SOSYALİSTLER NEDEN ATATÜRKÇÜ OLDU?

KEMAL İNAL

Bilhassa 1980 darbesi sonrasında, ağırlıkla reel sosyalizmin 1989’daki çöküşünün ardından Türkiyeli epey bir sosyalist, ilk grup olarak ya açıktan Atatürkçü olmayı tercih etti (siyasal dönüşüm) ya da (ikinci grup olarak) ona yakın bir terminolojiyi (cumhuriyet, laiklik, parlamenter sistem vb.) “demokratik sosyalizm” yolunda politik bir “alt-hedef” haline getirip yenilenme adı altında bir dönüşüm (ideolojik yenilenme) geçirdi. İkinci grup, sosyalizm ile Atatürkçülük/Liberalizm arası orta bir noktada kalıp daha ziyade şehirli laik orta sınıfların yaşam tarzı üzerinden savundukları Batılı liberal değerlerin bir burjuva hukuku ve kültürü içinde halkın özgürlük, eşitlik ve adalet arayışına çare olacağını düşünerek “sınıf mücadelesi”nden tümüyle vazgeçti; onun yerine “ulusal mücadele”yi geçirdi. İlk grup ise, Mustafa Kemal’i yeni, tartışmasız ve en büyük lider olarak kabul edip bir tür duygusal savunuyla Atatürkçülüğe yönelerek ulusalcı/milliyetçi bir politik kimlik ve hat geliştirdi. Bu gruba göre Lenin’in Sovyetleri çöktü ama Atatürk’ün Türkiye’si hala ayakta; o zaman ayakta kalandan yana olunmalı. Sosyalistlerin resmî ideoloji olan Atatürkçülüğü benimsemelerinin birkaç nedeni var.

***

1) Sosyalistler, reel sosyalizmin çöküşü sonucu moral-motivasyon kaybına uğrayıp Türkiye için “gelecekte” bir gelecek aramak (sosyalist devrimin geleceğe dair bir ihtimal, imkan veya veri olması-açık uçlu ve belirsiz bir durum) yerine “geçmişteki” bir tarihi (Cumhuriyet Türkiyesi’nin kazanımları) savunmanın daha pratik, kolay ve akılcı olduğunu düşündüler; böylece güçsüz “işçi sınıfı”yla birlikte olmaktan ziyade çok güçlü “şehirli laik orta sınıflar”la (küçük burjuvaziyle, yoksul ama laiklerle) birlikte hareket ettiler ki bu aslında bir bakıma yüzünü “ezilen proletarya”dan sistemin nimetlerinden yararlanan “orta sınıf”lara çevirmek bağlamında bir “sınıf atlama”yı içerir. Yani, geçmişte kendisi de proleter, fakir veya yoksul orta sınıf mensubu olan sosyalist, şimdi Atatürkçü olmaya karar verirken bu ideolojinin ona ülkede yeni imkan, gelişme ve umut sağlayacağını düşündü. Böylece Atatürk ve ideolojisinin “muasır”, “Batılı” ve “laik” bir ülke kurduğunu düşünüp onun başarılı olduğuna kanaat getirerek “muhaliflik” yerine “resmiyet”e doğru yöneldi. O zaman da resmiyet içinde bir tür ılımlı muhaliflik, militanlıktan yurttaşlığa doğru bir geçişi içerdi. Bunun böyle olmasında resmi ideolojinin simgeleri (Atatürk, Anıtkabir, İstiklal Marşı, Türk bayrağı, laiklik vb.), bir korunma, içerme ve esneklik sağladığı için “yorgun” sosyalist ideallerden “zinde” devletleştirilmiş ideal ve pratiklere geçiş kolay oldu.

***

2) Atatürkçülüğün, resmî ideoloji, devlet sistemi ve meşrulaştırıcı araç olmasının sistem içinde yarattığı imkanların epey bir rolü var fikir değiştirmede; yanı sıra, sunduğu tartışmasız konfor, tehlikesiz yaşam ve sorun çözücü nitelikleri, pek çok sorunun (yoksulluk, hapishane, işkence, işsiz kalma, sürgün olma vb.) içinden çıkıp gelen sosyalist için bir rahatlama oldu, nefes almayı sağladı ve en çok da popüler/güçlü olanın yaydığı enerjiyle kaim olmanın sağladığı esneklik, ideoloji değiştirmede belirleyici oldu. Yorucu, sonuçsuz ve tehlikeli sosyalizm yolculuğu, sosyalisti bir noktadan sonra sistem içi çözümlere itti. Bunun böyle olmasında, artık çoluk çocuğa karışmış, dünyalıklarını biriktirmiş, toplumda bir statü kazanmış ama fiziken de güçten düşmüş biri için, riskten arınmış, “toplumla barışık” ve orta halli bir hayat tarzı arayışının etkisi epey yüksek. Geçmişte ODTÜ, SBF gibi elit okullarda okuyan veya 1980 öncesi kenar mahallede tahsil gören nice yetenekli, akıllı ve bilgili devrimci gencin bir noktadan sonra sistem dışı arayışlardan statükoyu savunucu pozisyonlara geçmesinin asıl nedeni, elindeki formasyon, bilgi ve beceriyi daha “akıllıca”, “pragmatik” ve “ekonomik” biçimlerde değerlendirme hedefi yatar. Devrimcilikten bankacılığa, sosyalistlikten işadamlığına, radikallikten girişimciliğe geçildiğinde Atatürkçülük artık, bütün bunlarla çelişmeyen, hatta kapitalist değerleri destekleyen yapısıyla sosyalistimizi tutarsız, çelişkili ve paradoksal olmaktan kurtarır. Sosyalist için bu, aynı muhit içinde sokak veya ev değiştirmek gibidir; yabancı bir şey değil. Zaten mesele de artık kapitalizm değil, dindir.

***

3) Reel politik harita içinde muhafazakarlık, en baskıcı ve geri formları içinde güçlenip devleti ele geçirdikten sonra burjuva kültür, değer ve kurumlara saldırırsa, sosyalist açısından ne olur veya oldu? Askeri darbe, piyasanın güçlenmesi, liberal haklar teorisi, küreselleşme ve AKP, bütün bunlar, sosyalisti bir zamanlar başarılmış, az çok sol değerlere yakın, kamusal felsefeye uygun ve halkçılıkla barışık bir yeni ideoloji aramaya iter veya itti. Öyle bir ideoloji olmalıydı ki en “ilerici” burjuva değerleri (mesela kadın hakları, fırsat eşitliği, medeni hukuk, laik eğitim, bilimin üstünlüğü, parlamentarizm vb.) içersin ve bütün bunlar da “bir tür solculuk” içinde ifade edilebilsin. Bu “bir tür solculuk” elbette milliyetçi sembollerle çelişmesin, resmi anlatıyla uzlaşsın, verili olan her “iyi, doğru ve güzel” şeyi savunsun(du). Kızıl bayraktan al renkli Türk bayrağına geçiş, bir bakıma yerellik savunusu, tarihine sahip çıkma ve halkına yakın olmakla savunuldu. Nasıl Fransız sosyalistleri Fransız Devrimcilerini sahipleniyorlarsa, Türkiyeli sosyalistler de Türk Reformcuları sahiplenmeliydi. Aslında burada kritik nokta, ne politika ne de ekonomidir; aksine kültürdür. Atatürkçülük bir tür kültürel deneyim, kimlik ve iddia olarak şehirli laik sınıfları “yaşam tarzı” üzerinden yakalar. Giyim, içki, flört, karma eğitim gibi özgürlükle ilişkilendirilen hemen her konu, politikleştirilip bir tür ulusal beka kertesine yükseltilir ve böylece ulusalcı/milliyetçi devrimcilik kültürle sınırlandırılmış olur. Mesele, burjuva devriminin kazanımlarıysa, bunlar zaten öncelikle insan kültürüyle ilgilidir. O yüzden üstyapı kurumları (siyaset, eğitim, hukuk, sanat, ahlak vb.) öne çıkar. Kapitalizmin alt yapısıyla baş edemeyip yenilen sosyalist, sistem içinde bir tür meşruiyet sağlayan Batılı üstyapı kurumları korumayı daha kolay, akılcı ve verimli bulur: (Gerici) altyapıyı dönüştüremedik bari (ilerici) üstyapıyı koruyalım. Biliyorum, bu alabildiğine çelişkili bir durum ama zaten sistem içi bir arayıştan bahsediyoruz. Slogan şu: Devrim hayali bitti, evrim gerçekliği devam ediyor.

***

4) Sosyalisti Atatürkçü kılan bir başka neden de din ve ırkçı milliyetçilik. Atatürkçülüğün akılcılığa, bilime ve evrime vurgusu, milliyetçiliği ırk değil de yurttaşlık üzerinden tanımlaması, sosyaliste göre, ileri bir pozisyondur. İki geleneksel düşmana/rakibe karşı Atatürkçülüğün bir açılım içermesi, seçenek oluşturması ve çözüm bulması, sosyalist için yeni bir mevzi kazanmak olarak ideoloji değiştirmeyi rasyonel kılar ve kolaylaştırır. O yüzden sınıf mücadelesi yerine laikliğin savunulmasının daha anlamlı bir mücadele konusu olduğu iddia edilir. Ülke yangın yeriyken, beka sorunu yaşanırken, devlet tüm kurum ve değerleriyle yozlaştırılırken, sosyalist için yeni mevzilenme, ideolojiler üstü/dışı Atatürkçü fikriyat üzerinden gerçekleştirilmelidir. Öyle olunca sosyalist inanç, iddia ve muhaliflik olduğu gibi Atatürkçüleştirilirken elbette klasik terminoloji (sınıf, sendika, devrim, militanlık vb.) olduğu gibi terk edilir. Mesela, ülkede sendikalı işçi oranının % 16’da kalması, okullarda karma eğitime karşı yapılan saldırılardan daha değersiz hale gelir. Ya da iş adamları ulusal emelleri olan ilerici bir güç olarak görülür. Devlet bürokrasisi savunulur, 1982 Anayasası baş tacı edilir, ordu her hamlesinde desteklenir, mutat dış politika resmi anlatı çerçevesinde sahiplenilir. Enternasyonalizm evrensellik olarak yeniden formüle edilir, Kant’ın “rasyonel inanç” formülü altında din Türkleştirilir/ulusallaştırılır (Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi, Türkçe ezan, ulusal Diyanet vb.). Bu değiştirme ve dönüştürme, eşyanın tabiatı gereğidir. Oysa ikinci grup için Atatürk/çülükten ithal edilen yeni güçlendirici mekanizmalar, sosyalist mücadelede aslında enternasyonalist ideallerin terk edilerek yerelleştirilmesini içerir veya gerektirir. Bu kolay iş değil ve alıcısı da pek yok. Çünkü Atatürk’ün partisi (CHP) orada dururken Atatürkçülükten ithal edilen kavramların yeni bir güçlü (sosyalist) taban yaratması mümkün değil. Kuşkusuz, Cumhuriyetin kazanımları denilen kurum, değer ve kuralların (laik eğitim, kadın hakları, medeni kanun vb.) akılcı içeriği ve uygulaması, sosyal süreçlerde ileri bir aşamayı temsil etmek bakımından savunulmalıdır ama baş hedef kapitalizm olduğu sürece asıl mücadele alanı bellidir. Dediğim gibi, konu altyapıdan üstyapıya kayınca devrim ideallerinin yerini evrim pratiği alır. Buna ister yenilenme isterse değişim veya dönüşüm deyin, yaşadığımız şey her haliyle gelecek tasarımından vazgeçip geçmişi koruma hamlesidir. Sosyalistler bu yolda kültürel sermaye, sosyal bagaj ve pratik formasyonlarını işe koşarlarken alabildiğine gerçekçi davrandıklarını iddia ederler. Değişim ve dönüşüm bu şekilde meşrulaştırılmış veya savunulmuş olur. Şu ana değin pek çok sosyalist bu şekilde “kendini” kurtardı ama “ülke” hala arafta veya daha gerilere savrulma noktasında. Cumhuriyetin 100. yılını kutlarken aslında bu araf durumu veya daha geriye savrulma noktası mı kutlandı, yoksa paramparça edilmiş kökteki bütünlük geçmişe referansla onarılmaya mı çalışıldı, anlaşılamadı.