SÖYLEŞİ: SERPİL İLGÜN
Kriminalize edildiği 9 yıllık bir dönemden sonra, Kürt sorununun diyalog ve siyaset yoluyla çözülmesi yeniden tartışma konusu. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 2 Ekim’deki Meclis açılışında DEM Partili vekillerle tokalaşmasıyla başlayan ve hâlâ adı konulmamış “yeni süreç” tartışmaları, 22 Ekim’de yine Bahçeli’nin 43 aydır tecritte tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı Mecliste konuşma yapmaya çağırmasıyla yeni bir boyut kazandı.
“Kürt sorununda yeni bir süreç mi başlıyor?” sorusu, 20 günde, “nasıl bir süreç?” sorusuna evrilirken, Erdoğan yerine Bahçeli’nin sahne almasından meselenin bir anda gündeme getirilmesinde hangi dinamiklerin etkili olduğuna kadar, pek çok başlık tartışılmaya devam ediyor.
Hewler Üniversitesi’nden Doç. Dr. Arzu Yılmaz’a söyleşiyi yaptığımız 24 Ekim itibariyle şaşırtıcı bir hızla ilerleyen gelişmelerin ürettiği temel soruları yönelttik.
-Kimilerine göre MHP Lideri Devlet Bahçeli, 22 Ekim’deki grup toplantısında “Terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin DEM grubunda terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” sözleriyle, “yeni bir süreç var mı yok mu” sorusunu yanıtlamış oldu. Kimilerine göreyse bu çağrı, bir sürecin başladığını göstermiyor. Sizin okumanız nedir? Nasıl bir çözüm tasarlanıyor ve bir süreçten bahsedilecekse bunun ne kadarlık bir arka planı olduğunu düşünüyorsunuz?
Nasıl bir çözüm tasarlanıyor sorusuyla başlarsam, bence Cumhur İttifakının Kürt sorununa murad ettiği en iyi çözüm, çözümsüzlüğün şiddetten arındırılmasıdır.
Şöyle ki, bir kere barış, felsefi olarak da politik olarak da özgürlükler, adalet, haklar gibi gereklilikleri ya da değerleri içereceği varsayımına dayalı bir kavram. O yönüyle barışın murad edildiği kanaatinde değilim. Bu Cumhur İttifakının içeride cari koşullar, dışarıda ise jeopolitik gelişmelere bağlı, çözümün mümkün olmadığı ortamda çözümsüzlüğü şiddetten arındırarak Türkiye’nin hem içerideki cari ve acil ihtiyaçlarına cevap verebilecek hem de dışarıda Türkiye’yi giderek daha fazla dezavantajlı duruma sürükleyen bir jeopolitik ana müdahil olmak… Bence temel motivasyon bu.
Kürtlerle yeniden diyalog 2021’de başladı
-Bu motivasyon Gazze savaşı ile mi başladı?
Hayır, Gazze savaşıyla başlamadı. Fakat Gazze savaşının Ortadoğu’daki gelişmeleri hızlandırmasıyla öne alınmış ve açık olduğu üzere henüz bir mutabakat sağlanmadan gündeme taşınmış bir mevzu. Ben bunun miladını 2021 olarak adresliyorum. Bu tarih ABD’de yönetimin değişmesine tekabül ediyor. Çünkü malum, biz o dönemden bu yana, hatta ilk üç yılında çok daha yoğun şekilde, Türkiye’nin ABD ile arayı düzeltme, hatta yeni başkan Biden’dan bir randevu koparabilme çabalarına tanıklık ettik. Buradaki ana motivasyon, Türkiye’nin giderek hem yönetim olarak meşruiyetinin, hem ekonomik göstergelerin kötüye gitmesinin de etkisiyle bir yeniden düze çıkma ihtiyacıdır. Yanı sıra, S-400’ler sorunu olsun, S-400’lerin de etkisiyle durumun Ege’de Yunanistan’ın lehine değişmesi, Akdeniz güvenlik ve enerji mimarisinden Türkiye’nin tamamen dışlanması, yine Kıbrıs konusunda Türkiye’nin pozisyonunun neredeyse 100 yılda taşımadığı ölçüde risk taşır hale gelmesi gibi unsurları içeriyor.
ABD ya da Batı’yla ilişkileri düzeltme hedefine yeşil ışık yanmadığı, Türkiye’nin Ortadoğu’da artık bir elçilik bulunduramayacağı düzeyde ilişkilerinin koptuğu dönemde (hatta bunu muhtemelen yine sizinle yaptığımız bir söyleşide “Erdoğan, ABD’nin yolunu Ortadoğu üzerinden çiziyor” diye vurgulamıştım), sadece Ortadoğu ülkeleriyle arayı düzeltmekle kalmayıp aynı zamanda Kürtlerle de bir arka plan diplomasisini başlattığını biliyoruz. Nereden biliyoruz? 2021 yılında Murat Karayılan, daha sonra iktidarın da yalanlamadığı açıklamasında “Devlet bize resmî heyetler gönderiyor” demişti. Bu bağlamda, örneğin Kobanê davasının yıllar sonra gündeme gelmesini bu görüşmelerin bir sonuca varmadığının işareti olarak algılamıştım. Çünkü o günden sonra Türkiye ile PKK arasındaki savaş şiddetlendi. Ve fakat savaşın şiddetlenmesinden iletişimin koptuğunu düşünmememiz gerekiyor.
ABD’nin beklentisi: Esad’la değil, Kürtlerle anlaşın
-Nitekim bunu Türkiye ve dünya deneyimlerinden biliyoruz.
Aynen. Türkiye’nin ve PKK’nin sahada attığı adımlardan, hatta Selahattin Demirtaş’ın ya da HDP’nin, DEM’in attığı adımlardan bunu görüyorsunuz.
Sonuç itibarıyla, Ortadoğu ile ilişkileri normalleşme üzerinden düzeltmeye paralel ve eş zamanlı olarak, Kürtlerle diyaloğa geçilmesinin de aslında nihai olarak Batı’yla arayı düzeltmeyle ilişkili bir tarafı vardı. Çünkü 2019’da yani Trump dönemi bittikten sonra, net olarak Rojava’nın tümüyle tasfiyesine ya da yıkımına yol açacak şekilde Türkiye’nin önünün açılmasına, ABD yönetimi içinde olur verilmeyeceği istifalarla ve açık eleştirilerle ortaya çıkmıştı. Normalleşme çabası nihayetinde Şam’la da normalleşmeye evrildiği zaman ABD, “Esad rejimiyle normalleşmeyi onaylamıyoruz” diye açıkça söyledi. Orada da asıl aktör olarak Rusya öne çıktı. Çünkü ABD’nin Türkiye’den beklentisi Esad’la anlaşması değil; ilk önce Kürtlerle anlaşıp, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt ve Arap muhalefetini Türkiye ile birlikte hareket edebilecek bir çerçeveye oturtmak. Son geldiğimiz aşamada İsrail’in Lübnan’ın güneyinde kendi denetiminde bir tampon bölge sağlaması halinde, ABD’nin bu durumda tıpkı 1990’larda Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde oluşturduğu uçuşa yasaklı bölge misali bir planlamayla, Esad rejimini Şam, Hama, Humus’u içeren bölgeye sıkıştırma projesi hayat bulabilir.
Buradan tekrar Kürt meselesine dönecek olursak… Şunu da anımsatalım, Rojava yönetimi Aralık 2023’te kendi içerisinde hem idarenin organizasyonel yapısını hem de ideolojik politik oryantasyonunu yeniden tanımladığı bir takım hukuki metinler üretti. Bu hukuki metinlerde dikkat çekici olan, Suriye’nin bütünlüğü içinde Araplarla birlikte çalışmayı önceleyen bir pozisyon olmasıydı. Hukuki metinlerin yanında, Rojava yönetimi Fırat’ın batısındaki Suriye muhalif güçleriyle işbirliği yapabileceğini, hatta Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin geri dönüşlerinde Rojava’ya getirilebileceği de söylendi. Aralık ayında sosyal kontrat ilan edildiğinde Türkiye’den ses çıkmadı, 6 ay sonra o sosyal kontrata uygun olarak seçim yapılacak, Türkiye “giderim yıkarım” demeye başladı.
-Ne oldu?
Sahadan edindiğimiz bilgilere göre, Nisan 2023 gibi yeniden bir diyalog kuruldu ancak yine sonuç alınamadı. Hatırlayalım, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat da “Bize ahlaksız bir teklif yapıldı” demişti. ABD de seçimlerin yapılmasına “yeterince kapsayıcı değil” gerekçesiyle karşı çıkmıştı.
Böyle bir arka plan var.
İsrail ve Kürt kontrolünde bir saha istenmiyor
-Peki buradan Öcalan’ı Meclise çağıracak noktaya nasıl gelindi?
Onun tetikleyici temel unsurlarının bölgede Gazze savaşı sonrasındaki gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Orada birkaç temel parametre var. Bir; zaten Türkiye’nin dışarıda bırakıldığı bir yeni Ortadoğu denklemi tezahür ediyordu ve bunun Körfez, İran, İsrail arasındaki dengeler üzerinden kurulacağı öngörülüyordu. İki; Kürt siyasal alanında bu üç aktörden İran, diğer iki aktöre göre en avantajlı aktör durumundaydı. Üç; Birleşik Arap Emirlikleri geçtiğimiz eylül ayında Suriye’de, Suudi Arabistan’da, Suriye’de elçilik açtı. Dolayısıyla Arap ülkelerinin hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi hem Rojava’yla ilişkilerinin geliştiğini görüyoruz. Dördüncüsü, ağustos ayı itibariyle mevzunun artık ölecek insanın da yıkılacak duvarın da kalmadığı, Gazze olmadığı, Gazze ile sınırlı kalmayacağı net bir şekilde ortaya çıktı. Önce Lübnan, bir ay içinde de mevzu İran oldu. İsrail eğer güneyde planlanan tampon bölgeyi Suriyeli muhalif gruplarla beraber ele geçirirse, bu demek oluyor ki İsrail’in kontrol ettiği bir Suriye sahasıyla, Kürtlerin Deyrizor’a kadar kontrol ettiği bir Kürt sahası birbiriyle buluşuyor. Bunun gerçekleşme olasılığı artınca, Türkiye önce bazı gazeteciler üzerinden kulaklara su kaçırdı ve bu aşamaya geldik.
Ancak en başta söylediğimi tekrar vurgulamak isterim, tüm bu tabloya dayanarak diyorum ki biz şu anda bir barış anında değiliz. Ne zamanın ruhu ne de rejimin niteliği bize bu yaşananları barış süreci olarak tanımlamamıza imkân verecek nitelikte değil. Biz bu durumu olsa olsa Kürt sorununda çözümsüzlüğün şiddetten arındırılması olarak tarif edebiliriz.
Belirleyici faktör dış etkenlerdir
-Ortadoğu sahasında çizdiğiniz tablo, iktidar cephesinin ‘iç cephe, milli birlik kardeşlik, beka’ argümanlarının da temel dayanağını oluşturuyor: “İsrail Türkiye’ye saldıracak, İsrail saldırganlığına karşı iç cepheyi güçlendirmeliyiz”, vb… Jeopolitik faktörler muhalefet cephesinde de karşılık buluyor. Bununla birlikte, yeniden bir ‘sürecin’ konuşulmasını dayatan asıl dinamiğin Erdoğan’ın içerideki sıkışmışlığı aşmak, yeniden seçilmek arzusu olduğu da yaygın bir kanaat. Soru şu, Erdoğan’ın yeniden seçilmesi de dahil, iktidara manevra alanı açmak için bir ‘çözüm süreci’nin yeniden başlatılması fazla cüsseli bir hamle değil mi?
Ben en başından beri belirleyici faktörün dış etkenler olduğunu söylüyorum. Ve fakat bu çizdiğim tablo, şu anda Kürtlerle işbirliği yapsa bile değiştireceği bir tablo değil. Biz Lübnan’da ne olacağını henüz bilmiyoruz. Lübnan’dan sonra Suriye’nin güneyinde sözünü ettiğimiz senaryonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmiyoruz. İran’la doğrudan bir savaşa girilip girilmeyeceğini bilmiyoruz. Ve son olarak, ABD’de 5 Kasım’daki seçimlerde kimin kazanacağını bilmiyoruz. Yani her ne kadar tetikleyici faktör bence dış dinamiklerse de bu dış dinamiklerin hali hazırda, üstelik de Kürtlerle bir mutabakata varılamadığı durumda, değiştirilebilmesi mümkün değil. Bu belirsizliklerin belirginleşmesi, belirginleştiği durumda yeni oluşacak parametrelere uygun politikaların adapte edilmesi zaman gerektiriyor.
Bu dinamiklere nüfuz edebilme kabiliyeti için, bir ön alıcı hamle yapma adına, diyaloğu sürece dönüştürürken bu kez önceki çözüm projesinden farklı hareket edildiğini görüyorum. Yani önce dışarda işbirliğinin koşullarını ve sınırlarını test edip sonra içeride Kürtlerle barışı ya da çözümü hedeflemek değil, içeriden başlayarak, mesela anayasada vatandaşlığın tanımı veya yıllardır konuşulan AB yerel yönetimler şartı gibi bir takım değişikliklerde bir mutabakat sağlamak, bu süreci içerideki uzlaşmayı güçlendirerek kullanmak, sözünü ettiğim belirsizlikler ortadan kalktığında da Ortadoğu ölçeğinde Kürtlerle birlikte müdahil olabilmenin zeminini hazırlamak… Böyle bir akılla hareket edildiğini düşünüyorum.
En azından yapılabilecekleri kotarmak…
– “Yeni bir süreç mi var” sorusunun sorulmasıyla eş zamanlı olarak, “Kürtler Erdoğan’la anlaştı” ya da “Kürtler yine kandırılacak” tartışmaları da başladı…
Bu kandırılmak değil. Buna Kürtler, Kürt siyasal hareketinin aktörleri karar verecek.
-Yani sorunun esasına dokunulmamasına, çözümsüzlüğün şiddetten arındırılması hedefine razı olunacak mı olunmayacak mı?
Evet, mevzu bu. Öyle anlıyorum ki buna razı olmak için Kürt siyasal hareketinin açığa çıkardığı belli pozisyonlar var. Bir defa Öcalan üzerindeki güçlü vurguyu şöyle okuyorum: “Bu işin sonunda benim murat ettiğim barışın olacağı garanti değilse eğer, ben en azından muhataplık kurumunu Öcalan’a adresliyorum ve bu adresin meşru bir aktör olarak tanınmasını talep ediyorum.”
İkincisi, DEM Parti öyle görünüyor ki, (Selahattin Demirtaş’ı da içerecek şekilde) “Biz artık İmralı sürecinde olduğu gibi muhalefet denklemi içinde değil, iktidar denklemi içinde pozisyon alacağız” konumunda. Bu başka bir işaret.
Öyle anlaşılıyor ki, milletin devlet tarafından yeniden tanımlandığı bir anayasa yapım sürecine giriyoruz. Kürtlerin de mevcut koşullarda (her ne kadar bu sürecin sonu adalet, haklar ve barış beklentilerinin maksimum düzeyde karşılandığı bir sürece evrilmeyecek dahi olsa), bunu yapmaya güçlerinin yetmediğini tecrübe ettikleri son 10 yıllık sürece dayalı olarak, en azından yapılabilecekleri kotarma motivasyonuyla hareket ettiklerini görüyorum. Bu da belirttiğim gibi, anayasada Kürt dili, etnik tanımlama gibi hususlar üzerinden görünüyor.
-Burada Kandil’in pozisyonu ne olur?
Gelişmelere baktığımda Kandil’in pozisyonuna dair henüz bir arka plan mutabakatının olmadığını düşünüyorum. Devlet Bahçeli “Teröristbaşı çıksın sizi tasfiye ediyorum desin” diyerek aslında Kandil’e aba altında sopa gösteriyor. Diyor ki, “Sen eğer uzlaşmazsan, ben Öcalan üzerinden baskı kurar, senin mutabakatın olmaksızın tek taraflı tasfiye ya da Türkiye’ye karşı silah bırakılmasını açıklamaya zorlarım.” Çeşitli açıklamalar olsa da, Kandil’in buna ne dediği, nasıl baktığı hâlâ bir soru işareti.
Devlet refleksi politik iradenin önüne geçti
-“Sahneye neden Erdoğan değil de Bahçeli çıktı” sorusuna sizin yanıtınız ne? “Öcalan gelsin Mecliste konuşsun” gibi son derece şaşırtıcı çağrı neden Bahçeli’den geldi?
Biraz hafızamızı tazelersek, özellikle bir yıldır Cumhur İttifakı’nda Erdoğan ile Bahçeli arasında, Sinan Ateş davası konusunda olduğu gibi, semboller üzerinden iletişim içinde olduklarına tanıklık ediyoruz. Fakat bugün (24 Ekim) Cem Küçük ve Şamil Tayyar’ın, “Erdoğan’ın Bahçeli’nin açıklamasından haberi yoktu” yazılarını da okuyunca, bence artık net olarak ortaya çıktı ki bu karşılıklı semboller üzerinden gerilen ilişkilerin nedenlerinden biri de Kürt meselesinde Erdoğan ile Bahçeli’nin bir mutabakat sağlayamaması. Erdoğan ile Bahçeli belli ki Kürt meselesinde nasıl bir politika izleneceği konusunda anlaşamamışlar. Ama biraz önce saymaya çalıştığım aciliyet içeren konular, Cumhur İttifakı içinde mutabakat sağlanamamasına rağmen bir hamle yapılmasını zorunlu kıldı. İşte o nokta da “eğer Kürt sorununda çözüm geliştirilecekse bunu da biz geliştiririz” diyen devlet refleksi politik iradenin önüne geçti ve bu devlet refleksi Devlet Bahçeli’nin şahsında vücut buldu diye düşünüyorum.
-Erdoğan rejiminin nicedir bir parti devleti olarak da nitelendirildiğini anımsatarak, biraz daha somutlaştırmak için soralım, Erdoğan buna ikna olmadı ama mecbur mu kaldı?
Bunu bilemem ama daha Devlet Bahçeli’nin DEM’le el sıkışması, DEM’e ilişkin normalleşme mesajları verildiğinde Erdoğan’a bu soru soruldu ve dönüp dedi ki, “A Haber muhabiri yanıtı verdi!” O benim için çok önemli bir gösterge çünkü bu konuda verdiği ilk mesajdı. Erdoğan gibi her şeye muktedir olduğu inancını her fırsatta dayatan bir aktör, kendisine yöneltilen soruya karşı “A Haber muhabiri cevaplasın” gibi bir tavır takınıyorsa, “Ben bu işin muhatabı değilim”i dolaylı olarak ima ettiği izlenimini daha o anda vermişti.
Gelişmeler de bu izlenimimin doğru olduğunu gösteriyor. Bugün çok rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki Erdoğan’a rağmen olmasa da Erdoğan’ın liderliğine bırakılmadığı ve Erdoğan’ın yol haritası ya da içeriği konusunda tam mutabakatının sağlanmadığı, Devlet Bahçeli eliyle yürütülen bir devlet projesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
Bu Erdoğan’a rağmen demek değil ama konuyla ilgili soruyu A Haber muhabirine yanıtlatmak, “bu işin muhatabı ve başı değilim. Dur bakalım ne yapacaklar” ifadesi gibi geldi bana.
İlk gösterge, Öcalan’ın mesajı olacak
-Peki Bahçeli neden çıtayı “Öcalan İmralı’dan çağrı yapsın” yerine, “Meclise gelsin” gibi yüksek bir yere koydu?
Bunu şöyle değerlendiriyorum; belli ki Kürt siyasal hareketinin barıştan anladığına karşılık gelecek adımlar atılmayacak, bu adımlar atılmayacaksa eğer, Kürt siyasal hareketi nasıl ikna edilebilir, en fazla böyle ikna edilebilir. Bir kere orada bir denge gözetilmiş görünüyor. İkinci olarak, devletin şöyle bir akılla hareket ettiğini düşünebiliriz, Abdullah Öcalan’ın kendisini PKK’nin üzerinde bir lider olarak konumlandırışı Türkiye ile sınırlı değil. Bahçeli Öcalan için “Gelsin TBMM’de DEM grubunda konuşsun” dedi. Burada, kendisini Kürdistan ölçeğinde bir lider olarak tanımlayan Öcalan’ı DEM Parti ve Türkiye’deki bir Kürt partisinin sınırlarına çekme aklı olduğunu düşünüyorum. Gerçekten bu akılla mı hareket ediliyor bunu bilemem ama şu andaki verili koşullar bana böyle bir şey olduğunu düşündürüyor.
Gelişme hızı ve belirsizlikleri açısından riskli bir soruyla tamamlayalım, bu adı hâlâ konulamamış süreçle ilgili yakın vadede ne beklenebilir?
Yakın zamanda ne olabilir sorusu için örneğin Erdoğan’ın Hukuk Başdanışmanı Mehmet Uçum’un açıklamalarının göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünüyorum. Ya da son gelişmeden, Ankara’da yaşanan TUSAŞ saldırısından hareket edeceksek, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya PKK’yi hemen doğrudan suçlama yoluna gitmeyip temkinli bir açıklama yaparken, Savunma Bakanı Yaşar Güler daha ilk saatte PKK diye adını koyup, “Acaba çözüm mü oluyor?” dediğimiz bir aşamada yoğun bir hava operasyonu başlattı. Bu da bana göre, devlet içinde sözünü ettiğim mutabakatın sağlanamadığının da bir işareti. Bununla birlikte öyle anlaşılıyor ki devlet kendi içinde bir mutabakata henüz varmadığı gibi, Ankara, İmralı, Kandil arasında da henüz bir mutabakat sağlanmamış.
-Dolayısıyla, TUSAŞ saldırısına Kürt siyasal alanındaki mutabakatın sağlanmadığı üzerinden bakıyorsunuz?
Biraz oradan bakıyorum. Bu söyleşiyi yaptığımız saat itibarıyla saldırı henüz üstlenilmedi ama olup bitenlere baktığımda sorunun yanıtını buradan okuyorum. Önümüzdeki süreçte artık şunu bekleyeceğiz, Öcalan gerçekten Devlet Bahçeli’nin dediği gibi görüntüsüyle, sesiyle Mecliste ya da bir video üzerinden mesaj verecek mi? O mesajın verilmesi, sözünü ettiğimiz uzlaşmazlıkların nasıl evrildiğine dair bize işaret verir. İkinci aşaması ise içerik. İçeriği ne olacak? Bu içerik Devlet Bahçeli’nin dediği gibi Öcalan tarafından tek taraflı bir ateşkes ilanı çağrısı mı olacak, yoksa başka bir mesaj mı içerecek? Devlet içinde uzlaşmayan tarafların güçlerinin sınırlarını, yapabileceklerinin kapasitesini test edebileceğimiz en önemli ve en erken göstergenin, Öcalan’ın mesajının nasıl ve hangi içerikle yapılacağıdır diye düşünüyorum.