YUSUF KARADAŞ
Diyarbakır’ın Tavşantepe köyünde 8 yaşındaki Narin Güran’ın katledilmesi, toplumun geniş kesimlerinde büyük bir öfke ve duyarlılık yaratırken, zaman içinde yanıtsız kalmış sorularla birlikte gündemin arka sıralarına düştü. Cinayeti popüler bir malzemeye dönüştürüp reyting devşirmeye çalışan burjuva medya organları, katili ve cinayetin nedenini ararken aslında bu cinayetin ve daha önce benzer şekilde işlenmiş çocuk ve kadın cinayetlerinin arkasındaki gerçekleri gizleyen bir yayın politikası izlediler.
Türkiye’nin kadın ve çocuklara yönelik cinayet, tecavüz ve taciz konularında oldukça karanlık bir tabloya sahip olduğu biliniyor. Karaman’daki yurdunda kalan onlarca çocuğun 2012-2015 yılları arasında taciz ve tecavüze maruz kaldıkları ortaya çıkan Ensar Vakfı’nı yere göğe sığdıramayan ve Türkiye’yi ‘İstanbul Sözleşmesi’ adıyla anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nden çıkaran Erdoğan iktidarının bu karanlık tabloda özel bir rolü bulunuyor.
Ancak Narin cinayeti, Kürt coğrafyasında kadın ve çocuklara yönelik cinayetlerin ve cinsel şiddetin arkasında, Türkiye’deki karanlık tablonun da ötesinde, başka bir sosyoloji ve politik tutumun bulunduğu gerçeğini bir kez daha gösterdi. Narin cinayetinin Kürdistan coğrafyasındaki sosyoloji ve devletin/iktidarın politik tutumuyla ilişkisini anlamak bakımından, bu cinayet ile ilgili sürdürülen tartışmalarda öne çıkan iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor:
Birincisi, bu cinayet karşısında Narin’in ailesinin ve köyünün suskunluğuydu ki aile suskunluğunu sadece cinayetin aydınlatılmasını isteyenleri “dış güçlerin uzantıları” olmakla suçlamak ve dahası Kuran kursları, din ve devleti savunan bir açıklama yapmak için bozmuştu!
İkincisi ise sadece iktidarın değil, Hüda-Par’dan Muharrem İnce’nin Memleket Partisi’ne kadar Kürtlerin ulusal-demokratik istem ve mücadeleleri karşısında her biri bir ‘devlet partisi’ olarak konumlanmış partilerin ağız birliği edercesine “bu cinayete siyasetin karıştırılmaması gerektiğini” söylemeleriydi.
‘Omerta’nın arka planı
Cinayetin ardından Narin’in ailesinin ve köyünün günlerce süren suskunluğu, burjuva medya organları tarafından sıklıkla mafyanın suskunluk yasasına (omerta) benzetildi. Omerta benzetmesinin bir tarafında medyanın cinayeti popüler bir reyting malzemesi haline getirmek istemesi yatıyordu. Ama daha önemlisi, medyanın aile ve köyün bu örgütlü tutumunu mafyanın omerta tutumuna benzetmesi, Kürdistan coğrafyasındaki sosyo-kültürel realiteye ne kadar uzak olduğunu da ortaya koyuyordu. Çünkü bu suskunluğun arkasında mafyanın omerta yasası değil, ekonomik temeli büyük oranda çözülmüş olmasına rağmen feodal kültürün, aşiret ilişkilerinin devletin uyguladığı özel politikalarla bugüne kadar taşınması/korunması gerçekliği yer alıyordu.
Cumhuriyetin ilanından sonra Kürtlerin ulusal varlıklarının ve haklarının inkârına dayalı politika, bir yandan Kürt isyanlarının kanlı bir biçimde bastırılmasına ve öte yandan ulusal uyanışın önünün alınması amacıyla aşiret reisleri, şeyh ve ağalarla ittifak üzerinden sürdürüldü. Bu unsurlar, devlet partilerinin parlamento ve yerel yönetimlerdeki temsilcileri olarak rejimin ortakları haline getirildi. Devletin bu feodal unsurlarla ittifakının en önemli göstergelerinden biri de cumhuriyet tarihi boyunca bu unsurların ekonomik temellerinin tasfiyesine yönelik bir toprak reformunun yapılmamış olmasıdır.
Örneğin, ilk silahlı eylemlerin 1984’te Hakkari’de yapılmış olmasının ardından, devletin bu kentteki en güçlü aşiret olan Jirkî aşireti ile yaptığı pazarlıklar üzerinden koruculuk sisteminin kurulması, işte bu tarihsel işbirliğinin güncellenmesiydi aslında. Bugün koruculuk sistemi üzerinden aşiretlerin maaşa bağlanıp silahlandırılması, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ekonomik temelleri büyük oranda tasfiye olduğu halde feodal-aşiret kültürü ve ilişkilerinin korunabilmesi için bir dayanak oluşturmuştur.
Koruculuk sisteminin kurulduğu 1985’ten bugüne, korucuların köy yakma ve yağmalamadan tecavüze, fidye için insan kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığı ve işkenceyle insan öldürmeye kadar binlerce suç dosyası bulunduğu halde, kendi politikalarının araçlarından biri olan bu sisteme dokunmuyor devlet. Özellikle 1990’lı yıllarda korucular, JİTEM ve Hüda Par’ın devamcısı olduğu Hizbullah ile birlikte Kürt halkına karşı yürütülen ‘özel savaş’ta da önemli bir rol oynadılar.
Bu dönem boyunca aşiret reisleri ve şeyhler, feodal ilişkiler üzerinden kendi etraflarında ve devletin safında toplayabildikleri güç oranında devletin nimetlerinden faydalandılar ve giderek devletten aldıkları ihaleler vs. üzerinden de işbirlikçi Kürt burjuvazinin de temsilcileri haline geldiler.
Son yıllarda Van ve çevresindeki aşiretlerin oluşturduğu ‘Kadim Aşiretler Federasyonu’ gibi örgütlenmelerin her seçim öncesinde ortaya çıkıp AKP-Erdoğan’a destek açıklamaları yapmaları, burjuvalaşmış bu unsurların geleneksel ilişkileri iktidarı desteklemek ve bu desteği de kendi burjuva çıkarlarına tahvil etmek üzere kullanmaya çalışmalarının dikkat çekici örneklerinden birini oluşturuyor.
Köyün muhtarı da olan amca Salim Güran’ın başını çektiği aile büyüklerinin karıştığı Narin cinayeti karşısında aile ve köyün suskunluğunun arkasında da bu gerici ilişki ve çıkarlar bulunuyor.
‘Siyaset bulaştırılmasın’ ve ‘dış güçler’!
Narin cinayetiyle ilgili ‘Güran Ailesi’ imzalı açıklamada “Alakası olmadığı halde bu olay nedeniyle Kuran kurslarına ve yüce dinimize saldırılar yapılmaktadır. Diyarbekirimizde asırlarca yaşamını sürdüren, kimi zaman da yöneticiliğini yapmış Gevranizade ailesinin fertleriyiz. Güran ailesi (…) vatanına ve milletine bağlı fertlerdirler” deniliyordu. Bu açıklama sadece bu suskunluğun arkasındaki geleneksel gerici aşiret ilişkilerini ortaya koymakla kalmıyor, bu ilişkiler ile devlet-iktidar arasındaki ilişkiyi de ortaya seriyordu.
Narin cinayetinin arkasındaki bu ilişkileri ve bu ilişkilere dayanan çıkarları, AKP’li Galip Ensarioğlu’nun açıklaması tamamlıyordu. Ensarioğlu yaptığı açıklamada “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız. Konu çok hassas olduğu için onları da çok fazla üzecek bir şey söylemek istemiyoruz” diyordu. Ensarioğlu’nun gerici çıkar ve ilişkileri devam ettirmek için küçük bir kızın vahşice katledilmesine sessiz kalınabileceği, gerçeklerin gizlenebileceğini söylemesine karşı yükselen tepkilerden sonra yaptığı açıklama da dikkat çekiciydi: “Böylesine acı bir olay üzerinden siyaset yapmaya çalışanlar, toplumun acısını istismar etmeye kalkışanlar, ahlaki değerlerden tamamen yoksundur.”
Ensarioğlu’na göre gerici çıkar ve ilişkilerin korunması için küçük bir kızın katledilmesiyle ilgili gerçeklerin gizlenmesi “ahlaki” ama cinayetin arkasındaki gerici çıkar ve ilişkilerin açığa çıkartılmasını istemek “gayri ahlaki” idi. İşte bu nedenle sıkça tekrarlanan “cinayete siyasetin bulaştırılmaması” söylemi asıl olarak bu gerici çıkar ve ilişkilere bir koruma zırhı oluşturmak için öne çıkartılıyordu.
Kürt coğrafyasında ulusal-demokratik mücadeleye karşı kullanılan Hizbullah’ın devamcısı olan ve aynı gerici ilişki ve çıkarlar üzerinden kendini var etmeye çalışan Hüda Par’ın Genel İdare Kurulu Üyesi Vedat Turgut da Narin’in ailesi ile görüşmesinde sorunu “dış güçler”e bağlayarak gerçeklerin gizlenmesi için üzerine düşeni yapıyordu: “Bu tür vahşilikler, bu tür vandallıklar içimizden çıkmayacak. Bunlar bizim kültürümüz değil; bunlar Avrupa’nın, Amerika’nın, İsrail’in kültürü. Bu kültürü kimler ne amaçla, niye aramıza koydu, onu araştırmak lazım” diyordu Cumhur İttifakı ortağı Hüda Par’ın yöneticisi.
Mezar evler, domuz bağları kimin kültürü?
İsrail’in Gazze’de soykırıma varan katliamlarına karşı ciddi bir tepkinin oluştuğu bir dönemde yapılan bu açıklama, dikkatlerin başka noktaya çekilmesini ve cinayetin arkasındaki gerçeklerin gizlenmesini amaçlıyordu. Turgut, “Bizim kültürümüzde yok” diyordu oysa bırakalım din ve gelenek adına kadın ve çocuklara uygulanan şiddet ve işlenen cinayetleri, Hüda Par’ın devamcısı olduğu Hizbullah; Kürt coğrafyasında daha sonra benzerini IŞİD’de gördüğümüz vahşi işkenceler, mezar evler ve domuz bağlı cinayetleriyle tanınıyordu.
Yine Galip Ensarioğlu, açıklamalarına gelen tepkilere karşı kendini savunmak amacıyla Serbestiyet’e verdiği röportajda, kendisinin Doğru Yol Partisi’nde il başkanı olduğu dönemde (1993-Tansu Çiller’in partinin başında olduğu ve Kürt halkına karşı özel savaş politikasının sürdürüldüğü dönem) partinin il yönetiminde Güran ailesinden birinin bulunduğunu, daha sonra aileden İyi Parti’de yöneticilik yapanların ve şimdi de AKP’nin Diyarbakır Bağlar ilçe yönetiminde yer alan birinin olduğunu söylüyordu. Devamında da Dem Parti’yi suçlamak isterken din ve aşiret ilişkisi üzerinden Narin’in köyü ve ailesi ile olan bağlantısını ele veriyordu: “DEM Partililer Narin kızımızın kaybolduğu ilk günlerde köye gittiler. Pek bir oylarının olmadığı, etkilerinin olmadığı bir köy. Aileden devlet aleyhine, AK Parti aleyhine açıklamalar almaya çalıştılar, aileyi bu yönde kışkırttılar….”
Aynı tutumu Hüda Par Genel Başkanı Yapıcıoğlu da ortaya koyuyordu: Yapıcıoğlu, köy ve ailenin Hizbullah ve Hüda Par ile ilişkisi konusundaki iddianın “İsrail kaynaklı Türkçe yayın yapan bir haber sitesi”nden yayıldığını söylüyor ama bağımsız milletvekili adayı olduğunda köyde en fazla oy alan ikinci aday olduğunu da gizleyemiyordu.
Bu açıklamalar Narin’in köyünün ve cinayeti işleyenlerin devlet ve iktidar güçleriyle bir şekilde temas içinde olduklarını gösteriyor. Yine, korunan feodal-dinsel ilişki ve çıkar çemberinin içinde yer aldıkları için soruşturma sürecinde kollandıklarını da… Bu nedenle Ensarioğlu ve Hüda Par temsilcilerinin “cinayete siyasetin bulaştırılmaması” yönlü argümanları, asıl olarak bahsettiğimiz gerici ilişki ve çıkar ağının devamına dairdir.
Sonuç olarak, katillerin gerekçesi ne olursa olsun Narin cinayeti politiktir ve bu cinayetin arkasında devletin Kürdistan coğrafyasında sürdürdüğü politikaların ve bu politikaların bir devamı olarak ekonomik çıkarlar üzerinden korunan aşiretsel-dinsel ilişkilerin belirleyici bir rolü bulunuyor. Dolayısıyla aile ve köyün suskunluğu ve iktidar ile devlet partilerinin temsilcilerinin “cinayete siyaset bulaştırılmaması” söylemi üzerinden bu gerici çıkar ve ilişkilere koruma kalkanı oluşturmaya çalışması, Narin cinayetini Kürdistan coğrafyasında bugüne kadar işlenmiş karanlık suç ve ilişkilerin bir parçası haline getiriyor. Narin’in alçakça katledilmesine karşı oluşan öfke ve tepkiler, bu cinayetin ve öncesinde işlenen binlerce suçun arkasındaki ‘kutsal ittifaka’ karşı karanlıkların aydınlatılması ve demokratikleşme mücadelesine dönüşmeli, bu gidişata ‘dur’ denilmelidir.