SÖYLEŞİ: YAŞAR ÇİÇEK
Farklı dönemlerde farklı bağlamlarda kesinti veya başkalaşımlara uğrasa da bariz bir süreklilik ilişkisiyle yüzyıllardır korunan devlet geleneğinin bazı değişmezleri bulunuyor. Alevilere yönelik asimilasyon politikaları da bu değişmez unsurlar arasında ilk sıralarda yerini almakta. Formatları değişse de en az 500 yıldır değişmeyen bir paradigmanın konusudur bu. Geçtiğimiz ay Dersim’de yapılan ve Alevi/Kızılbaş asimilasyonunun kurumsal yapılarının düzenlediği sempozyumdan hareketle, Alevilik ve Kürtler üzerine araştırmalarıyla bilinen Alişan Akpınar’la konuştuk.
-Horasan-Dersim ilişkisine dair geçtiğimiz 16-17 Ekim günlerinde Munzur Üniversitesi’nde “Anadolu’nun Horasan’ı Tunceli” başlıklı bir sempozyum düzenlendi. Başlarken onu soralım, bu sempozyumu nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Bu sempozyumu düzenleyen yapı esas olarak Alevi- Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı. Bu yapının amacının Alevileri Sünnileştirmek ve Türkleştirmek olduğu en başından beri söylediğimiz bir şey. Sempozyum da bunu kanıtlar nitelikte. 1980 askeri darbesiyle iktidara gelen ve bugün artık müessesleşmiş Türk-İslamcı devletin en önemli amaçlarından biri Alevileri Sünnileştirmek ve Türkleştirmekti. Hatırlayalım, 1980 darbesinden sonra, din dersleri zorunlu hale getirilmiş, Alevi yerleşim bölgelerine yüzlerce yeni cami yapılmıştı. “Komünizm tehlikesinin” en önemli dayanağı olarak Aleviler görülüyordu ve Alevilerin asimilasyonu devlet için önemli bir meseleydi. 1980’lerin ortalarından itibaren Aleviler kendi kurumlarını inşa etmeye ve cemevlerini kurmaya başladılar. Bu, asimilasyona karşı önemli bir direnç noktası oluşturdu. Devlet ilk zamanlarda bu sürece müdahale etmedi, çünkü Kürt hareketi güçlenmeye başlamıştı ve Kürt Aleviler’in bu sürece dahil olması istenmiyordu. Ancak Alevilere sınırları da her zaman hatırlatılıyordu. Sivas katliamı açık bir gözdağıydı. “Büyük şehirlerde kalabilirsiniz ama 1970’ler boyunca katliamlarla boşalttığımız alanlarınıza geri dönemezsiniz, dönerseniz yine katliam yaparız” dediler. Büyük şehirlerde kalmaları ve Kürt hareketinden uzak durmaları karşılığında belirli bir alana sahip olabilecekleri gösteriliyordu. Yine bu dönemde, Alevilerin Horasan’dan gelmiş “öz be öz Türkler” olduğu, Kürt Alevi olamayacağı görüşü de yeniden dolaşıma sokulmuştu.
Ancak buradaki dönüm noktası, 2002 yılında AKP-Gülen Cemaati ittifakının iktidara gelmesi oldu. Fethullahçılar, Alevilerin Sünnileştirilmesi konusunda büyük bir çaba gösterdiler. Başta Dersim olmak üzere, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere okullar ve dershaneler açtılar. Alevi çocukları özel olarak hedef seçtiler ve burslar verdiler. Yine bu dönemde Cem Vakfı ile ‘Cami-Cemevi Projesi’ni devreye soktular. Bununla da yetinmediler. Alevileri Sünnileştirmenin teorik alt yapısını kuracak pek çok akademisyen yetiştirdiler. 2015’ten sonra Fethullahçı kadrolar devletten uzaklaştırıldıysa da Türk-İslamcı devletin Alevileri asimile etme projesi bitmedi. Yetiştirdikleri akademisyenler ve kurdukları üniversite bölümleriyle bu projeyi sürdürdüler. Son olarak kurulan Alevi- Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ise bu projeyi titiz bir şekilde sürdürüyor. Yine belirtmem gerekir ki tıpkı Fethullahçıların yaptığı gibi merkez üssü olarak Dersim’i seçmişlerdir.
-Neden Dersim?
Dersim bölgesi, Kürt Alevi toplulukların yüzyıllardır yaşadığı ve inanç merkezlerinin bulunduğu çok kritik bir yerdir. Bu sempozyumun Dersim’de düzenlenmesi ve Horasan imgesinin öne çıkarılması tesadüf değildir. Bu yapının çok titiz ve bilinçli bir çaba içinde olduğunu görmemiz gerekiyor. Yetiştirdikleri akademisyenler, kurdukları bölümler ve Alevi toplumu içerisinden devşirdikleri kişi ve kurumlarla çok incelikli bir çalışma yürütüyorlar. Sempozyum tam da bu çalışmanın ürünüdür. İttihat Terakki Cemiyeti’nin Alevileri Türkleştirmek için ürettiği (uydurduğu) söylemi çok ustaca işlemeye çalışıyorlar. Örneğin Tunceli’nin dağlarına “Ne mutlu Türküm” diye yazmıyorlar artık, “Anadolu’nun Horasan’ı Tunceli” yazıyorlar. Öyle ya “Horasan bir Türk yurdu olduğuna ve Alevilik de Horasan erenlerinden ve Hoca Ahmet Yesevi’den geldiğine göre tüm Aleviler Türk’tür”. Bu propagandayı gayet incelikli bir şekilde işlemeye çalışıyorlar. Artık böyle bir sempozyumu düzenleyecek, asimilasyon projesini savunan akademisyenleri ve üniversiteleri de var.
500 yıllık iç düşman!
-Çalışmalarınızda, “Devlet’in, uzun vadeye yayılmış bir asimilasyon ve Sünnileştirme politikası izlediğini” söylüyorsunuz. Munzur Üniversitesi’nde düzenlenen bu sempozyumun da bununla ilişkili olduğunu belirtiyorsunuz yani…
Evet. Yukarıda 1980 askeri darbesiyle başlayan süreci anlattım ama bu işin çok daha gerilere giden bir boyutu var. Bence görmediğimiz ve yeterince değerlendirmediğimiz bir süreç var. Osmanlı-Türk modernleşme tarihi aynı zamanda bir Sünnileştirme ve Türkleştirme tarihidir. Tanzimat fermanının ilan edildiği 1839 yılından bu yana bu çabanın devam ettiğini resmî belgelerden görebiliyoruz. II. Abdülhamid döneminde devlet, Alevileri, Panislamist politikalar bağlamında bir risk olarak görmüş ve asimile edilmeleri için çok ciddi bir çalışma içerisine girmiştir. Örneğin II. Abdülhamid döneminde, sadece Koçgiri bölgesine kırktan fazla ilkokul, bir rüştiye (ortaokul) ve pek çok cami inşa edilmiştir. İttihat Terakki Cemiyeti de iktidarı eline geçirdiği 1913 yılından sonra asimilasyon için özel çalışmalar üretmiştir. Cumhuriyet döneminde de Alevilerin Sünnileştirilmesi ve Türkleştirilmesi projesi aynı şekilde ve aynı İttihatçı kadrolarla devam ettirilmiştir. Bugün aynı bakış açısı ve söylemle devam etmektedir. Bu sempozyumun başlığı çok açık bir şekilde, “Aslen Türk yurdu olan Horasan’dan gelen Alevilerin, öz be öz Türk olduğu” tezine vurgu yapmaktadır. Düşünün, bundan neredeyse yüz on yıl önce, Alevileri Türkleştirmek için bizzat komitacı İttihatçıların ürettikleri ve hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu tez hâlâ devrede ve kullanımda. Devlet aslında şunu yapıyor; bir taraftan zorunlu din dersleriyle Alevi çocukları asimile etmeye çalışıyor, diğer taraftan anadilde eğitime asla izin vermeyerek Kürt Alevileri dillerinden koparıyor. Kürt Alevileri önce Türkleştirmek ve sonra da Sünnileştirmek için uzun vadeye yayılmış bir çalışma var derken bunu kastediyorum.
-Asimilasyon politikasının II. Abdülhamid’den beri devam ettiğini söylediniz. O dönemde Alevi/Kızılbaşlar için “Medeniyete dâhil edilmesi gereken cahil ve sapkın bir topluluk, gerçek İslam’dan sapmış ve derhal ‘mezheb-i resmiye’ye döndürülmelidir” fikrinin işlendiğini biliyoruz. Sözkonusu sempozyumun, böylesi bir tarihi arka planla nasıl bir ilişkisi olabilir? Onun modernize edilmiş hali mi?
Bana kalırsa modernize edilmiş bir şey yok. Tekrar edeyim, Osmanlı-Türk modernleşme tarihi aynı zamanda bir Sünnileştirme ve Türkleştirme tarihidir. Bu sempozyum, Tanzimattan beri ilerleyen bu sürecin son halkasıdır. Kaldı ki bugün Türk devletinin gerçekten modernleşme diye bir projesi olduğunu da sanmıyorum. Bugün devletin projesi, toplumu milliyetçi ve muhafazakâr bir düzleme çekmektir.
Şunu biraz daha açmamız gerekiyor kanımca. Aleviler 1510’lu yıllardan bugüne kadar, devlet için hep potansiyel bir tehlike ve iç düşman olarak kodlanmıştır. 16. yüzyılın başından 18. yüzyılın ortalarına kadar Kızılbaş olarak tanımlanan Aleviler, Safevi devletinin destekçisi ve bir iç düşman olarak görülmüş ve katledilmiştir. Osmanlı şeyhülislamları, Kızılbaşların, dinsiz, sapkın bir topluluk olduğuna ve katledilmelerinin caiz olduğuna dair pek çok fetva kaleme almıştır. 18. yüzyılın ortalarından itibaren durum değişmiştir. Öncelikle Safevi hanedanlığı İran’daki hakimiyetini kaybetmiştir. Dolayısıyla Aleviler siyasi bir tehlike olmaktan çıkmışlardır. Ancak bu kez başka bir problem ortaya çıkmıştır. Modern ve merkezi bir devlet kurmak isteyen devlet, Alevi toplulukları kaydetmek, vergi ve asker almak için harekete geçmiştir. Daha çok aşiretler halinde ve devletin ulaşma şansının az olduğu bölgelerde yaşayan Alevi topluluklar, devlet için yeni bir sorun olarak görülmeye başlanmıştır. Bunu dönemin resmî belgelerinde açıkça görüyoruz. Aleviler, medeniyete direnen, vahşi, cahil, bedevi ve dalalet (sapkınlık) içinde bir toplum olarak görülmeye başlanmıştır. Nüfuslarını saydırmayan, devletin istediği fahiş vergileri vermeyen (veremeyen) ve zorunlu askerlikten kaçan Alevi topluluklar askeri seferlerle iskân edilmeye çalışılmış ve bu süreçte çok büyük katliamlar gerçekleştirilmiştir. Örneğin 19. yüzyıl boyunca, Dersim ve Koçgiri bölgesine onlarca askeri sefer düzenlenmiştir. Bu seferlerde Alevilerin nasıl katledildiğine dair pek çok belge ve anlatım bulunmaktadır. Alevi toplumuna karşı geliştirilen bu kolonyalist söylem, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Alevi topluluklar medeniyete direnen, feodal, dedeler tarafından kandırılan, cahil ve sapkın bir topluluk olarak görülmüştür. Örneğin 1937-38 Dersim katliamı sırasında yayınlanan gazetelerin haberlerine bakabilirsiniz. Dede denen “gerici din adamları” ve feodal aşiret reisleri tarafından sömürülen bu “cahil ve vahşi halk”, modern devletin çabalarıyla medeniyete kavuşturulacaktır! Bu söylem o kadar yaygındır ki, çok uzun yıllar bazı sol çevrelerde bile kullanımda kalmıştır. Devlet bu kolonyalist söylemi bir medeniyet projesi olarak sunmuştur ancak bu sadece bir asimilasyon projesidir. Oysa bugün gayet iyi görebiliyoruz ki hem Alevi geleneğini sürdüren Ocaklar hem de aşiret yapıları, Alevilerin asimilasyona direnmek konusunda en büyük dayanakları olmuştur.
1960’lardan itibaren Aleviler bu kez başka potansiyel bir risk kaynağına dönüşmüştür. Ülkede güçlenen sosyalist hareketin temel dayanaklarından biri olan Alevi toplumu, devlet açısından “Komünizm tehlikesinin” baş aktörü haline gelmiştir. Dolayısıyla neredeyse beş yüz yıldır, farklı nedenlerle, Aleviler hep bir potansiyel risk ve iç düşman olarak görülmüş, yok edilmiş ve asimile edilmeye çalışılmıştır. Durum bugün de benzerdir. Müesses Türk-İslamcı devlet, yaratmak istediği milliyetçi-muhafazakâr toplum projesi açısından Alevileri bir engel ve risk olarak görüyor ve asimile etmek istiyor.
Horasan izleği istismar ediliyor
-Dersim’in veya resmi adıyla ‘Tunceli’nin “Anadolu’nun Horasanı” şeklinde tarif edilmesinin özellikle Kürt sorunu bağlamında devlet siyasetiyle ilişkisi nedir?
Bu meseleyi biraz açmak gerekiyor. Horasan’ın bir “Türk yurdu” olduğu, Aleviliğin, Horasan’dan gelen ve Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı Horasan erenleri tarafından inşa edildiği, dolayısıyla da Alevilerin tümüyle Türk olduğu görüşü ilk kez 1916 yılında İttihatçılar tarafından üretilmiştir. 1913 yılında iktidarı ele geçiren İttihatçıların en temel projelerinden birinin Türkleştirme olduğunu Fuat Dündar’ın çalışmalarında açık bir şekilde görüyoruz. Bunun için görevlendirilen insanlar var. Örneğin, Teşkilat-ı Mahsusa görevlilerinden biri olan Baha Said, Alevi Bektaşi toplulukları incelemesi ve onların Türkleştirilmesi için gerekli çalışmaları yapması için görevlendirilmiştir. Tüm Alevilerin Türk olduğu görüşü Baha Said tarafından üretilmiş ve daha sonra Cumhuriyet döneminde Fuat Köprülü tarafından geliştirilmiştir. Baha Said’in 1916-1918 yılları arasında yaptığı çalışmaların, 1925 ve 1926’da Türk Yurdu Dergisinde yayınlanması bir tesadüf değildir. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu uydurma tez, son yıllarda yapılan çalışmalarla zaten yerle yeksan olmuş durumda.
-Nasıl?
Kürtler ve Aleviler 1990’lı yıllardan itibaren kendi tarihlerini yazıyorlar. Son otuz beş yılda yapılan çalışmalar bize çok farklı şeyler söylüyor. Örneğin, Faik Bulut ve Selim Temo’nun Horasan’la ilgili çalışmaları açıkça ortaya koymuştur ki Horasan bir Türk yurdu değildir. Horasan tarih boyunca farklı topluluklara ev sahipliği yapmış çok geniş bir habitustur. Hatta eğer mutlaka baskın bir etnik yapı arayacaksak bu Kürtlüktür. Selim Temo’nun çalışması açıkça göstermektedir ki Horasan bölgesi Kürt aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı bir bölgedir ve burada Kürt devletleri de kurulmuştur. Dolayısıyla da Horasan herhangi bir milletin yurdu falan değildir ve aynı zamanda Kürtlerin de yoğun olarak yaşadığı bir yerdir. Bu bölgeden çeşitli tarihlerde Anadolu’ya pek çok göç yaşanmıştır. Bu göçler sırasında Türkmen ve Kürt topluluklar Anadolu’ya gelmiştir. İşte bu nedenledir ki Kürt Alevi toplumunun hafızasında bir Horasan izleği vardır. Devletin yapmak istediği, bu tarihsel izleği Türkleştirme ve asimilasyon vesilesine dönüştürmektir.
Yine Aleviliği Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlayan görüş de tamamen temelsizdir. Ayfer Karakaya Stump’un Alevi Ocak şecereleri üzerine yaptığı çalışma açıkça göstermektedir ki en eski şecereler (15. Yüzyıl) Vefai tekkelerinden alınmıştır. Ebul Vefa bir Kürttür ve Sufi öğretisini Kürdistan topraklarında geliştirmiştir. Yine Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olduğu söylenen Hacı Bektaş Veli bir Vefai dervişidir. Bütün bu çalışmalar bize Alevilerin aslen Kürt olduğunu da göstermiyor elbette. Türkmen Aleviler olduğu gibi Kürt Alevilerin de olduğunu ve Alevi inancının inşa sürecinde pek çok başka faktör gibi Kürdistan topraklarında gelişmiş olan Vefailiğin etkilerinin de olduğunu gösteriyor.
Ancak tıpkı İttihatçılar gibi bugünkü devletin de bilimsel bir derdi yok. Amaçları bu uydurma tezleri olabildiğince yayılıma sokmaktır. Bunu yaparken de İttihatçıların kullandığı yöntemi birebir kullanıyorlar. İttihatçılar Kürtleri ve Alevileri Türkleştirmek için kitap ve makaleler yazar ve bunların yazarları olarak uydurma akdemiysen isimleri kullanırlardı. Böylelikle çalışmalarının ne kadar güvenilir olduğunu göstermeye çalışırlardı. Şimdi de onlarca akademisyenin katıldığı, içinde üniversitelerin olduğu bir sempozyum düzenleyerek, bu uydurma tezin aslında muteber olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Bu bir devlet projesidir. Devlet tüm imkânlarını kullanarak -ki bugün sahip oldukları imkânlar, İttihatçıların sahip olduğu imkânlardan çok daha gelişmiştir- Alevileri Sünnileştirmek ve Türkleştirmek istemektedir. Bunu çok kritik bir mesele olarak görüyorlar. Böylelikle hem Kürt ulusal hareketinin güçlenmesini engellemek hem de milliyetçi muhafazakâr toplum projelerini güçlendirmek istiyorlar.
‘Biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır bizim’
-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Şunu eklemek isterim; beş yüz yıllık katliam ve asimilasyon süreçlerine rağmen Alevilerin önemli bir bölümü direnmeyi ve ayakta kalmayı başardı. Bugün pek çok Alevi kurumu var. Özellikle şehirlere göç ettikten sonra Ocak yapılanması dağılan Alevi toplumu bunun yerine cemevlerini ikame etmeyi başardı. Cemevleri asimilasyon politikalarına karşı önemli bir direnç alanı olmayı başardı. Ancak devlet cemevlerinin bu işlevini hemen gördü ve müdahale etmeye başladı. Fethullahçıların geliştirdiği Cami-Cemevi Projesi gibi bugün de Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’nı kurarak bu alana müdahale etmeye ve bu direnç noktasını kırmaya çalışıyor. Devşirdiği Alevilerle, asimilasyon merkezlerine dönüştürmeyi hedeflediği cemevleri açıyor, kendisine ‘dede’ diyen bazı insanlara maaş bağlıyor ve yetiştirdikleri akademisyenlerle asimilasyonun teorik alt yapısını yaymaya çalışıyor. Yani çok yönlü ve kapsamlı bir asimilasyon çalışması yürüyor. Bu nedenle Alevilerin de aynı şekilde çok yönlü ve kapsamlı bir direniş stratejisi oluşturması gerekiyor. Devletle işbirliği içinde olanları bir kenara koyarsak, Alevi kurumlarında pek çok insanın büyük bir iyi niyet ve özveriyle çalıştığını biliyorum. Ancak Alevi kurum ve aydınlarının bu konudaki yaklaşımını yetersiz bulduğumu da söylemek zorundayım. Bugün uygulanan asimilasyon politikalarını iyi analiz etmek, buna karşı kapsamlı stratejiler üretmek gerekiyor. “Gerçek Alevilik budur”, “Aleviler aslında şudur” diye önümüze sürülen reçeteleri reddetmeliyiz. Aleviliğin çok kültürlü, çok dilli ve çok yönlü, kadim bir inanç alanı olduğunu anlayıp, bu çeşitliliği kendi elimizle yok etmememiz gerekiyor. Bu Aleviliğin intiharı olur. Tam tersi bu çeşitliliğin, Aleviliğin en büyük zenginliği olduğunu görmemiz gerekiyor. Devlet, asimilasyon politikalarının bir uzantısı olarak, Aleviliği kuralları belli, kontrol edilebilir, tek sesli, müteşerri ve Sünniliğe yakın bir tarikata ya da mezhep yapılanmasına dönüştürmeye çalışıyor. Alevi deyişlerinde söylendiği gibi, “Biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır bizim”. Bu yol, pek çok farklı dilin, milletin, kültürün bir arada yürüdüğü bir yoldur. Bunu asla unutmamamız gerekiyor