BAŞKA MANUGLAR SÜRÜLMESİN DİYE…

SÖYLEŞİ: MERVE KARATAŞ

“Der Zor dağların karadır taşı

Kime kaldı suçsuz bizlerin davası

Ayrılık demine geldi bir başı

Feryat çok imdat yok dökeriz gözyaşı.’’

Yukarıdaki dizeler, Manug Cızdırıgyan’ın yıllar süren sürgün yolunda günlüğüne gözyaşları içinde yaktığı ağıtlardan. Antep’ten Der Zor’a, ölüm yolculuğuna koyulanların dilinden dökülen bu ağıt ve acılarla ise henüz yüzleşilmedi.

Bu günlük, 1915 Antep’inde kelimesi kelimesine yaşandı. Tehcir Kanunu’nda yer almayan Antepli Ermeniler, “yerli eşrafın’’ Ermenilerin mülklerine el koyma isteğinden gelen yüksek ikna kabiliyeti(!) sonucunda, dönemin merkezi hükümeti ve Talat Paşa’nın cevazıyla tehcire dahil edildi. Antepli Ermenilerin Der Zor’a sürgünü böyle başladı. Henüz 7 yaşında bir çocuk olan Manug Cızdırıgyan da son insan hayatını kaybedene kadar bitmeyecek bir yolun yolcusuydu. (Manug Ermenicede “çocuk” anlamına gelir. Manug, soyadını daha sonra Berberyan olarak değiştirmiştir.) Bulunduğu üçüncü kafilenin yüzde 90’ının sürgün esnasında yaşamını yitirdiği bu meşakkatli yolculuktan Manug şanslı çıktı, yaşadı. Manug’un 20’li yaşlarında aklında kalanları kaleme aldığı sürgün günlüğüne, bu günlüğe ulaşan ve storytelling tekniğiyle uyarlayan araştırmacı-yazar Murat Uçaner ve anlatıcı oyuncu Ferdal Kurt sayesinde Nar Sanat’ta tanıklık etmiş olduk.

“Hepimizin çok iyi bildiği ama çoğumuzun üç maymunu oynadığı, bir milletin başına gelenleri, acı dolu geçmişi anlatacağım’’ sözleriyle başlanan sürgün günlüğü, Murat Uçaner’in önüne bir anda düşmedi. Kendisini bu günlüğe ulaştıran yolculuk tesadüfen bulduğu bir fotoğrafla başlıyor:

“2006’da eski Antep evlerinin restorasyonu ile ilgilenirken bir fotoğraf buldum, altında bilmediğim bir dilde yazılmış kargacık burgacık yazı vardı: Hallaçyan, Ayntab,1907. Yazının Osmanlıca olduğunu düşündüm ama sonrasında denk geldiğim birisine sorarak Ermenice olduğunu öğrendim ki o zamana kadar Antep’te Ermenilerin yaşadığından haberim yoktu.’’

Bir çocuğun soykırım tanıklığı

Uçaner’in bir sorusu zamanla binlerce soru olmuş ve kendisi Antep Ermenilerinin yaşayışını, kültürünü, tarihini ve sürgününü “silinen kent hafızasını açığa çıkarmak’’ amacıyla çok çeşitli araştırma ve çalışmalarla hep hatırlatmış. “Benim hikayem de burada başladı’’ diyen Uçaner’in, Manug’un günlüğüne ulaşması ise pek de kolay olmamış. 2015’te sözlü tarih araştırması için Halep’ten Yerevan’a giden Antep kökenlilerden oluşan bir gruba dahil olmuş ve beraber yola düşmüşler. Araştırma esnasında bir sohbette, Soykırım Müzesi’nde birine ait anı defteri olduğunu ve yaptığı çalışma açısından faydalı olacağı söylenmiş:

“Müzeye ilk gittiğimizde ne kadar zorlasam da defteri göstermek istemediler. 2017’de, bir sonraki gidişimde hatır gönül insanları devreye katarak deftere ulaşabildim. Arşivden çıkardılar, ‘bir bak bakayım okuyabilecek misin’ dediler. Ermeni alfabesini o vakte kadar öğrenmiştim ama zor bir dil, üstelik el yazısı. Tam ‘hapı yuttum’ derken defteri açtım ki Manug günlüğünü Ermeni harfleriyle Türkçe yazmış. Okuyabildiğimi görünce incelememe izin verdiler. 150 sayfalık günlüğün her bir sayfasını fotoğrafladım, Antep’e döndüm. 1915’te başlayan soykırımın, acıların bir çocuğun gözünden anlatılışı beni çok etkiledi. Bu hikâyeyi daha fazla insan bilmeli, duymalı, tanıklık etmeli dedim.’’

Uçaner, sorularımıza verdiği yanıtlarla anlatılan hikâyenin bu topraklarda yaşayan herkesin hayatını kesen bir keskinlik ve derinliğe sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor…

Manug tüm ezilen halkları temsil ediyor

-Bu hikâyeye daha fazla insanın tanıklık etmesinin gerekliliğinden bahsettiniz. Bu ihtiyaç nereden geliyor? Bir de ne tesadüftür ki sürgün anlatısı, bir başka yerinden zorla edilenlerin (Suriyeli göçmenlerin) kentimiz de dahil olmak üzere ülkenin pek çok yerinde nefrete ve ırkçılığa maruz kaldığı, lince ve saldırılara uğradığı bir süreçte sahnelenmiş oldu.

Anlatının başında da demiştik: Hepimizin çok iyi bildiği ama çoğumuzun üç maymunu oynadığı, bir milletin başına gelenleri, acı dolu geçmişi anlatacağız diye. Çünkü anlatmak sorumluluğumuzdu. Bu, bir çocuk daha Manug’un acılarının aynısını yaşamasın diye üzerine düşeni yapmaktı. Ermeni soykırımı ile yüzleşilmesini yıllardır arzuluyordum, bu meselenin görünür olması için de çeşitli çalışmalar yaptım. Manug’un hikâyesi ise kitaplaştırılamayacak kadar kısa; bir makale olamayacak kadar uzun. ‘Bunu nasıl değerlendirebiliriz’ diye kendi aramızda konuşurken storytellingte karar kıldık. Suriyelilere dönük saldırıların yeniden başladığı zamanla eşleyen anlatı bizi de şaşırttı. Ancak bu coğrafyada göç hikâyelerinin hala bitmemiş olması, göç etmek zorunda kalanların yaşadığı insanlık dışı olaylar bize başka şeyler de anlatıyor. Anlatıdaki Manug, Muhammed de, Ali de olabilirdi. Ermeni değil, Kürt ya da Arap olabilirdi. İsimler değişse de acılar pek değişmiyor. Manug, tüm ezilen halkları temsil ediyor, anlatılan her birimizin hikâyesi.

-Gerçekten de öyle. İzledikçe, dinledikçe ve yeniden okudukça tanıdık pek çok şeyle karşılaşıyoruz. Örneğin Manug sürgün yolunda ailesini kaybederken, Suriye Savaşı’ndan kaçıp şişme botla adaya geçmeye çalıştığında annesi ve kardeşi ile birlikte boğularak ölen üç yaşındaki Alan Kurdi; Manug ve kardeşi Puzant’ın, aç ve susuz bir halde, karanlık bir ambarın içinde 4 gün boyunca ölü bedenlerle beraber kalmak zorunda olduğunu duyduğumda, Cizre’de Cemile bebeğin cansız bedeni kokmasın diye buzdolabına konulması nasıl gelmesin aklıma? Ya da Manug ve Puzant’ın Ermeni olduğu belli olmasın diye isimlerinin Ali ve Salih diye değiştirilmesi ve daha nice benzerlikler… Ezenler de ezilenler de farklı suretlerde olsalar da aynılar.

Elbette aynı. Manug’un hikâyesi 100 yıl önce başlamış. Manug’dan 100 yıl önce de sonra da bu coğrafyada hep birileri yaşamış bu zulmü, göçü, sürgünü; birileri de yaşatmış. Cumhuriyet döneminde olan zorunlu göçler, 90’lar sonrasında güneydoğuda yaşananlar ve devam edenler, 2011’de başlayan Suriye savaşı, bitmeyen Filistin… Kan ve gözyaşı dinmemiş. 7 yaşında bir çocuğun yaşadığı bu hikâye o kadar insanlık dışı ki, 20’li yaşlarında kaleme almasına rağmen her bir anını hafızasına nakşetmiş. Manug, kendisi gibi olan binlerce çocuğun yaşadıklarını anlatmış aslında. İnsanlar bütün önyargılarını bir kenara bırakarak dinleseler, yaşananların tamamının bir insanlık dramı olduğunu anlayacaklar. Bir yok etme politikası var ortada, hayatta kalabilenleri ise kimliksizleştirme.

Biz sınırın ötesindeki Manug’u okuduk ama sınırın diğer tarafında ismi Ali, Fatma, Mehmet şeklinde değiştirilmiş binlerce Manug var. Bulunduğumuz coğrafyada yaklaşık 5-6 milyon İslamlaşmış Ermeni var ancak bunların sadece yüzde 5’lik bir kısmı kendi kimliklerini açıkça ifade edebiliyor. Aradan 100 yıl geçse de can korkusundan gerçek kimliklerini açıklamayan ya da hiç bilmeyen bir topluluktan söz edebiliriz.

Örneğin ben Ermenilere ilişkin araştırmalara başladığımda insanlar bana ‘Sen Ermeni değilsin, Ermenilerle ne işin var? Bırak onlar uğraşsın’ diyenler bile vardı. Yahu hepimizin yaşadığı şeyler aynı değil mi? Acılarımız, mutluluklarımız, kültürlerimiz. Elbette bunlarla ilgileneceğim. Beraber yaşadık yüzyıllarca. İşte bu hafızayı silmeye çalışıyorlar. Biz ise bu hafızanın yeniden açığa çıkmasını istiyoruz.

Her şeye rağmen Ermeni soykırımı konusunda bir ilerleme olduğunu düşünüyorum. 19 Ocak 2007’de Hrant Dink katledildikten sonra yüzbinlerce insan “Hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Hrant’ız” diyebildi. Antep Ermenilerine ilişkin araştırmalara henüz başladığımda kısık sesle konuştuğum şeyler, şimdi sahnelenerek daha fazla insana ulaşıyor.

Yüzleşme adımları atmaya devam edeceğiz

-Antep-Birecik-Meskene-Der Zor-Musul çölleri-Ayn Gazal. Manug bu zorlu yolculukta ümidini ve inancını hiç yitirmediğini dile getiriyor günlüğünde. Acı ve elemini ağıtlarla dışa vurduğunda dahi bir bekleyiş, bir kurtarıcı var. Bu kendince bir karşılık bulamasa da 7 yaşındaki çocuğun hiç vazgeçmeden resmen savaşarak yaşadığını görüyoruz. Günlüğün en sonunda yer alan ağıtta ise bu kez sadece bir hüzün ya da bekleyiş yok, öfke de var.

Bu öfkeyi anlamak lazım. Çünkü az önce bahsettiğin yolculuk rotası, 7 yaşındaki Manug’un sadece bir yılını kapsıyor. Zorla yerinden edilmenin üzerine açlık, susuzluk, sefaletle beraber en yakınlarının ölümüne şahit oluyor. Üstelik yolculuk burada da bitmiyor: Tel Afar, Cezire, Halep… Kıtlıkla karşılaşıyor, ölüm tehdidiyle yaşıyor, iki kuru ekmek veren insana öyle aç kalmış ki vefasından 8 yıl harmanında çalışıyor. Manug bir halkın yaşadığı zulmün getirdiği öfkeyi yazıyor dizelere. ‘İntikamını da al, hesap da sor’ diyor. Biz de en başta bununla yüzleşerek atıyoruz adımımızı, bu adımları atmaya devam edeceğiz.

-Yani çalışmalarınız devam edecek ve Manug gibilerin hikâyelerini yeniden hatırlayacağız hep…

Kesinlikle. Araştırmalar ve provalar esnasında bu hikâyeleri üçleme yapmaya karar verdik. Bir sonraki çalışmamızda sınırın bu tarafında kalan, yine sürgüne gönderilmesine karşın hayatta kalabilmiş ve Sivas yöresine geri dönmüş Kirkor’u anlatacağız. Yine Antep’ten sürülen bir kadının hikâyesini anlatmak için de araştırmalara başladık, her biri yaşanmış hikâyeler. Yerinden zorla edilenler son bulmadıkça bizim anlatılarımız ve tanıklığımız da devam edecek.

Düşmanca bakışı terk etmemiz lazım

-Manug’un yaşamına ya da Ermenilerin yaşadığı sürgüne bir başka olayla, toplumla ya da bir başka isimle hep tanıklık ediyoruz dedik. Siz de bu hikâyeler son bulmadıkça biz de devam edeceğiz dediniz. Peki, bu coğrafyada Manug gibilerin göç ve sürgün hikâyeleri nasıl son bulacak?

Öncelikle geçmiş ya da bugün yaşanan olaylarda sadece bir pencereden bakmayı, ayrışmayı bırakmamız gerek. Ne zaman bir insan katledildiğinde ya da başka kötü şeylere maruz kaldığında ‘Neyse ki Ermeni, çok şükür Kürt, Suriyeli’ demezsek, o zaman son bulmuş demektir. Antep’te, Tekirdağ’da, Suriye’de, Hakkari’de yani nerede olursa olsun yaşanan hiçbir olayın diğerinden farkı yok, insanlık açısından. Ne yazık ki bunu toplumca ortak düşünmekten çok uzağız. Ancak insanlara kızmıyorum. Çünkü biz hep kutuplaştırıldık, kutuplaştırmanın bir aracı da yanlış tarih anlatımının olduğu eğitim. 1920’lerden itibaren ulus devlet inşasıyla başlayan süreç ve buna göre dizayn edilen tarih anlayışı beynimize çivi gibi çakıldı. Antep’te uzun soluklu tarihi olan Ermenileri benim 2006’da öğrenmem bunun bir sonucudur. Egemenler kaostan ve çatışmadan beslendiği için halkları birbirine düşman etmek için elinden geleni yaptı ve yapmaya devam ediyor. Her defasında öfkemizi yanlış yere yöneltiyoruz biz de. Düşmanca bakışı terk etmemiz lazım. Yanı başımızdaki komşumuz, fabrikadaki işçi arkadaşımız Türk, Kürt, Arap. Aynı haksızlıklara maruz kalmıyor muyuz? Aynı kaygıları, aynı öfkeyi taşımıyor muyuz? Bizim birbirimizi ırk, din vb. şeylerle ayırmayı bırakıp ezilenler olduğumuzu görerek hareket etmemiz gerekiyor.