İBRAHİM KARACA

Geçenlerde okuduğum bir kitabın önsözünde, “bir bebek neden yetim kalır” diye soruyordu yazar ve “tek arzum, üzerinde her halktan, her inançtan, her kültürden mutlu insanların yaşadığı demokratik devletin, modern ülkenin özgür bireylerinin varlığı” [1] diyerek bitiriyordu. Yetimliğin hayat içinde belki çok nedeni vardır ama buradaki soru, bir halkın arasına kıran gibi dalarak onu kök saldığı topraktan söküp kazıyan rüzgâr vesilesiyle soruluyordu.
Mademki o rüzgârdan arta kalana değinmektir meramım, girizgâh olarak bir paragraf daha alabilirim: “Asıl amacım ve niyetim; bu topraklar üzerinde yaşanmış üzücü olaylardan ve isimsiz yetimlerden, Müslüman olmaları şartıyla yaşamlarına olur verilmiş binlerce Ermeni aileden yola çıkarak, dedemin hayatı üzerinden bugünlere nasıl geldiğimizi gözler önüne sermek. Bir bebek neden yetim kalır?”
‘Yetimler yurdu’ anlamına gelen darüleytamlar, Balkan Savaşları sonrası şehitlerin yetim kalan çocukları için açılmıştı. Tarihçi Enver Ziya Karal ve ünlü ses sanatçısı Safiye Ayla da yetimhane çocuklarıydı. 1914 yılı biterken Anadolu’da Müslüman ve Ermeni çocuklar için altmış iki yetimhane vardı. Tehcir başlayıp kafileler yola dizilmeden önce, ortada on binlerce yetim çocuğun kalacağı tahmin ediliyordu kuşkusuz. Yoksa Talat Paşa 26 Haziran 1915 tarihli telgrafı niye çeksindi? Telgrafta, talim ve terbiye için yetimhanelere konulmak üzere, on yaşından küçük Ermeni çocuk sayısının ve yetimhane amaçlı kullanmaya uygun bina stokunun saptanarak bildirilmesi isteniyordu.
Ekim 1914’ten itibaren oluşturulan Amele Taburları ise, az sonra gelecek tehcirin Ermenileri nasıl bir bilinmeze savuracağını gösteriyordu. Süreç başladığında yabancı çevrelerin gözü önündeki İstanbul ve İzmir muaf tutulmuştu ama diğer şehirlerdeki Müslüman olmuş Ermeniler, ‘Zaten can kaygısıyla Müslüman olmuştunuz’ denilerek tehcire dahil edildiler. Tehcir sebebi olarak iskân ve güvenlik politikaları (Rus sınırından gelecek olası tehlikeler nedeniyle) gösterilmişti. Fakat batının da batısındaki Ezine’de bile 500 Ermeni hakkında tehcir kararı çıkartılmıştı. Sebep şuydu: ‘Trablusgarp Savaşı’na sevinme ihtimalleri’. [2]
Herkesin bir derdi var
Önümüzde, nice kuşaklar geçtikten ve failler ile mağdurlar tarih olduktan sonra bile tartışılan ama ‘sadece tartışılan’ bir acı duruyor. Çoğu kez karşımızda beliren kaygı, ‘bilimsellik’ adına o günlerin devlet refleksine ters düşmemek, normalize etmek oluyor:
“Çocukların sevk esnasında yol şartlarına dayanmaları zor olduğundan hükümet, sayıları hayli fazla olan bu çocukların eğitimi ve bakımı için iki yola müracaat etmiştir. Bunlardan ilki, belli yaşta olan çocukların darüleytamlara yerleştirilmesidir.[3] Diğeri ise, kimsesiz çocukların Müslüman ailelerin yanına verilmesidir.[4] Nitekim Kamuran Gürün’ün, Osmanlı kayıtlarına dayandırdığı 10 Temmuz 1915 tarihli bir belge, çocukların İslami geleneklere uygun bir biçimde Müslüman ailelere verildiğini aktarması açısından dikkate değerdir.[5] Bazı durumlarda Ermeni yetimleri için yetimhaneler açılırken, bazı durumlarda da yalnızca din değiştiren çocukların yetimhanelere alınacağına dair emirler verilmiştir. Bu dönemde ihmal edilmeyen bir diğer konu ise; din değiştiren, evlenen ve güvenilir kişilerin yanına bırakılan Ermeni çocukların mülklerinin korunması, yakınları ölenlere ise hisselerinin verilmesi gerekliliğidir.” [6]
Burada ister istemez bazı “fitne” sorular geliyor aklına insanın:
Yetimhaneler, “Çocuklar sevk esnasında yol şartlarına dayanamazlar, onları bu zorlu yola sürmeyelim” düşüncesiyle mi açılmıştı? Eğer öyleyse, o yetimlerin ıssız Lübnan çölünde işleri neydi? “Ailelere verdik ama içiniz rahat olsun, İslami geleneklere uygun biçimde verdik” mi diyorsunuz? Aferin size ama yetimlerin ‘İslami’ değil ‘insani’ usullere ihtiyacı vardı. Sizin yetim evlatlarınız Hristiyan ailelere bu şekilde verilmiş olsa ruh haliniz nasıl olurdu? “Din değiştiren” yerine “Dini değiştirilen” demeniz gerekmez miydi? Buradaki “güvenilir kişi” gerçekte çocuğun aileden kalan mirasına konuyordu da evlatlık almak bunun kılıfı mı oluyordu? Son soru: Başka derdiniz yok mu?!
On yaş altı çocuklar tehdit olarak algılanmamıştı. Tehcir sonrası için onlara ‘Müslüman ve Türk’ bir hayat kurgulanmıştı. Ermenilerden boşalan kasaba ve köylere yerleştirilen muhacirlerin bazıları bir süre sonra oralarda yaşamak istemeyip terk etmeye başladı. Çünkü çoğu geldiği yerdeki hayatın çok gerisine düşmüştü. Bu kez kaçanlar için ceza talimatları devreye girdi.
Millet-i sadıka
Ermeni milleti bir zamanlar Osmanlı’da “sadık tebaa” sayılırdı. Bu milletin zenginleri (amiralar) devleti finanse eder, köprüler yapar, fabrikalar kurardı. Köylüsü ya büyük bir Müslüman toprak sahibinin ya da manastırın kiracısıdır, yasal olarak özgürdür ama kaderi derebeye bağlı köleye benzer. Ata binemez, bazı renkleri taşıyamaz, mahkeme önünde bir Müslüman aleyhine tanıklık edemez, kamu görevi icra edemez, vergi yükünün en ağırını taşır ama canını ve malını savunmak için bile olsa silah taşıyamaz, yasaktır… Derken, bir gün seferberlik çağrısı yapılır:
“Şehirli veya köylü, eli silah tutacak yaştaki herkes için umumi seferberlik çağrısı yapılmıştı. Babam ‘bu ülkede yaşadığımıza göre, üstümüze düşeni yapmalıyız’ dedi ve yemek sofrasında yüreğimizi ferahlatmak için, ‘Gideriz ve Tanrı’nın izniyle çabucak evimize döneriz’ diye ekledi. Babam gitti, gidiş o gidişti ve onu bir daha görmedik. Evimiz yetim kalmıştı, diğer evler de aynı şekilde. Onları nereye hangi tarafa götürdüklerini asla bilemedik. (…) Bir sabah kasaba meydanında bir tellal, Ermenilerin güvenli bölgelere nakledileceğini duyuruyordu. Hükümet yetkilileri ‘bize güvenin kapılarınızı açık bırakın gidin, iki üç ay içinde geri döndüğünüzde her şeyi yerli yerli yerinde bulacaksınız’ diyordu.” [7]
Fakat bu gidişe bir geri dönüş düşünülmediği, Talat Paşa telgraflarına yansıyordu:
“Trabzon’da yayımlanan Meşveret gazetesi, Ermeni sürgününün geçici bir tedbir olduğuna, sonuç olarak bu insanların yeniden memleketlerine döneceğine ilişkin yayın yapıyormuş; zinhar bu ve buna benzer yayınlar yasaklanmalı, böyle umutlar doğurulmamalı.” [8]
Ülke bir bayrak değildir
Geri dönememe ihtimalini hiç hesaba katmadan çocuklarını dönene kadar bakmaları (kurtarmaları) için güvenilir Müslüman komşularına emanet eden anneler vardı. Küçük fotoğraf böyleydi, büyük fotoğraf ise bir Ermeni kırımı için uygun iklimin çoktan yaratıldığını gösteriyordu. Kâzım Karabekir Erzurum civarında, sokaklardan ya da bakamayacak durumdaki ailelerden topladığı çocukların erkek olanlarıyla ‘Gürbüzler Ordusu’ kurmuştu. Bu çocuklara askeri eğitim verilmiş, zanaat öğretilmişti ama Paşa’nın en çok övündüğü husus, Türklük bilinci verilmesiydi. İmparatorluğun her yerindeki amaç buydu.
“Osmanlı Devleti savaş içindeydi, komitacılar Rus askerleriyle işbirliği yapıyorlardı, çeteciler de orduyu arkadan vuruyordu, devlet her konuda haklıydı, başka çaresi yoktu” veya “Denildiği gibi bir kırım yapan devlet, düşman gördüğü milletin çocuklarını besler mi, onları yetimhanelerde koruma altına alır mı” şeklindeki ezber terk edilip korkuların üstüne gidilmeyince, bir asır önce yaşamış bir aklın yutturduğu kılçık bugün bile ülkenin gırtlağını tırmalar, hep tırmalar. Kulak verin bakın hele bir, ne diyor şair:
“Ülke bir bayrak ya da silah değildir
Vatan bize bakan bir çocuktur.” [9]
Tehcir-Soykırım tartışmasına hiç girmeden şu kadarını söylememe izin verin: Her egemen devlet, güvenlik refleksi gösterip tehlikeli bulduğu bir gücü bertaraf etme mücadelesi yürütür; orantı, yöntem ve meşru amacın ihlali ise her zaman tartışma konusu olur. Fakat bu arada bir halkı kendi toprağından sökerek bertaraf etme manzarası ortaya çıkıyorsa ne diyeceksiniz? Savunan neresini savunacak, tartışan neresini tartışacak?
“Adına hukuken ne derseniz deyin, sistemli bir yok etme var. Ermeniler bütün bu coğrafyadan şu veya bu şekilde sürülmüş, sağ çıkmaları imkánsız bir yürüyüşe zorlanmışlardır.” [10]
Tehcir sürecinde ölenler, yetim kalanlar ve yetimhanelerde barınanların sayısı ne olursa olsun, insanlık sayıdan ibaret değildir. Bu sayısal doğruluğu test etmek de mümkün değildir, ayrıca birkaç bin yukarı veya aşağıda mutabık kalınsa ne olacak, hangi yürek ne kadar soğuyacak?
“Bir Türk komiseri bana şöyle dedi: ‘Artık kaç tane kadın ve kızın zorla ya da Hükümetin izniyle Araplar ve Kürtler tarafından alınıp götürüldüğü hakkında ihatayı kaybettik’. Bu sefer çoktandır yapmak istediğimiz gibi Ermenilerin işini bitirdik, on Ermeni’den dokuzunu yaşatmadık.” [11]
Zehirli hediye
Aslında bu konunun kökü II. Abdülhamid devrine kadar gider. 1894’te başlayan olaylar Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz’in birçok bölgesini etkilemiş ve binlerce insanın hayatına mal olmuş, ortaya bir ‘Ermeni yetimler’ meselesi çıkmıştı.
“1894-96’da çocukları, Abdülhamid rejimi bir yerden çekiyor, misyonerler başka bir yerden çekiyor. II. Abdülhamid dönemindeki yetimlerin neredeyse yüzde 85’ine Amerikalı misyonerler bakıyor ve yaklaşık yüzde 80’i Protestan oluyor. Adana Katliamı sonrasında yetimhanede kalan çocukların hiçbiri Ermenice öğrenmiyor.” [12]
Temmuz 1908’de, İttihat ve Terakki (İTC) Abdülhamid’e Anayasa baskısı yaptığında (1876) amacı, imparatorluğunun parçalanmasını önlemektir. Fakat bütün Osmanlı tebaası için verdiği hak eşitliği sözünden kısa zamanda vazgeçer ve vatandaş yerine soydaşa zorlayan daha uzlaşmaz bir milliyetçi dönüşüme uğrar. 1876’da kabul edilen Osmanlı anayasasıyla Türkçe (Osmanlıca) ilk kez resmi dil statüsü kazanır, benimsenen Türkçülük ideolojisi Osmanlı Ermenilerini reddeder, ülkenin politik yaşamıyla yurttaşlık temelinde bütünleşme fırsatını ortadan kaldırır.
Henüz savaş tehdidi sürerken (Temmuz 1914), Taşnaktsutyun Partisi Erzurum’da bir kongre düzenler. Devletçe yayınlanan genel seferberlik emri hakkında partinin tutumu da buradaki delegeler tarafından belirlenecektir. Bu arada İttihatçı bir heyet (Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey, yanlarında Gürcü ve Azeri temsilcilerle birlikte) ziyarete gelir, savaş durumunda Osmanlı ordusunun Transkafkasya’ya girmesini kolaylaştırmak amacıyla Taşnaktsutyun’a, Rusya Ermenilerini bir isyana kışkırtmasını önerir. Karşılığında Rusya Ermenistanını ve Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinin pek çok sancağını içine alan özerk bir devlet oluşumu vaat edilir. Benzer önerinin Rusya Gürcüleri ve Müslümanları tarafından kabul gördüğü söylenir. Bu “zehirli hediye” kabul edilmez, ancak yangın Osmanlı İmparatorluğuna ulaşırsa Ermenilerin sadakati garanti edilir. Sarıkamış felaketinden sonra subayından askerine Türkler, stratejik bir hatadan kaynaklanan bu bozgunun birinci derecede sorumlusu olarak Ermenileri gösterir.[13]
İTC daha önce Ermeni katliamlarında rol oynayan Hamidiye Alaylarını kaldırma sözü vermiş ancak iktidarı alınca vazgeçmiş ve sadece adını değiştirip (Aşiret Alayları) kullanmaya devam etmişti. Valilere işaret olarak gönderilen şifreli mesajlarda, “Silah patlamasın, Asker yapmasın, Ermeni kalmasın” deniliyordu.
Lübnan-Beyrut ve Halide Edip
Aintura Yetimhanesi, Beyrut (Lübnan) yakınındadır. Halide Edip, Cemal Paşa’nın davetiyle gelmiş, bölgedeki yetimhane ve okulların genel müfettişi olarak göreve başlamıştı. Halide hanımın yetimhaneyi devraldıktan ve askeri doktor Lütfü Kırdar’ı müdür atadıktan sonra koşulların nispeten iyileştiği ama o gittikten sonra karanlık dönemin tekrar başladığı anlatılır. Halide Edip Ermeni yetimleri İslamlaştırma çabalarının gelecekte Türklere fatura edileceğinden söz edince, Cemal onu “idealist” olmakla suçlar. “Mor Salkımlı Ev” adlı eserinde Halide Hanım, Aintura günlerine değinir:
“Bu yetimhane üzerine merhum Cemal Paşa ile aramızda hayli çetin ve uzun münakaşalar oldu. Ben Ermeni çocuklarının Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itiraz ettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu surette izah etti։ Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen ve sadece Ermeni çocukların kaldığı yetimhanelerde yer kalmamıştı. Aintura sadece Müslüman çocuklar için olup, orada henüz yer vardı. Kimsesiz avare Ermeni çocuklarını Aintura’ya alırken onlara Türk ve Müslüman adı vermek zaruri idi. Esasen din dersi verilmiyordu. Yani Ermeni çocukları zorla Müslüman yapmak gibi bir gaye yoktu.”
Oysa Aintura kasabasındaki Fransız Lazarist papaz okulunu yetimhaneye çeviren Cemal Paşa, buradaki Ermeni yetimlerin sonraki hayatlarına “Türk” olarak devam edeceklerinden bahsediyordu. O günlerde on yaşında olan Melkon Bedrosyan, Aintura’ya gelişinin ilk gününü anılarında şöyle anlatır:
“Kahvaltıdan sonra Müdür Fevzi Bey bize dedi ki, çocuklarım eski zamanlarda hepiniz Müslümandınız, Hristiyanlar atalarınızı zorla Hristiyan ettiler. Şimdi aslî dininize dönme zamanıdır. Dininizi, eski bir gömleği atar gibi atıp taze bir gömlek giymeniz lazımdır.”[14]
Harutyun Alboyacıyan ise, ailesi 1915 yılında Sivas’tan tehcir edilen etnolog Vergine Svazlian’a şunları anlatmıştı:
“Benim soyadım 535’ti; adım ise Şükrü. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine inanıyordu.”
Adana yakınlarındaki istasyonlardan birinde trene Mahsusa’nın kurucu yöneticilerinden Dr. Bahaeddin Şakir biner (Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey, onun zeki ve biraz mutaassıp bir vatanperver ama gayrımüslimmilletlere husumetli ve Ermenilere düşman olduğunu düşünür). Şakir trenden indikten sonra, Halide Hanım Falih Rıfkı’ya, “Bana bilmeyerek bir katilin elini sıktırdınız” der. Falih Rıfkı’ya göre ikisi de birbirinden nefret etmişti. Halide Edip, Maliye Nazırı olan dostu Cavid Bey’e yazdığı bir mektupta gerçek ruh halini şöyle yansıtır:
“…Yetimhaneler yarı aç bedbaht çocuklarla dolu. Yeni kabine bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa sonuçlarını hafifletemez mi? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı veremez mi? Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir? Hiç, hem de pek gülünç ve küçük bir hiç!” [15]
Lübnan’da bulunan Cübeyl yetimhanesinde ise eğitim dili Ermeniceydi, Arapça, İngilizce ve Fransızca da öğretiliyordu. Burada görev yapan öğretmenlerden bazıları Taşnaksutyun üyesiydi ve yetimlerin çoğu fikren onların etkisindeydi. Amerikalılar ve Fransızlar içinse, yetimlere özen göstermek, dini eğitim, Ermenice ve kültür aktarımı, bir meslek öğretilmesi çok daha önemliydi. Onlar yetimlerin şahsında geleceğin Ermeni askerini veya Ermeni kültürü ve kimliği için mücadele edecek birisini görmüyorlardı, dolayısıyla Ermeni siyasi partilerinin faaliyetlerini ve propagandasını çoğu zaman yetimhane bünyesinde yasaklamışlardı.[16]

Hepsi bu toprağın yetimiydi
1917 yılında ödenek yetersizliğinden yetimhanelerin kapatılması kararı alındığında, Ermeni çocukların yakın-uzak akrabalarına veya Ermeni cemaatine teslim edilmeleri istenmişti. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nden iki gün sonra Enver, Talât ve Cemal paşaların yurtdışına kaçmasının ardından, özellikle Amerikalı görevliler Müslüman-Türk ailelerine dağıtılmış çocukları tespit etmeye başladı. Bir süre devam edip belli sayıda yetime ulaşılsa da bulunamayanlar daha fazlaydı. Amerikalılar 1919 yıllında tüm Türkiye’de sayıları on binlere varan yetim toplamıştı. Ermeni yetimler Türkiye dışına taşındı.
“Eşim ve ben bu iş için dile ve bölgeye vakıf olmamız nedeniyle, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Harput, Eğin, Arapkir ve Malatya civarlarında yaşayan 8.000 kadar çocuğun nakliyle görevlendirildik.” [17]
İngiliz güçleri Ermeni yetimlerin barınması için Kuleli Askerî Lisesi binasını istiyordu, Temmuz 1920’de açıldı ve 1000 kadar çocuğa hizmet verdi. Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna tanık olan isimlerden Münevver Ayaşlı, “Dersaadet” kitabında, “Burası şanlı Türk askeri mektebi iken bir ‘Ermeni Yetimhanesi’ olmuş” der ve devam eder: “Güzel İstanbul’umuz düşman işgalinden kurtulunca, Kazım Karabekir Paşa Ermeni çocuklarını Kuleli Askeri Mektebi’ne gönderir. Bir de bakarlar ki, mektepte Ermeni çocuğu dolu, mekteptekiler Ermeni, gelenler Ermeni, ne olacak? Hepsine Türk ismi takarlar ve sünnet ettirirler… Şüphesiz içlerinde halis muhlis Türk çocukları da vardı, fakat rivayete nazaran azdı.”
1930 yılında Amerikalılar bütün yetimhanelerini satınca, yetimlerin bir kısmı kendi ailelerine, büyük kısmı da Ermeni ailelerine evlatlık verildi. Bazıları Mısır’daki Ermeni cemaatine, bazıları Fransa ve Makedonya’ya teslim edildi. Amerikan yardım kuruluşları 1915-1930 yılları arasında Lübnan, Suriye ve Yunanistan’da Ermeni ve Rum toplam 25.000 yetime bakıcılık yapmıştı.
Hepsi bu toprağın yetimiydi.
[1] Halil Erhan: Karadeniz’den bir Ermeni yetim/ Baybahanlı Nubar
[2] “Bizzat Hallediniz” sergi söyleşisi, Agos, 05. 12. 2015
[3] Erkan A. R., Erkan G. (1987, Ocak), “Darüleytamlar”, Hacettepe Üni. Sosyal Hiz. Y. O. Dergisi, 501, 61-68.
[4] Öke, M. K. (2001), Yüzyılın Kan Davası Ermeni Sorunu, 1914-1923
[5] Gürün, K., Ermeni Dosyası. 1988, s. 287
[6] Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur; https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/sevk-ve-iskan-sirasinda-kadin-ve-cocuklar/
[7] Elveda Antura-Bir Ermeni Yetimin Anıları, Karnig Panyan, Aras Yayıncılık, 2018
[8] “Bizzat Hallediniz” sergi söyleşisi, Agos, 05. 12. 2015
[9] Gloria Fuertes- 1950 kuşağı İspanyol şair
[10] S.Deringil, https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/tehcir-sirasinda-ermeni-cocuklari-kurtaran-da-var
[11] Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri 1915-16, Wolfgang Gust, Belge Yay.
[12] Yrd. Doç. Dr. Nazan Maksudyan, İst. Kemerburgaz Üniv. Sosyal Bilimler Böl. Bşk.
[13] Daha geniş bilgi için: Ermeni Halkının Tarihi, Ayrıntı Yay. Der: G. Dedeyan, Böl. XIII, Yves Ternon
[14] Prof. Dr. Selim Deringil, AltÜst dergisi Nisan-Haziran 2015 s. 15
[15] Ayşe Hür yazısı için: https://www.haksozhaber.net/halide-edip-ve-ermeni-yetimleri-23829yy.htm
[16] https://www.houshamadyan.org/tur/ada/ortadogu/jbeil-byblos-orphanage-lebanon.html
[17] Jacob Künzler, Kan ve Gözyaşı Ülkesinde, s. 179
