‘Ne iş olursa…’

ÖZKAN ZÜLFİKAR

Sabah 6 gibi başlar sürekli bir iş mesaisi ol(a)mayanların iş mesaisi. Kiminin sabah namazıyla. Gündelik bir iş bulma umuduyla işçi pazarının yolu tutulur. Saat kulesinin altında saatin tik-takları kovalarken birbirini, işçilerin de iş kovalaması başlar, akşamın altısına kadar sürer.

İşsizlerin iş kovalama mesaisi en az 10 saat, çoğunlukla 12 saat sürer. Ne iş mi? Her iş! Kazma-kürek, odun taşıma, doğrama, tarla-tırpan, bağ-bahçe, bilumum hamallık hizmetleri, çobanlık, inşaat, lağım işleri, baca temizliği, kamyon boşaltma, mevsimlik işler vs… Aklımıza gelen gelmeyen birçok iş. Bu arada inşaat işleri de türlü türlüdür; sıvacı, demirci, kalıpçı, boyacı, betoncu vs. Kamyon boşaltma işleri de öyle; tonlarca çimento, tuğla, tır dolusu kömür, tır dolusu koli… Bu koliler de farklı farklıdır; kumaş, iplik, çay-şeker… Kısaca; topla, götür-getir, böl, ek-biç, kaz, taşı, temizle, doldur-boşalt, git-gel. Al götür, git getir… Ömür törpüsü bir döngü…

Kulenin altında beklemek bedava

Elazığ’ın meşhur Bit Meydanı’ndayız. Başka yerlerdeki gibi Elazığ’ın Bit Meydanı’nda da eşya alım satımı yapılır. İcabında mallar takas edilir. İkinci el eşya alınır satılır. Bütün bunların yanı sıra gündelikçi işçiler de alın terini, emeğini burada ‘pazarlarlar.’ Neyse ki işçilerin bu meydanda iş beklemesi vergiye tabi değildir, bunun için para vermezler şimdilik. Saat kulesinin altında beklemek bedava. ‘Ne iş olsa yapar’ işçiler, işçi pazarında iş beklerler.

Meydanda iş bekleyenlerin hemen hepsi civar illerden. Diyarbakır, Dersim, Muş, Bingöl. İlçelerden de gelen var. Denildiğine göre, Elazığ’ın tercih edilmesinin en büyük nedeni, teşekküllü hastanelerin burada olması. Yine, hayat pahalılığının diğer yerlere göre görece daha aşağıda olması da bir diğer etken. Bir tam porsiyon dürüm çiğ köfteyi 30’a 40’a yersiniz. Biraz daha uykudan feragat edilip erken kalkılırsa minibüse, otobüse de çok gerek kalmaz. Yürünür. Yürünecek mesafededir hemen her yer. Hem sağlık için de iyidir; az yer, çok yürürsünüz ve aldığınız yevmiye de kâr kalır cebinizde!

120 gün bekle, 30 gün çalış

İş yüklerinin bu kadar çok ağır olmasının yanında iş bulunması da ayrı bir konu. Ortalama dört ay içerisinde sadece toplam bir ay iş bulabiliyor işçiler. Yani 120 gün içerisinde 30 gün çalışarak, 90 gün işçi pazarında bekleyerek mesai harcıyorlar. O 90 günlük mesai de cepten gitmiş oluyor.

İşçiler, işçi pazarında boy pos da sergilemek zorunda. Öyle çelimsiz, güçsüz, ‘yaşlı’ insanlar kolay kolay işe götürülmez.

Sabahın köründe, ‘iğne atsan yere düşmez’ sokaklarda bir işçiler, bir de ‘bilmem neye küfür ederek’ fırlattıkları sigara izmaritleri olur. Altında bekledikleri saat kulesinin de olduğu yer aslında yeşillendirilmek istenen bir alan. Gelin görün ki adım adım arşınlanmaktan ne çim başını dikebilmiş ne de çimi ezenler sıkıntıdan kurtulabilmiş.

Aslında 70’lik kendi deyimiyle ‘20’lik Dursun Dayı anlatıyor: “Yıllar önce Çiçekçi Sülo (2004-2014 AKP Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu kastediliyor) ‘Size yer yapacağım’ dedi. ‘Oturacağınız bir yer yapmam için bana oy verin, ben de size yer vereyim. Söz’ dedi. ‘Sen yaparsan söz ben de oyumu veririm’ dedim. Vallahi ben oyumu verdim, sözümü tuttum. O yer yapmadı, sözünü tutmadı… Ben 20’lik delikanlıyım oğlum. Beş nüfus besliyorum. Hepinizi cebimden çıkarırım. Benim yaptığım işi kimse yapamaz. Bir bağ bellerim. Benden iyisini yapan olursa buyursun gelsin. Herkesten de hızlı çalışırım ben.”

Hayalleri sadece ‘dinlenmek’ üzerine…

70 yaşındaki Dursun Dayı neden mi 20’lik hisseder? Ya da hissetmek zorundadır? Beş nüfus besler. Emekli maaşıyla geçinemez de ondan. 70’lik ‘delikanlı’ halen eve ekmek götürmek zorundadır da ondan. Çalışmak zorunda olmasaydı ne yapmak isterdi peki? Cevap veriyor: “Ben de bir kahvede otururdum. Zevkle. Arkadaşlarımla çay içerdim. Ama para yok ki olsun. Mecbur olmasam niye çalışayım bu yaştan sonra. Oturmak bize nasip olmuyor. Otursam çocuklar perişan oluyor. Neyse ki yine de emekli oldum. İneklerim vardı, sattım. Emekli oldum. Bir kilo et beş yüz lira olmuş. Zaten çalıştığın parayla iki kilo et geliyor. Hayat pahalı. Ya işte böyle.”

Sadece Dursun Dayı’nın değil, işçi pazarındakilerin çoğunun hayalleri de sadece ‘dinlenmek’ üzerine kurulu. Kahvede boş boş oturup ‘zevkle’ çay içmek… Gündelik işe götürülmezlerse bile orada, o meydanda ayakta ya da kaldırım taşına oturarak geçer günleri. En kötüsü de odur işte. Orda bekleyip bekleyip akşam yorgun argın eve gitmek. İşçiler zaman zaman kendi aralarında kavga da ederlermiş, küfürleşirlermiş de. Biri diğerinin işini kapmak için rekabete de girermiş. Meydandaki esnaf da işçilerin orada beklemesini hiç istemezmiş. ‘Görüntü kirliliği’ oluyormuş. İşçiler bağırarak konuşuyormuş. Kimse de hiçbir şey yapamazmış ama. İşçiler çoğunluk çünkü. Ufacık bir marazda hemen birlik olurlarmış. Mecbur. Birlik olmazsan işe gidemezsin bir daha. O meydandan söküp atarlar.

‘Suriyeli yok mu Suriyeli!’

Bir de aralarında mülteci işçiler var. İşçi götürmeye gelenler ilk ‘onları’ sorarmış. Biz oradayken bir ‘işveren’ yaklaşıp, “Bağ var bellenecek. Kaça gelirsiniz?” diye soruyor. İşçiler, “En son bin 500 lira olur.” diye cevap verince, “Çok fazla yahu, ne yaptınız.” diyor ve soruyor: “Suriyeli yok mu Suriyeli?”

İşçilerin de “Var, işte orada” diyerek gösterilen yakışıklı Suriyeli gencin cevabı da aynı: “Bin 500 lira!”

“Yav arkadaş yemek benden, yol benden. İki bel vurmaya çok bu çok.” diyen işverene, bozuk Türkçesiyle cevap veriyor: “Gel ben sana yemek vereyim!”       

İş bekleyenlerden biri, “Suriyeliler de gözünü açtı artık. Onlar da bedavaya gitmiyorlar. İyi ki gitmiyorlar. Gitmesinler. Aferin sana be.” diyerek memnuniyetini dile getiriyor. Söz birliği edilmiş, herkes belirlenen fiyata gidecek çalışmaya bundan sonra.

İsmail de 20 yıldır Elazığ’da yaşıyor. Diyarbakır’dan gelmiş. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra sigorta, sağlık meselesine dair sorumuzu yanıtlıyor: “Bir sigorta 7 bin lira. Ben sana diyorum bir ayda 7 kere işe gitmemişim, sen sigorta diyorsun. Yeşil kartımız var. Onunla gidiyoruz hastaneye, işimiz olursa. Gariban insanlarız biz. Diyarbakır’dan rızkımız için geldik buralara.”

Bu arada çoban arayan bir çiftlik sahibi geliyor ve “Çoban var mı çoban?” diye sesleniyor.

Olmaz mı?

On kişi birden koşuyor.

Çobana, 15-20 bin lira vereceği söyleniyor.

İşçilerden biri de “Yav sen dalga mı geçiyorsun bizimle? Benim yanımda kal, ben sana ayda 15 bin vereyim.” diye cevap veriyor. Bize dönüp anlatıyor işçi: “Bir de haberlerde anlatırlar çobana bilmem ne kadar para ama çoban yok. Bir çobanın hakkı en az 50 bindir. Valla hepsi yalandır. Aha siz de şahitsiniz.”

Ramazan da Diyarbakır’dan gelmiş. Üç nüfuslar. “İş yoktu geldik buraya. Eskiden vardı. Şimdi kalmadı iş güç. Kaderimiz buraya attı bizi.

“Herkes iş bulup çalışabilsin. Düzenli bir iş istiyor buradaki herkes.” diyor.

1 Mayıs’ta yine iş beklenecek

Haydar da beş nüfusa bakıyor. Erganili. Elazığ’a gelme nedeni hastanelerin olması. “Annem babam hastalansa, hastaneye götürebileyim diye buraya geldim.” diyor. Çalışırsa bugün, eve ‘öte beri’ alacak. “İş ayrımı yapmadım hiç. Ne iş olsa yaparım. Başka çaremiz yoktur. Çalışmazsam bugün yemek yok.” diyor. Yevmiyelere de değiniyor Haydar: “Biz istediğimizi alamıyoruz. İnşaata gidince bin 200 alıyoruz. Akşama kadar bekliyoruz ki 150 de olsa 200 de olsa alalım eve bir parça ekmek götürelim.”   

‘Ne iş olsa yaparım’ işçileri, “Bayram gelmiş neyime” misali, 1 Mayıs’ta da o meydanda bekleyecekler yine. Bir işe gitmek umuduyla. “Biz de bayrama katılmak isteriz. Davul zurna çalınsa halay da çekeriz. Ama aç kalırız.” diyorlar.

Bulundukları yerdeki saat kulesinin saati akşam 6’yı gösteriyor artık. Sabah 6’da buluşmak üzere, ‘emek pazarı’ndan yoksul ocaklara dönme vakti…