desteklerini açıklamış olsalar da bir kara operasyonunun yaratacağı riskler konusunda endişe duyuyor ve bu nedenle İsrail saldırganlığının bölgesel bir çatışmayı tetiklemeyecek bir noktadan devam ettirilmesini istiyorlar. Çünkü böyle bir harekâtın hangi sonuçlara yol açacağını da öngörmek çok zor. Mesela İsrail’in bu harekâtı karşısında kuzeyden Lübnan Hizbullah’ının bir cephe açabileceği konuşuluyor. Lübnan Hizbullah’ı daha önce de söylediğim gibi İsrail’in yenilmezliği efsanesini yıkan bir güç. O günden (2006) bugüne ciddi olarak kendisi de gücünü, hazırlığını arttırdı. Öbür taraftan İran da bunu kabul etmeyeceğine dair bir tutum ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu süreç bölgedeki en büyük emperyalist güç olan ABD için Lübnan’dan Irak’a ve Suriye’den Yemen’e kadar birçok alanda İran yanlısı milis güçlerin de dahil olabileceği ciddi çatışma riskleri yaratıyor ve dahası İsrail ve bölgedeki rejimler arasında ‘normalleşme’yi merkeze koyan strateji için de ciddi bir tehdit yaratıyor.
Fehim Taştekin: İsrail ne diyor? Biz koşulları tamamen değiştireceğiz. Dışişleri bakanı açık bir şekilde sadece Hamas’ın yok olmayacağını Gazze’nin küçüleceğini söylüyor. Gazze’nin kuzeyi boşaltılsın diye ültimatom üzerine ültimatom veriyorlar; 1,1 milyon insan, Gazze’nin yarısı. Bu en azından kuzey tarafında düşünülen şey. Yani buranın altını üstüne getirecek, insansız bir bölge oluşturacak, tünel sistemini çökertecek vs. Tabii bu o kadar kolay değil.
“Hamas’ı yok etmek”! Yok ettikleri Filistinliler. 2014’te girdiler, ne yaptılar? Şicaiye tarafından girdiler, yerle bir ettiler, sonra çekildiler. İçeri girdikleri zaman kayıplar vermeye başlıyorlar. Rehineleri kurtaracağız derken daha fazla rehine veriyorlar. Filistin direnişi daha şaşırtıcı taktiklerle İsrail’i köşeye sıkıştırabiliyor. O yüzden harekât gecikiyor, siyasi ve askerî kanat arasında uzlaşmazlıklar su yüzüne çıkıyor.
Çok belli ki Gazze’yi insansızlaştırmak, sığınak delici bombalar kullanıp bir anlamda atom bombası kullanmadan Hiroşima’ya benzetmek istiyorlar. Bunu istiyorlar ama insanların tamamı gitmedi. Bunun dışında çevresel faktörler var. Üçüncü tarafların farklı yerlerden cephe açma ihtimali yüksek. Hizbullah caydırıcı bir faktör; kuzeyde İsrail’i köreltiyor. Sınırları gözetleyen gelişmiş kamera ve çanakları vuruyor. İkinci-üçüncü cephe açma riski Amerika’yı da kaygılandırıyor. Sonuçta Amerika üçüncü tarafları bundan caydırma konusunda kendine bir rol biçti; kırmızı çizgi koydu. Yani “Yeni cephelerin açılmasına izin vermeyeceğim” dedi. Cephe açılırsa buna müdahale eden bir Amerika’nın Ortadoğu’da karşılaşacağı başka cepheler olacaktır. Hibrit savaş taktikleriyle Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’a yayılan bütün bu kuşakta Amerikan üsleri, diplomatik temsilcilikleri, şirketleri ve gemilerinin hedef olma ihtimali var. Yani Amerika, Ortadoğu’da istemediği bir askerî tabloyla karşı karşıya kalabilir. Şimdi milis yapılarla baş etmek o kadar kolay değil.
Ortadoğu’da Amerika’nın istemediği bir savaş elbette onun rakiplerine yarayacaktır. Rusya’nın mesela. Çin de faydasını görecektir. Amerikalılar dikkatlerin Ukrayna’dan Ortadoğu’ya kaymış olmasından çok mutlu değiller. Biden’ın seçime giderken Yahudi lobisinin, Kongre’nin desteğine ihtiyacı var. Ukrayna’da kongrenin desteği azalıyordu, İsrail’i araya katarak Ukrayna bütçesini çıkarmayı başardı. Bence Amerikalılar siyasi, askerî, diplomatik dikkatlerinin fazla dağılmasını şu anda istemez. Pozisyon almakta zorlanıyor. Bir bakıma “İsrail’in bunun üstesinden gelip gelemeyeceğini görmek için bekleriz. Yani İsrail’in işin içinden çıkabileceği bir durumsa biz müdahale etmeyiz ama zorlanırsa müdahale ederiz” diyorlar.
BM kararlarını uygulamayan İsrail
Gazze’de insani ateşkes talep eden Rusya’nın bir tasarısı, 16 Ekim’de reddedildiBM Güvenlik Konseyi’nde. 18’inde de Brezilya’nın Gazze’ye erişimi sağlamak için “çatışmalara ara verme” çağrısı içeren tasarısı ABD tarafından veto edildi. Gerekçesi de İsrail’in meşru müdafaa hakkına değinmediği için. Bütün kurgu İsrail üzerine. Filistin’in bir güvenlik sorunu yok mu? BM’de ya da Güvenlik Konseyi’nde neden böyle bir tablo ortaya çıkıyor?
Yusuf Karadaş: Aslında BM’nin daha önce İsrail’in işgal ettiği yerlerden çekilmesine dair –ki ’93 Oslo Anlaşması’nda da yanılmıyorsam 5 yıl içinde– o anlaşmaların uygulanması konusunda bir süreç işletilmesi kararı vardı. Yani bugüne kadar BM kararlarını uygulamayan, işgali ve katliamları sürdüren bir İsrail gerçekliği var. Aslında İsrail’in güvenliği ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması olarak anlam kazanıyor. Burada mesele hukuk, insan hakları meselesi değil, bölgesel çıkarlar olarak öne çıkıyor. Gücü olanın, işine geldiği zaman “terörizmi önleme” gibi gerekçelerle BM’nin hukukunu da ihlal ederek kendi lehine müdahaleler gerçekleştirebildiği bir süreçten bahsediyoruz.
Türkiye’deki Erdoğan yönetiminin de hem Irak hem de Suriye’de BM hukukunu da çiğneyerek defalarca sınır ötesi operasyonlar yaptığı ve ciddi sivil kaybına da yol açan bu operasyonlar nedeniyle Irak ve Suriye yönetimleri tarafından defalarca BM’ye şikâyet edildiğini de biliyoruz. Ancak BM’deki büyük güçler, İsrail’in BM hukukunu çiğnemesinde nasıl bir sorun görmüyorlarsa Erdoğan yönetiminin de Kürtlere karşı operasyonları kendi bölge çıkarları için sorun yaratmadığı müddetçe bu operasyonlara da ses etmiyorlar.
Yani burada kimse bu hâliyle Filistin’in ya da Kürtlerin güvenliğini düşünmüyor. ABD ve Batılı emperyalistlerin İsrail’in güvenliği ve meşru müdafaa hakkından söz ederken Filistin halkından söz etmemeleri bir unutkanlık değil, aksine Filistin’i eşit bir taraf olarak görmeyen bir zihniyetin yansıması. Çünkü orada söz konusu olan hukuk değil, çıkarlardır ve bu çıkarlar ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları İsrail’in bu biçimde güvenliğinin, oradaki etki alanlarının korunmasını gerektiriyor. Yani ABD, bölgesel çıkarlarını İsrail’le birlikte kurgulamış ve tutumunu da bu çıkarlar belirliyor.
Ortadoğu zemininde ABD-İsrail ilişkisi
Fehim Taştekin:Önceki dönemlerde İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de işgalci olduğunu ve buraları boşaltması gerektiğini, yerleşimlerin yasa dışı olduğunu belirten BMGK kararları var. Yani o kararların bir şekilde çıkmasını önlemeyen Amerikan yönetimi şu anda ateşkesi ağzına almadığı gibi, ateşkesi önleyecek bir pozisyon takınıyor. Burada şimdi Amerika’nın çıkarı nedir gerçekten, Yusuf hocamın söylediği yere atıfta bulunursak, Amerika’nın Ortadoğu’daki yeni çıkar tasarımı normalleşmeden yana. Yani İsrail’in Araplarla normalleşmesinden yana. Şimdi İsrail Araplarla normalleşirken şu anda bunu tersine çevirecek çatışma büyüyor ve Amerika burada kendi projesini riske atan bir tutum sergiliyor. Biden geçmişte “İsrail olmasaydı Amerikan çıkarları için İsrail’i kendi elimizle yaratırdık” diye demeçler verdi. Fakat değişen dengelere bağlı olarak Amerikan çıkarlarının İsrail’in karakol ve silah olarak kullanıldığı durumdan ziyade İsrail’in Araplarla barışında olduğu değerlendirmesi öne çıktı. Bir de Amerikan kamuoyunda artan bir tepki var: Kendi ceplerinden İsrail’e her yıl 4 milyar dolar para akıtıyorlar. Ek yardımlar da var. Amerikan halkının vergilerinden para akıtmanın mantığını sorgulayanlar artıyor. Tabii bu tepki karar mekanizmalarını etkileyecek boyuta ulaşmıyor ama 10 yıl sonra ne olur, onu bilmiyorum. Amerika’yı bu kadar İsrail’in peşine takmanın mantığı sorgulanıyor.
Şu soruyu kendi kendimize hep soruyoruz: İsrail mi Amerikan siyasetini yönlendiriyor yoksa ABD İsrail’i maşa olarak mı kullanıyor? Amerika’nın politika üretmekte kullandığı birtakım stratejiler var: Önceleri petrole karşı güvenlik denklemi vardı. 1979 sonrası İran tehdidi Körfez ülkelerini Amerikan çıkarlarına göre hizalamada etkili bir araç oldu. Birkaç yıl önce Abraham Anlaşmalarını Araplara “İran Araplar ve İsrail için ortak tehdittir” algısıyla yürüttüler. Fakat bu arada İran’ı tecrit ve cezalandırma siyasetinin bölge ülkelerine faturasının ağır olacağı anlaşıldı. İran’la bölge ülkeleri arasında gerilimler sürerken Amerikan korumasının işe yaramayacağı görüldü. Suudi Arabistan ve BAE ilişkilerini çeşitlendirme yoluna giderken İran’la gerilimi düşürmenin ve normalleşmenin iyi bir çıkış olacağını gördü. Çin siyaseten de Ortadoğu dosyasına el atmaya başladı. Yeni gelişmeler Abraham Anlaşmalarının cazibesini zayıflattı. ABD, Çin ve Rusya’yı sınırlamak için Suudi Arabistan’a kur yapmaya başladı. Hindistan’dan başlayıp Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’i birbirine bağlayıp Avrupa’ya geçen ulaşım koridoru ABD’nin bölgeye yeniden dizayn verme hamlesi. Yani ekonomik barış ile Filistin meselesini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir akıl yürütmesi vardı. Şimdi Amerikan düzenini tahkim etme arayışının tam ortasında İsrail’in yok edici bir savaşına sonsuz destek sunmak ne kadar ABD’nin çıkarlarına hizmet eder? ABD’nin müttefikler arasındaki sorunları giderme çabasını sekteye uğratmaz mı? Amerikan siyaseti sanki rasyonel davranmıyor. Elbette bu irrasyonel tutumun arkasında sözünü ettiğimiz güçlü lobiler, silah şirketleri, ‘ödenmiş’ kongre üyeleri var. Kirli bir ağ var orada, siyaseti belirleyen. Mesela 11 Eylül kıyaslaması çok büyük bir etki yarattı, yani “Bu da İsrail’in 11 Eylül’üdür, ABD İsrail için uluslararası koalisyon oluşturmalı” dendiği zaman Amerikan politikasının çeşitliliği ölüyor. Buradan farklı bir itiraz kolayca yükselemiyor. İsrail’e mutlak garantör olmak ve her şeyi Tel Aviv’in vereceği kararların arkasına takmak bölgedeki emperyal çıkarlarla yüzde yüz uyuşmayabilir. Burada artık başka bir yerden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Amerika’nın 15-16 yıldır izlediği siyaset, diplomatik ve askerî enerjisini Ortadoğu’dan biraz daha öteki coğrafyalara kaydırma yönelimini içeriyor. Ortadoğu’dan çekilemezler, sonuçta Çin ve Rusya’yı karşılamaktan söz ederken Ortadoğu rekabet alanı olmaya devam ediyor. Fakat Amerikan çıkarları ikinci Irak’taki gibi yeni bir savaşı dışlıyor. Amerika’nın Afganistan ve Irak’taki savaşları ABD’nin bölgedeki düzenini erozyona uğrattı. Amerikan düşmanları sanıldığı kadar gerilemedi, İran çökertilemedi, Irak’ta Saddam rejimi gitti ama Bağdat İran’ın müttefiki hâline geldi. Afganistan’da çökerttik dedikleri Taliban’a anahtar teslimi yaptılar. Bu da müttefikler üzerindeki taahhütlerin geçerliliğinin sorgulanmasına yol açtı. Suudiler, biz Amerika’ya bel bağlayamayız deyip Rusya’yla, Çin’le çalışmaya başladılar. BAE da öyle. Körfez’in Türkiye ile normalleşmesinin arkasında biraz ilişkileri çeşitlendirme arayışı var. Amerika Ortadoğu’da alanı Rusya ve Çin’e kaybediyor. Bunun en önemli nedeni bölgeyi cehenneme çeviren müdahaleler. Amerika bütçesini de kemiren savaşlar elbette silah devlerine hizmet ediyor. Bu da Amerikan strateji açısından politik başarı sayılmaz. Evet Amerika İsrail’i kullanıyor, İsrail de onu kullanıyor ama nihai olarak büyük resimde İsrail’in Amerika’ya Ortadoğu’da getirdiği şey daha fazla sorundan başka bir şey değil.
Türkiye, az şey yapıp çok gürültü çıkarıyor!
– Arap dünyası İsrail’in saldırılarını ve Hamas’ın eylemini nasıl değerlendiriyor? Türkiye’nin bu süreçteki rolüne dair neler söylenebilir?
Yusuf Karadaş: Az önce kara harekâtıyla ilgili konuşurken böylesi bir harekatın sadece İsrail ve Filistin arasında kalmayabileceği ve bölgede egemenlik mücadelesi hâlinde olan güçlerin de dahil olabileceği bölgesel bir çatışmaya dönüşebilme olasılığından söz etmiştik.
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor; hem Türkiye’nin hem de İsrail’le normalleşme yönünde adım atmış Arap rejimlerinin ülkelerindeki halklar Filistin davasını güçlü bir biçimde destekliyor. Rejimler bu gerçeği bilerek bugün İsrail’i ve ABD’yi doğrudan karşısına almayacak biçimde tıpkı Erdoğan’ın açıklamalarında olduğu gibi lafta olsa da pratik tutuma dönüşmeyen eleştirel yaklaşımlar ortaya koymak zorunda hissediyorlar kendilerini.
Türkiye garantörlük öneriyor; biz Filistin için garantör olalım, İsrail için başka ülkeler garantör olsun gibi bir formül gündeme getirdi Erdoğan. Ancak bu garantörlük önerisi bile aslında Erdoğan iktidarının İsrail-Filistin sorununu bölgedeki pozisyonunu ve rolünü güçlendirmenin aracı olarak kullanmak istediğini ortaya koyuyor. Bu rolü oynayabilmek için de yeniden Filistin davasının hamisiymiş ya da birinci savunucusuymuş gibi bir görüntü ortaya koymaya çalışıyor. Yani ben Arap rejimlerinin de Türkiye’nin de burada asıl olarak bölgede tansiyonun düşmesi yönünde bir tutum içinde olacaklarını ama buna rağmen ABD ve İsrail’e karşı ciddi bir yaptırıma girmeyeceklerini düşünüyorum.
Fehim Taştekin: Bir kere Türkiye, Filistin konusunda çok az şey yapıp, çok gürültü çıkaran bir ülke. İsrail’le ilişkileri bozmadan yürüyorlar, ilişkiler bozuktu dediğimiz dönemde bile işler gayet tıkırındaydı. Bugün bile Aşdot Limanı’na Türkiye’den gemiler yük taşıyor vs. Yani İsrail’i zorlayacak bir Türkiye tepkisi yok. Burada ciddi anlamda tutarsızlık var. Erdoğan soykırımdan bahsediyor ama İsrail büyükelçisini çağırıp nota bile vermiyor. Herkes de bunun farkında. Türkiye arabuluculuk yapıyorum diye çok konuşuyor, bunun reklamını yapıyor, daha önce de aynısını yaptı ama bölgedeki temel arabulucu aktör Mısır. Çünkü Mısır Gazze’yle yakından ilgili bir ülke. Filistin meselesi üzerindeki vukufiyeti ve İsrail’le ilişkileri buna imkân veriyor. Türkiye Hamas’ı etkilemek ya da mesaj taşımak için bir kanal olarak kullanılabilir. Fakat Hamas’la mesajlaşma Katar üzerinden yürütülüyor. Şu anda Türkiye Hamas’tan çok İran hattına mesaj taşıyor sanki. Türkiye’ye biraz yük olmaya başlayınca Hamas’ı Katar’a bıraktılar. Türkiye’nin yapabilecekleri sınırlı. En sonunda eğer taraflar bir ateşkes noktasına gelirlerse Mısır arabulucu olarak devreye girer. Benim tahminim o yönde. Rehine pazarlığında da Katar ve Mısır öne çıkıyor. Türkiye yeniden inşa ve insani yardım operasyonlarında katkı sunabilir. Diplomasi alanında İslam Konferansı Teşkilatı’nı harekete geçirebilir, BM’de girişimlerde bulunabilir ama bunların hiçbiri özünde Filistin sorununda yeni bir açılımı mümkün kılamıyor.
Filistin sorununun parametreleri Türkiye’ye çok az bir alan bırakıyor işin doğrusu. Mısır’daki zirveden ateşkes çağrısı bile çıkmadı. Ortak açıklama bile yapılamadı. Mısır yeni bir sürgün coğrafyası olmak istemiyor, bunu kendisi açısından tehlikeli buluyor. Sisi dedi ki, “Biz Filistinlileri kabul edersek bu sefer İsrail’e saldırılar Mısır topraklarından yapılacaktır ve bunu kabul edemeyiz.” ‘70’te Ürdün’de bu oldu. Kara Cuma olayları, FKÖ’nün Ürdün’den sürülmesine neden oldu. Lübnan iç savaşı Filistin-İsrail çatışmasının yansımaları yüzünden patlak verdi. Bugün hâlâ Lübnan’ın içinde temel bazı açmazlar İsrail’in işgalleri ve mültecilerin oluşturduğu anormalliklerle bağlantılı. Mısır buna bakınca diyor ki, “Ben İsrail’le barış yaptım ve tekrar bu sorunun parçası olamam.” Bir de Gazze’deki ana aktör Hamas, Müslüman Kardeşler’in uzantısı, Mısır Müslüman Kardeşler’i iktidardan devirdikten sonra bu yapıyla bağlantılı silahlı milis grubu kendi içine alamaz. Sisi bunu böyle görüyor.
En önemli şey ateşkes için baskı devşirmek. Çünkü ateşkesi ağzına alan teröre ortaklıkla ve Hamas destekçisi olmakla suçlanıyor. Bu İsrail’in kendini savunma hakkının inkârı olarak görülüyor. O yüzden kimse sesini çıkaramıyor. İsrail’de şöyle bir şey var; bu bizim varlık yokluk savaşımızdır, bütün dünyayı karşımıza alsak bile, çok da umurumuzda olmaz. Çünkü arkada Amerika var, İngiltere var, Almanya var, Fransa’yı da ekleyelim bunlara. ABD ve AB’nin desteği İsrail için yaşamsal. Başta ABD olmak üzere Batı pozisyonunu değiştirmedikçe İsrail’i zora sokacak başka bir şey çıkmıyor. Filistinliler açısından geriye bir şey kalıyor; Hizbullah 2006’da nasıl İsrail’i yenilgiye uğratıp çekilmeye zorladıysa caydırıcı bir çizgi çizmeye çalışmak. Konuştuğum Filistinliler diyor ki, “Aslında kara harekâtının başlamasını istiyoruz, o zaman durumu değiştirebiliriz.” Bu büyük bir iddia. Ama beri taraftan İsrail işgal etmeden de yukarıdan binlerce tonluk bomba bıraktı. Sahanın zorlamasıyla İsrail ateşkese yakın bir yere gelebilir.
Erdoğan’ın cesareti Amerika’nın izin verdiği kadardır
– Erdoğan, “İsrail yönetimi örgüt gibi davranmaktadır, soykırıma varan operasyonları derhâl durdurma çağrımı yeniliyorum.” dedi. Mesela Ukrayna’da Rusya’yı karşısına alarak İHA’lar, SİHA’lar gönderdi. Suriye’de, Irak’ta bunları bolca kullanıyor da Filistin olunca operasyonel bir destek söz konusu olmuyor, özel durum nedir burada?
Fehim Taştekin: Erdoğan’ın cesareti Amerika’nın izin verdiği kadardır. Bunun dışında her şey laftan ibaret. Suriye’de bütün yapıp ettikleri Amerika izin verdiği çerçevede gerçekleşti. Kafkasya’da Amerika’nın göz yumması çerçevesinde hareket edebildi. Ukrayna’da da yine Amerikan ortaklığı söz konusu. Eğer başka bir tablo oluşsaydı, sanırım Erdoğan’ı biraz daha dengeli politikalar yürütüyor olarak görecektik. Erdoğan, İsrail’i gözetiyor bir şekilde, öteden beri İsrail’le ilişkilere önem veriyor. Yahudi lobisine çok para harcadılar, hâlâ onlara umut bağlıyorlar. Amerikan kanadıyla bozuşmayı Erdoğan göze alamıyor. Ne kadar bağırırsa bağırsın, iktidara nasıl geldiğini biliyor. Ve geldiği yeri bildiği için de gideceği yerin o taraf olmasından korkuyor. O yüzden Amerika’dan emin olmak Erdoğan’ın en önemli önceliği. İsrail’e çakarken arkada iş çevirerek kopuşu engelledi. Erdoğan’ın yapabildiği daha çok laf üretmek, eylem olmadığı için İsrailliler de çok umursamıyor. Erdoğan’ın söylemediği ama dikkate aldığı çok denge var. Bazı çelişkileri iyi kullanıyor ama nerede duracağını da iyi biliyor. Amerika’ya yükleniyor fakat dönüp arkadan “Biz Amerika’nın en iyi ortağıyız, önceliklerimiz yüzde 90 örtüşüyor diyor. Kürtler konusunda ayrışıyor. Ukrayna’da da öyle. Bir tarafta Rusya ile iyi ilişkiler geliştiriyor diğer taraftan Ukrayna’ya silah veriyor. İki tarafa da verebileceği şeyler var.
-Yusuf Hocam, aynı soruyu Rojava-Irak bağlamında daraltarak size sormak isterim.
Yusuf Karadaş: Erdoğan iktidarının “Oneminute” dönemlerinde olduğu gibi, lafta çok sert açıklamalar yaptığında bile İsrail’le bütün anlaşmalar, özellikle ticari ilişkiler artarak devam etti. Ve İsrail bu açıklamaları çıkarlarına zarar veren tutumlara dönüşmediği için de büyük bir sorun olarak görmüyordu.
ABD için de öyle. İlişkilerin gergin olduğu dönemlerde bile ABD, Erdoğan’ın yaptığı “Eyy ABD!” çıkışlarına değil, kendi bölgesel çıkarları ve NATO için aldığı tutumlara bakıyordu. Trump’ın Erdoğan’ı Türkiye’nin ekonomisini çökertmekle tehdit edip “Aptal olma!” diye uyardığı mektup aslında ABD emperyalizminin tutumunu diplomatik bir dile gerek bırakmadan açıkça ortaya koyuyordu.
Şunu da söylemek gerekiyor: Ukrayna savaşının da daha açık bir biçimde görünür kıldığı gibi bir tarafında ABD ve NATO’nun ve öbür tarafında Rusya ve Çin’in yer aldığı bir emperyalist paylaşım mücadelesi var ve bu mücadelenin giderek sertleşebileceği bir sürece doğru gidiliyor. Elbette Türkiye gibi önemli bir bölgesel gücün lideri olan Erdoğan, temsil ettiği burjuva güçlerin de çıkarları temelinde bölgede Ortadoğu’dan Kafkasya’ya, Doğu Akdeniz’den Balkanlar ve Karadeniz’e kadar devam eden paylaşım mücadelesinden pay kapmak için emperyalistler arasındaki çelişkileri kullanarak kendine hareket alanı yaratacak bir politika izlemeye çalışıyor. MİT’in “Aktif dış politika” stratejisi ya da zamanında “Stratejik derinlik” olarak tanımlanan yeni Osmanlıcı arayışlar da bu politikadan bağımsız düşünülemez. Azerbaycan ile “kardeşliğimiz” ya da Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile “dostluğumuz” Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde sürdürülen yayılmacı politikadan bağımsız değil.
Rojava’ya ve Irak Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonların da bu politika içinde özel bir anlamı ve önemi bulunuyor. Çünkü bu operasyonlar öncelikle Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin geleceğinin belirlenmesi sürecinde pozisyon almasını sağlayan ve “güvenlik” gerekçesinin arkasına saklanmış yayılmacı emellerle gerçekleştirilen ilhaklara alan açıyor. Bununla iç içe geçmiş olarak bu müdahaleler iç politikada Kürt siyaseti ve demokrasi güçlerine karşı baskı politikasının dayanağı ve ayrıca burjuva muhalefeti de etkisizleştirmenin aracı olarak kullanılıyor.
Ama emperyalistler arasındaki çelişkileri kullanmanın sınırları konusunda Fehim hocaya da katılıyorum. Erdoğan bu çelişkileri kendi iktidarı ve temsil ettiği güçler için kullanmaya çalışsa da NATO üyesi bir ülkenin lideri olarak hiçbir zaman ABD ve Batı ile doğrudan karşı karşıya gelecek bir pozisyon da almadı. Çin ve Rusya ile siyasi ve ekonomik ilişkileri, Rusya ile sahadaki askerî işbirliği böylesi bir denge ve denklem içerisinde devam ediyor. Son NATO zirvesinde Biden ile yaptığı görüşmeden sonra ABD ile yeni bir sayfa açma isteğini ortaya koyması, bugünkü koşullarda bunun ne kadar mümkün olduğundan bağımsız olarak AB üyeliğini yeniden gündeme getirmesi, iktidarının asıl yöneliminin hangi yönde olduğunun anlaşılması bakımından önemlidir diye düşünüyorum.
Filistinliler ve Kürtlerin kader birliği
– Hakan Fidan’ın bir açıklaması vardı: “Ankara saldırısından sonra, Irak ve Suriye’de YPG, PKK’ye ait olan bütün altyapı, üstyapı, enerji tesisleri bundan sonra güvenlik güçlerinin, silahlı kuvvetlerinin, istihbarat unsurlarının topyekûn meşru hedefidir.” Taksim’deki bombalı eylemden sonra da aynı durum ortaya çıkmıştı. Filistin için bugünkü tablo şu: Hastane bombalanmasından sonra Cumhurbaşkanı üç günlük yas ilan etti. Filistin meselesinde Meclis’te topyekûn bir aradalık var, keza sokakta yetersiz de olsa hem İslami hem de demokratik çevrelerin protestoları oluyor. Aynı şey Rojava’ya yönelik olduğu zaman bir dayanışmayı, protestoyu dahi görmek mümkün olmuyor. Yani hükümet, devlet kanadında anlaşılır bir durum ama sokakta da tepki olmuyor. Bu tezatlık nasıl açıklanabilir?
Yusuf Karadaş:Tezatın arka planında şovenizm var, milliyetçi yaklaşımlar var. Ümmetçi bir anlayışla Filistin davasını sahipleniyor gözüken, oradaki mazlumların yanında olduklarını söyleyen İslamcı muhafazakâr çevreler Kürt sorununa gelince devletin şoven gözlüklerini takıyor ve bu soruna şovenizm ve milliyetçilik penceresinden bakıyor. Allah’ın bütün dilleri ve ırkları eşit yarattığını söylüyorlar ama Kürtlerin kendi dillerinde eğitim görmesini bir tehdit olarak görüyorlar.
Burada Kürtlerin ulusal taleplerini dillendirirken bu talepleri ümmetçiliğe bağlayan ve Kürtlerin Hamas’ı yapılmak istenen HÜDA PAR’a ayrı bir parantez açılabilir. 1990’lı yıllarda demokratik-seküler Kürt hareketini ezmek ve devrimci Kürt aydınlarını katletmek için kullanılan Hizbullah’ın devamcısı olan HÜDA PAR, Erdoğan iktidarı tarafından açıktan destekleniyor.Son seçimlerde iktidar partisi AKP ile yaptığı ittifakın sonucu olarak üç milletvekilini Meclis’e göndermişti. “Âlimler Buluşması” adı altında düzenlediği etkinliklerde en büyük tehdidi Kürt toplumunun sekülerleşmesi olarak açıklayan HÜDA PAR, Kürt halkının demokratik-seküler birikimini zayıflatmak için iktidar desteğinde medreseler kuruyor ve Taliban’ın Afganistan’da yaptığına benzer bir biçimde Kürt çocuklarını radikal İslamcı bir çizgide eğitmeye çalışıyor.
Burada özellikle dar-milliyetçi Kürt çevrelerinin de “Filistin’i savunmak çıkarlarımıza hizmet etmez. Biz sadece yapacağımız pazarlıklarda elimizi güçlendirmeye ve kendi çıkarlarımıza bakalım” yaklaşımının, HÜDA PAR gibi gerici güçlerin Filistin sorununu istismar etmenin yanı sıra demokratik Kürt hareketine de saldırması için alan açtığına da işaret etmek gerekiyor.
Erdoğan iktidarının politikasına gelince…
Başta da söylemiştim; Erdoğan, Gazze’nin elektrik ve suyunun kesilmesi, gıda ambargosu uygulanması karşısında “Nerede insan hakları?” diye soruyor. Ancak Suriye Kürtleri, bakın dağdaki herhangi bir militandan bahsetmiyoruz, yüzbinlerce insanın yaşadığı şehirlerden ve burada yaşayan insanların en temel ihtiyaçlarından söz ediyoruz. Ne diyor Dışişleri Bakanı Fidan? “Bütün altyapı ve üstyapı tesisleri hedefimizdir.” Sadece Suriye’de değil, Irak Kürdistan’ında da Duhok, Amediye gibi yerleşim yerleri de bombalanıyor. Güvenlik adı altında başka ülke topraklarında üs kurma ve işgal politikası sadece Suriye ile sınırlı değil, orada da aynı politika sürdürülüyor. Ancak orada özellikle KDP’nin, Barzani yönetiminin de buna olur verdiği, göz yumduğu bir tablo var. Çünkü onlar da PKK’nin bölgedeki varlığını kendileri için bir tehdit olarak görüyorlar ve Kürtlerin yegâne temsilcisi olabilmek ve Erdoğan iktidarıyla kurdukları ekonomik ve siyasi ilişkilerin sorunsuz devam etmesi bakımından da bu politikayı gerekli görüyorlar.
Bugün İsrail’in “Hamas’ı temizlemek” gerekçesiyle Gazze’ye yönelik olası kara operasyonu ve işgalinin Filistin halkı için yaratacağı yıkımı konuşuyoruz. Ancak benzer operasyonları Erdoğan yönetimi Afrin başta olmak üzere Suriye’de Kürtlerin kendi yönetimlerini kurdukları kentlere karşı yapmış ve bu operasyonlarda kullanılan cihatçı çetelerin yağma ve işgali nedeniyle on binlerce Kürt topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Şimdi belki Gazze’nin özel konumundan dolayı kapsamı farklı değerlendirilebilir ama pratik olarak aynı politikalardan beslenen ve esasta birbirinden farklı olmayan iki tutum bulunuyor karşımızda.
Dolayısıyla İsrail ne yapıyorsa Filistin’e karşı, benzerini Kürtlere karşı yapan bir Erdoğan yönetimi gerçekliği var burada. Aynı şeyi oraya uygulamaya çalışıyor. İsrail’in Filistinlilerin temel yaşam ihtiyaçlarına karşı yaptığı saldırganlığı Rojava’da yapıyor ve bunu açıktan ilan ediyor. İHA’larla, SİHA’larla uzun zamandır sadece askerî hedefler değil siviller de hedef alınıyor, bir çok sivil hayatını kaybediyor ve kimse buna ses etmiyor. Her ne kadar Suriye ve Irak yönetimleri Türkiye’yi BM’ye şikâyet etseler de buna karşı herhangi bir tepki söz konusu değil. Nasıl İsrail’in saldırılarına göz yumma durumu varsa, burada da var. Az önce Fehim hocam söyledi, ABD’nin orada çok ciddi bir göz yumması var, yani Kürtlerle işbirliğini sadece askerî anlamda ihtiyaç duyduğu kadar kuran bir ABD gerçekliği var ama oradaki Kürtlerin kurdukları özerk yönetimi, yani siyasi yapıyı tanımıyor. Onları siyaseten tanıma, dolayısıyla siyasi geleceklerini güvenceye alma noktasında bir adım atmıyorlar. Sadece biz IŞİD’e karşı askerî işbirliği yapıyoruz diyor, IŞİD’e karşı askerî işbirliği dediği de aslında Suriye’de rakibi Rusya’nın elini güçlendirebilecek bir siyasi çözümü engellemek. Kürtlerle yaptığı işbirliğini orada bir çözümü engelleme üzerine kurgulamış bir ABD gerçekliği var. Bu işin başka bir boyutu, daha derinlikli tartışılması gerekiyor, Erdoğan iktidarı Filistin’de itiraz ettiği ne varsa, Rojava’da Kürtlere karşı kendisi uzun zamandır yapmaya çalışıyor. Tampon bölge kurma, yani İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyini boşaltma siyasetiyle Rojava’da tampon bölge oluşturma arayışı arasında bir fark yok aslında. Aynı zihniyetin ürünü. Kürt sorununu eşit haklar temelinde çözmeye yanaşmayan, sorunun çözümünü savaş ve şiddet politikalarında gören bu rejim de İsrail’in Filistin’e yaptığını aynı şekilde Kürtlere reva görüyor.
Zaman zaman bölgedeki emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin istismarcı politikaları nedeniyle Kürt ve Filistin halkları arasındaki dayanışma ve ortak mücadele duygusunu zayıflatan tutumlar ortaya çıksa da aslında sorunlarının ortaya çıkışı ve çözüm yolu bakımından bu iki halk arasında bir kader birliği bulunuyor.
Kürtler, bu coğrafyanın Filistinlileri!
-Yani şu an Filistin’de bir insanlık suçu işleniyor, yetersiz de olsa dünya kamuoyunda, Türkiye kamuoyunda bir tepki de var ama Rojava söz konusu olduğu zaman protesto dahi edemiyorsunuz, açıklama yapsanız o bile suç oluyor.Bir de Filistin konusunda YÖK bir açıklama yaptı, bütün üniversitelerin de altına imza attığı bir bildiri var. Filistin’deki bu çatışmayı kınıyorlar. Aynı YÖK, “bu suça ortak olmayacağız” diyen 2016’daki Barış Akademisyenlerini ihraç etti, 800’den fazlası hâkim karşısına çıktı, cezalandırılanlar oldu. Şunu söylemeye çalışıyorum: Aynı akademi dünyası, aynı YÖK, aynı bilim insanları ve iki farklı tutum. İlkinde de bu suça ortak olmayacağız, çatışmalar dursun deniyordu. Aynı nitelikteki iki sürece dair tezat tutum…
Fehim Taştekin: Evet, Yusuf hocanın değindiği noktalara katılıyorum. Fakat Rojava ve Filistin’deki sonuçlar arasında özdeşleştirme yapılırken Kürtlerin İsrail-Filistin çatışmasındaki denklemindeki tutumunda sapmalar oluyor. Bir taraf İsrail ile Kürtlerin kaderini bir tutuyor. Filistin’den yana durmuş kesimler ise “Türkiye de aynısını yapıyor” ve “Hamas da IŞİD’den farksız, biz tarafsızız” diyerek İsrail’e destek çıkan söylemlerin önünü açıyor. Bir değerlendirme hatasının ötesinde başka bir savrulma olduğunu görüyoruz. Bunun ötesine geçersek elbette Türkiye, İsrail gibi ortakları nezdinde koruma gören bir ülke. Türkiye’nin NATO’da arz ettiği değer Erdoğan’a yönelik eleştirilere rağmen günün sonunda galebe çalıyor. Söz gelimi Türkiye, Yunanistan ya da Kıbrıs’la çıkar çatışması içine girdiğinde çok acıtmayan bazı yaptırımlarla dost fiskesi geliyor. Ama bunun ötesinde Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta yapıp ettikleri önemli ölçüde görmezden geliniyor. Bir kere Türkiye’nin Suriye’deki askerî varlığı temelde Amerika tarafından Suriye-Rusya-İran ortaklığını zayıflatmak açısından faydalı görülüyor. Sadece Kürtler konusunda farklılaşma var. ABD Türkiye ile stratejik ortaklığı örselememek için Kürtlere karşı operasyonun önünde durmadı. Afrin’egirilmesine hiçbir şekilde ses çıkarmadı. Fırat’ın batısına karışamayız, siz de IŞİD’e odaklanın ve sakın ha Fırat’ın doğusundaki silahları Afrin cephesine götürmeyin denildi. Kürtlerin ABD’den aldıkları silahları Türkiye’ye karşı kullanamayacağı yönünde sıkı koşullar var. Koalisyonun desteği Fırat’ın doğusunda da mutlak bir bariyer olmadı. Barış Pınarı Harekâtı bunun örneği. Fırat’ın doğusuna yönelik operasyonlarda Amerika sadece belli bir noktadan sonra sınır çizmek zorunda kaldı. Bu da kamuoyu, kongre ve medyada oluşan baskı yüzünden, yoksa umurlarında değildi. Türkiye burada ciddi anlamda baskı altında değil, işgal olmadan SİHA ve F16’larla bombalıyor,obüslerle vuruyor ya da Suriyeli milisler üzerinden savaş yürütüyor. Fransa dahil Avrupalı aktörler Türkiye ile iyi ekonomik ilişkileri her şeyin üstünde tutuyor. Erdoğan’la Macron’un kavga ettiği dönemlerde ekonomik ilişkiler bakıyorsunuz sıra dışı atılımlar yapıyor. Perde arkasında ne oluyor diye baktığımızda gördüğümüz şey şu: Erdoğan gürültü çıkarsa da NATO kanadında günün sonunda istenilen noktaya geliyor. “Erdoğan’ı idare etmenin yollarını öğrenmeniz gerekiyor” diyorlardı ve öğrendiler. Erdoğan son seçimleri kazanınca da rahatladılar. Kürtler konusundaki çelişki Avrupa açısından kullanışlı bir çelişki. Türkiye’nin politikalarını etkilemek için araçsallaştırdıkları bir kart. Türkiye ile ilişkiler çok iyi olduğunda bir bakıyorsunuz Almanya’da, Fransa’da Kürtler Türkiye’nin istediği şekilde gözaltı operasyonlarına maruz kalıyor. Hani biz dosttuk, IŞİD’e karşı ortaktık, bize değer veriyordunuz, bizim getirdiğimiz modeli ilham verici buluyordunuz! Hayır, birdenbire bir kenara atılıyorlar. Mesela YPG’nin Avrupa’da ofisleri vardı. Hepsini kapattırdılar. Türkiye’nin onlar açısından arz ettiği çıkarlar ve stratejik değer, buna emlak değeri diyoruz, Avrupa’nın tercihlerini belirliyor. Ve kuşkusuz Türkiye’de İslamcılar, milliyetçiler ve sağcıların dışarıda gösterdiği duyarlılık, ülke içinde mağduriyetler ve zulümler söz konusu olduğunda köreliyor. Devletin mağdur ettiği herkesin suçlu olduğu siyasal bir kültür hâkim. Filistin için ağlayarak kirli ellerini yıkayabilirler. Herkes Filistin konusunda aslan, herkes birer mücahit. Ama Filistinlilere hiçbir faydası olmayan bir görüntü. Diyanet İşleri Başkanı kılıçla hutbe veriyor, bir görüntü sunuyor. Peki, bu görüntünün gerektirdiği şey nedir? Filistin meselesinde askerî bir pozisyonunuz mu var? Caydırıcı olabilecek bir pozisyona mı sahipsiniz? Bu kılıç sadece müminlerin gözlerini yaşartmak için. Milleti ahmak yerine koymak için. Başka bir şey için değil. Evet Filistin Türkiye’de kullanım değeri yüksek bir mesele. Pek çok açıdan bağlamları farklı olsa da ve kıyaslama ya da özdeşleştirmede hatalar yapılsa da özünde devletin Kürt politikası Kürtleri bu coğrafyanın Filistinlileri hâline getiriyor.
Savaşın genişlemesi durumunda Kürtler?
-İsrail’in dayattığı ve ısrar ettiği savaşın genişlemesi durumu bölge Kürtlerini nasıl etkiler?
Fehim Taştekin: Savaşın genişlemesi ABD’nin bölgedeki varlığını etkileyecek bazı sonuçlar doğurabilir. ABD, savaşı Gazze’de sınırlamak için bütün ağırlığını kullanıyor. Lübnan ya da Suriye’den cephe açılması hâlinde ABD’nin müdahale etmesi birleşik cepheler senaryosunu tetikleyebilir. ABD, Irak’ın merkezî bölgelerinde çok fazla güvende değil, bu yüzden Kürdistan’daki üssü biraz daha büyütme eğilimi taşıyordu. Kürdistan’ı sağlam tutmak için partiler arası sorunların aşılmasında ağırlığını kullandı. Hem İran hem Irak’taki hâkim siyasi güçler hem de Türkiye, ABD’nin Kürdistan’a ağırlık veren yöneliminden rahatsız. Bir tür hesaplaşma patlak verirse Kürdistan’a karşı da ortak cepheler oluşturabilirler.
En önemlisi Suriye’de de Amerikan üsleri hedef hâline gelebilir. Çatışmaların kontrolden çıkması ABD’yi ya bölgeye daha fazla asker yığmaya itecek ya da belli yerlerden çekilmek zorunda bırakacak. Suriye’deki askerî varlığını bitirmesi hâlinde Türkiye’nin Rojava’ya kara harekâtı başlatma ihtimali artar. Tabii ABD, İsrail’e karşı fazla ses çıkarmasın diye Türkiye’yi susturacak tavizler de verebilir. Bu tavizin kendini göstereceği yer yine Suriye.
İşler bu noktaya gitmeyebilir de. Beri taraftan ABD’nin Kürtlerle ilgili planları tam netleşmedi. Zamana ve koşullara bırakılmış yürüyen bir dosyayı andırıyor. Irak Kürdistanı ile ortaklık Kürdistan’ın bağımsızlığına desteğe dönüşmedi. Suriye’de Kürtlerle ortaklık da siyasi boyut kazanmadı. Çatışmaların seyri ABD’nin bölgede kalma kararlılığını arttırırsa yeni değerlendirmeler yapabilirler. Yani bölgede genel olarak Arap tutumu ABD için artık güven vermiyorsa Kürtlerle daha fazla ‘ortaklık’ alanı açabilir. En nihayetinde şunu görmek lazım; ABD’nin Türkiye gibi aktörlerle çıkarları çok büyük, bunları kolay kolay gözden çıkaramazlar.
Yusuf Karadaş: En başındaFilistin ve Kürt sorunlarınındiğer bölgesel gelişmelerle iç içe geçmiş sorunlar olduğuna değinmiştik. Dolayısıyla İsrail’in Gazze’ye olası kara harekâtının bölgesel çatışmaları tetikleyecek bir seyir izlemesi, Suriye başta, Kürt sorununun çözüm beklediği ve Kürtlerin mücadelesinin sürdüğü bölgeleri de etkileyecektir.
Mesela bugün Gazze’ye kara harekâtına karşı çıkıyor gözükse de Erdoğan iktidarının aklında İsrail’in bu yönde atacağı adımı Rojava’ya kara operasyonu yapmanın fırsatına dönüştürmek vardır. Bunu Erdoğan’ın “Amerika’nın üslerinin Suriye’de ne işi var?” sorusunu sormasından da anlıyoruz. Oysa ABD emperyalizminin Türkiye başta Ortadoğu’daki bütün işbirlikçi rejimlerde onlarca üssü varken Erdoğan’ın sadece Suriye’deki üslere karşı çıkmasının nedeninin emperyalizm karşıtlığı olmadığı açıktır. Çünkü Erdoğan iktidarının itirazı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığına değil, sadece bu varlığın bugün Suriye’de Kürtlere yönelik saldırı planları için engel teşkil etmesinden kaynaklanıyor.
Toparlamak gerekirse, bugün emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin bunca saldırı ve kuşatmasına rağmen Filistin ve Kürt sorunundan söz edebiliyorsak ve bu sorunlar hâlâ bölge ve dünyanın gündeminde yer buluyorsa bunun nedeni Filistin ve Kürt halkının kendi talepleri etrafında sürdürdüğü kararlı mücadeleden başka bir şey değildir.
Bu nedenle emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge gericiliklerinin bu sorunları çözümsüzlüğe sürükleyip istismar etme politikalarına karşı alınması gereken tutum, Filistin ve Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkını savunup onların mücadelelerini desteklemek olmalıdır. Çünkü sadece Filistin ve Kürt sorunlarının çözümü değil; emperyalistlerin bölgedeki varlığına son vermenin, işbirlikçi gericiliklere karşı demokratik-barışçıl bir gelecek inşa edebilmenin de yolu bu mücadele ve dayanışmayı büyütmekten geçiyor.