Sonuçlar gömülse de nedenler gömülmez!

SEZAİ SARIOĞLU

Fotoğraf Diyar Saraçoğlu

“Ey çocukluk, mutluluk simyacısı”

“Hep sen kazanırsın ey çözümsüzlük!”

“Neden hep sonumuza doğru benziyoruz”

(Melih Cevdet Anday)

Vicdanlarımıza kadar geri çekildiğimiz yılların içinde, yönsüz bir kırlangıç gibi uça-kona toparlanmaya çalışırken, topluma “otuz iki kısım tekmili birden” naklen seyrettirilen Narin cinayetinin, öfkemizi bilemesi bir yana, pek çok şeyi yeniden düşünmemize neden olduğu söylenebilir. Hâl böyle olunca daha yazının başında Narin derdi etrafında seyreden çetrefilli bir dersin içinde olduğumuzu söylemeliyim. Bu derdin bu trajik haliyle seyrinin, insanları hakikatten koparıp meseleyi “mesele” dönüştürdüğü, kolektif öfke yerine bireysel öfkeye yönlendirdiği, binbir zahmetle inşa ettiğimiz kolektif kendimizden istifa edip “hümanist” sinizmle kaydolmaya davet ettiği söylenmeli. Ortadoğu’da ve Mezopotamya’da en uzun iç çekiş hikâyesinin yaşandığı her yer, halkların ve o halkın çocuklarının kalbidir. Bellek ve vicdan krizinin de yaşandığı bir toplumda, Narin ile dere arasında tasarlanmış ihmalle geçen günler, tahayyül etmesi bile zor kötülük biçimlerinin yürürlükte olması kadar, tepkilerini toplumsallaştıramayan “seyir toplumu” olduğumuzun da göstergesi. Suya ve masallara inanan bir çocuğun, içindeki çiçek bahçesiyle, masallarıyla birlikte suya gömülmesi ve sonrası yüzleşilmesi gereken bu derin trajedi, bir “yüzsüzlük hikâyesi” ve “yüzsüz bir toplum” oluşumuzun da delilidir. Hal böyle olunca, Yunanca “yüz” anlamına gelen “prósōpon” ve “bilememezlik” anlamına gelen “agnōsía” sözcüklerinden türetilen “Prosopagnozi”  (“yüz körlüğü”) kavramları ile bu cinayeti ilişkilendirelim: Narin cinayetinde, aklı ve vicdanları kötülüğe kaydedilmiş köylülerin, kendi yüzleri dahil diğer insanların yüzlerini ayırt edemediklerini, toplumsal, insani ve siyasal “yüz körlüğünün” tüm emarelerini gördük. Gördüklerimiz, “devletin, ailenin ve özel mülkiyetin doğasına” uygun olarak “yüzsüzlük” tiyatrosunun ilk perdesidir. “Yüz” demişken, tarihen ve siyaseten yüzleşmemeye, iyileştirici hatırlamaya değil, resmî tarihin kötücül unutturmalarına biat eden, ayna ve öteki korkusuyla inşa edilmiş muvazzaf bir siyasal coğrafyadan ve onun izdüşümlerinden bahsediyorum.  Bu nedenle “korkudan saçları uzamadan büyütülen çocukların” yaşadığı Tavşanlı köylülerinin “Ödleriyle öten kuşlar gibi” olmalarını, tekil bir trajik örnek olarak değil, yaygın bir kötülük olarak görmek gerekir…

Korucu ve koruyucu ‘sır köyü’

Vahşete verilen olağan tepki, onu akıldan çıkarıp atmaktır. Sosyal anlaşmanın belli ihlalleri, yüksek sesle söylenmek için fazlasıyla korkunçtur; bunun kelime karşılığı ‘dile getirilemez’dir. Bununla birlikte vahşet gömülmeyi reddeder. Vahşeti inkâr etme arzusu, inkârın işe yaramadığı fikri kadar kuvvetlidir.” (Judith Herman, Travma ve İyileşme)

Eskiler, bir kimsenin herkesçe bilinmeyen her türlü yönünü ve özellikle de kötü geçmişini ifşa etmek için “Ben senin cemayüzevvelini de bilirim” derlerdi.Azıcık siyaset bilenler bu köyün, “yer altı tarihini” ve onun üzerinde yükselen siyasi-insani kötülüklerden oluşan “cemayüzevvelini” bilir. Yaşadığımız coğrafyanın “sır toplumu” olduğundan bahisle,Tavşanlı’nın bunuyeniden üreten, herkesin her şeyi bildiği ama bilmezlikten gelip gizlediği “sır köyü” modeli olmasının yanı sıra, siyaseten “makbul” Kürt ve “makbul” Müslüman olarak konumlanmış bir köyden söz ediyoruz. Bu nedenle, devletin makbul saymadığı Kürtlerin tersine müesses nizama eklemlenmiş “korucu ve kollayıcı” Tavşanlı köylülerini, işbirliğinin doğasına uygun olarak mümkün olduğunca kollamak devletin tabiatına uygun. Gelinen aşamada, bu faslın doğal sonucu olarak, Narin “iddianamesinin” devletin ve ailenin tabiatına uygun olarak hazırlanıp kamuoyunda görücüye çıktığına tanık olduk. “Akıl tutulmasına” uğramamış hukukçuların esastan ve usulden hatalı buldukları iddianamenin, “Duymadım. Görmedim. Bilmiyorum.” çarşısındaalıcı bulup bulmadığı sorusunun cevabını insanlar, hangi sınıfa, hangi dünya görüşüne ve nasıl bir vicdana sahip olduklarına göre verebilir. “Diz çökerek ve teslim olarak itiraz eden!” kamuoyunun tepkisini “dağ tavşan doğurdu” olarak özetlemek mümkün. Narin’i kimin ve neden öldürdüğü sorusunu es geçen iddianamede, Narin’in amcası Salim Güran, annesi Yüksel Güran, ağabeyi Enes Güran ve komşuları Nevzat Bahtiyar’ın, “İştirak halinde çocuğu kasten öldürmekle” suçlanmasını, soruşturmanın ilk aşamasında delillerin tasarlanarak yok edilmesiyle açıklamak mümkün. Sözün burasında, bu köyün Dem Partili seçmenlerin köyü olduğunu farzetme hakkımızı kullanıp neler olabileceğini tahayyül edelim…

Anahtar, Tavşanlı’nın anatomisidir

Çocukluğumuzda, sinemalarda, bir biletle üç kardeşin girdiği film başlamadan önce, daha sonraki günlerde oynayacak filmin “parçası” gösterilerek seyirci merak burcuna sokulurdu. Narin cinayetinde senaryoya uygun olarak çekilmiş cinayet ve korku filmi, yer üstündeki birkaç “parçasından”, yeni deyimle “fragmanından” ibaretti. Bu durum, rastlantı değil, neo-liberalizm ve postmodern kuşatılmışlığın doğasında içkin olan “parçayı gösterip bütünü unutturma!” tahakkümünün parçasıdır. Yürürlükte olan iddianame, bu fragmanın hukuki bir uzantısı olarak biletsiz seyrettirilen bölgesel ve belgesel olarak gösterimdedir. Yaygın deyimle, “günün sonunda” yani duruşmaların sonunda, zaman aşımı kredisi de kullanılarak “hukukun da tavşan doğuracağını” söylemek kehanet olmasa gerek.

“Model” demişken kıymetlimiz Marx’ın, Grundrisse’de, insanı anlamak için maymundan yola çıkanlara, maymunu anlamak için de insana bakılmasını önerdiği, “İnsan anatomisi de maymun anatomisinin bir anahtarıdır” cümlesinden el alarak konuyla ilişkilendirelim. Diyalektik mantık gereği, “sır köyü” Tavşanlı’nın ve köylülerinin anatomisini anlamak, düzenin ve toplumun anatomisini anlamanın anahtarıdır. Tersinden, düzenin anatomisi de bize Tavşanlı köylülerinin anatomisini verir. Hal böyle olunca, düzenin tüm kodlarını (kadın-erkek ilişkileri, erkek egemenliği, siyasal İslam, feodalizm, din ve toplum ilişkileri vb.) bu “model” köye bakarak analiz etmek mümkün. Bu bağlamda özelde ve derinde Hizbullah gibi siyasi-dini aktörler tarafından itinayla inşa edilmiş “model bir köyden” ve “model bir köylü” tipolojisini tarihe not düşebiliriz.


“Korucu ve koruyup kollayıcı köyü” vurgusundaki “korucu” ve “koruyup kollayıcı” sözcüklerinin tarihi ve siyasal işlevi, “içtekileri ve içte olup bitenleri ve bitmeyenleri” saklayarak koruyup kollamak olarak özetlenebilir. Bu cinayetteki hal ve gidişin, anlatmak ile inkâr etmek diyalektiğinde “organize suçların organize susmak” olarak tecelli etmesine örnek olduğunu söylemiştik. Cinayetin gelenek, görenek ve inanç halısının altına süpürülmesinin, sadece bu köye ve bu aileye mahsus bir olay olmasının ötesinde olduğunu anlamak için, geçmişte, satırla öldürülenleri, işkencehaneye dönüştürülmüş evleri, “domuz bağı” ile işlenmiş cinayetleri hatırlamak yeter.  “Bunlar bizim kültürümüzün işleri değil” vurgusunun yanı sıra yedi sülalesinin şeceresini sayıp “köken masalı” anlatarak, ilk ve son tahlilde olayı “Koca bir ailenin karalanmasını bir takım dış güçlere ve onların yerli uzantılarına bağlıyoruz”, diyerek  “kökü dışarıda olanlara!” bağlamak, köylü kurnazlığı olmanın ötesinde öğretilmiş klişe bir demagoji olsa gerek.

Tarih muhabbetlerini arttırsın!

“Narin’cik oradan çıkamazdı, nasıl çıksın? Bunca şey görmüş geçirmiş toplum, kendini boğulup çuvala tıkılmış, dere kenarına atılmış sayamaz. Sayıyorsa, zorba heriflerin elinde can veren Narin’le değil, ağız birliği edip susarak kendi haysiyetinin üzerinde tepinen ahaliyle kendini özdeşleştiriyordur.” (Ümit Kıvanç)

Devlet, siyaset, din arasındaki sürdürülebilir işbirliğinin model aktörlerinden olan, saçını-sakalını bu işlerde beyazlamış Galip Ensarioğlu’nun vecize kıvamındaki Soruşturmada gizlilik var, ayrıca son aşamaya gelindi. Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var, çünkü aile de bizim dostlarımız.” sözü suçüstü yapılacak bir beyan değilse nedir? Bölgede aşiret iktidarını temsil eden Ensarioğlu’nun ağzından baklayı çıkarıvermesi sürçülisan değil, ilgililere mevkisini ve mevzisini hatırlatarak soruşturmanın sınırlarını çizip istikamet göstermek olarak okumalıyız. .

Kendilerini “Dindar” olarak takdim eden Tavşanlı köylülerinden hareketle “Din” bağlantılı birkaç cümle kuralım: İnsanlığın, 21. yüzyılın başında yaşadığı bir dönemde, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında nasıl ilişki kurulacağı sorusunun en güçlü ve yaygın cevabını hâlâ dinin verdiği bir dünyada yaşıyoruz. Burjuva devrimlerine, ilerlemeci-pozitivizmin hüküm sürdüğü yüzyıllara ve “insanı insana kul eden” kapitalizm çağına rağmen, dinlerin dünyada hâlâ en yaygın çare olduğu gerçeğiyle karşı karşıya oluşumuz, Tavşanlı köyündeki hikâyeyi anlamamız için düşünmeye davet eder. Dinin bu denli yaygın ve işlevsel oluşunu anlamanın anahtarlarından biri, Marx’ın, “Din”i, “Kalpsiz bir dünyanın kalbi, tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu” cümlesindeki anlamı kavrayabilmektir. Hal böyle oluncabuköyün tarihsel gelişimini anlamak açısından “dinin yakın tarihte ve bu coğrafyadaki rolü” üzerine birkaç not düşelim: 12 Eylül sonrasında sosyalistlerin imhasıyla boşalan boşluğun Cunta tarafından tarikatlar ile doldurulmasıyla, dini referans alan siyasal partilerin cami/tarikat sınırlarını aşarak gündelik hayatı, toplumu ve devleti talep etmeleri başladı. Son kırk dört yıllık yol haritası bize, dinin, modernizmden, pozitivizmden çok daha hızlı olduğu, bilim karşısında üstünlüğü ele geçiren dinin alacaklarını tahsil etmek için elini çabuk tuttuğudur. Bir yanda laiklikten, cumhuriyetten alacaklarını tahsil eden bir zihniyet dünyası, öte yanda laiklikten ve cumhuriyetten yana olduğunu iddia eden dogmatik bir başka zihniyet dünyası… Bu cinayetin ortaya çıkardığı hengamede, küresel aklı ve sermayeyi arkasına alarak, ideolojiden felsefeye, sanattan politikaya kadar rıza ve zor mekanizmalarının işletildiği hayatın her alanına sızan kuşatmaya karşı, kurucu dogmalarıyla yüzleşmeyen klasik laisizm söylemiyle, cumhuriyetin kategorik ilkelerini tekrarlayan, milliyetçi-ırkçı bir zeminden mücadele etmenin mümkün olmadığını anlamayan bir başka zihniyet dünyasının konumunu sağlamlaştırma çabasına tanık olduk. Mustafa Kemal Atatürk’ü medya dahil günde beş vakit cümle içinde kullanınca her şeyin düzeleceğini zanneden, işin kolayına kaçan siyaset ve medya hezeyanları şöyle karikatürize edilebilir: “Rahmetli sağ olsaydı, Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, rahmetlinin izinden gidilseydi, ‘milletin efendisi olan’ köylüler, ‘hayatta en hakiki mürşit ilim’ diskuru ile donansalardı zinhar böyle bir olay zuhur etmezdi!”

Bizim/Bijim mahallenin halleri

“Ay kana kana batıyor/Eşkiyalar gecenin yangınını izliyor uzakta/Kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir otobüsteyim/Jandarma daima nesirde kalacaktır/Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine/Ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça”  (Cemal Süreya)

Narin cinayetinin “jandarma bölgesinde” gerçekleşmesiyle ve soruşturmanın ilk günlerinde jandarmanın ihmali olduğu iddiası dahil, “jandarma” sözcüğünün cümle içinde geçtiği bir süreç yaşadık. Hal böyle olunca da, olaylar film şeridi gibi gözümün önünden geçtikçe, “jandarmanın tarihteki ve şiirdeki yeri” geliyor aklıma. 12 Eylül öncesinde naif bir edayla söylediğimiz “jandarma biz sosyalistiz/ dostuz yalnız biz sana/ kurtuluşun bizimledir/ elini uzatsana” seslenişimizin işlevsiz olduğu, jandarmanın nesirde kaldığı yılların çok geride kaldığı da aklımın bir köşesinde duruyor… 

Bu olayda da “büyük hisseli zulmün, küçük hisseli ortaklarının” işbirliğini gördük. Gördük ama, bu olaydan yola çıkarak, kapitalizmi ve suçluları suçüstü yapamadık.  Narin olayı, bizim/bijim mahallenin çocuklarının “etkisiz eleman” olduklarının bir delili daha oldu. Hayattan, sokaklardan, kitaplardan ve birbirimizden zarar etmekle kalmayıp birbirimize devlet olduğumuzun delili olarak bu “karşılıksızlık halimiz” sürüyorsa, okuduğumuz tüm kitapları dizimize koyup düşünmeli. Politik reflekslerimiz çok sınırlı olduğuna, toplumdan ayrı düz/düş koşu yapmaya devam ettiğimize, teorik, politik ve örgütsel mecalsizliğimizin sürdüğüne itiraz etmek yerine itiraf edelim.  Demem o ki, 12 Eylül öncesi her yere heves nefes coşan ve koşan hallerimizi ara ki bulasın. “Sürdürülebilirlikten” yoksunlukkoşullarında bu mesele bize, sosyalistlerden yoksun bir toplumun nerelere savrulacağının delili oldu. Öyle bir haldeyiz ki, kaybettiğimiz müdahillik reflekslerimize yeniden kavuşup, kendi içimizde de bir ihtilal yapıp toparlanamaz isek devlet her birimizi tek kişi sanmaya devam edecek. Bizim mahallenin çocukları olarak, 1974-80 dönemindeki “Devrimci arzunun cüretini ve cesaretini yeniden ele geçirmemiz gerekiyor.” Gerek yetkililerin gerekse de medyanın marifetiyle çoğu kez “kuşa bak!” yapılarak kuşatıldığımız bu süreçte, “Adalet ve hakikat” yolunu izleyerek siyaset yapılacaksa toplumu teslim alan derinliklere nüfuz edilerek, bazı şeyleri göze, söze alarak ve eyleme dökerek çıkılabilir.

Hakikat ile imajı tartmışlar

“Konu başkalarının acılarına bakmak olduğu zaman, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır” (Susan Sontag,“Başkalarının Acısına Bakmak”)

Sontag’ın bu saptamasının tersine, bizim coğrafyamızda, başkalarının acılarına ve yaralarına basarak, başkalarının varlığını ve dillerini inkâr ederek “biz” olma geleneği hüküm sürüyor… Hakikat yerine imaj taşıyıcısı olan “bir dereden bin yalan getirmekle” meşgul ve meşhur olan medya, kitleleri “yanlış biz” olmaya ikna edip inşa eden bir işlev görüyor.“Kötülük toplumu”nun ve “Kötülük Dayanışması”nın sonucu olarak, okurun, hastanın, izleyicinin ve giderek her yurttaşın “müşteri” olarak, para+meta+para denkleminin para+yurttaş+para denkleme dönüştüğü sürecin kuşatması altındayız. Ortalık sosyal medyada, televizyonlarda izleyici merakını köpürterek, hakikati kendileri icat etmiş gibi sansasyon merakı, abartma ve “müşteri çekme” görünümleriyle dolu. “Canlı bağlantı” şeklindeki “orta oyununda” mikrofon tuttuğu özneleri figüran konumuna sokan acar gazeteciler revaçta. Böylece, medya marifetiyle inşa edilen hegemonya ile yurttaşların “ipsiz bağlandığı”, hakikat yerine imajın geçtiği, bilginin ve ilginin magazinleştiği, tepkilerin arabesk, popüler kültüre eklemlendiği bir süreç yeniden üretildi. Ezcümle, savaşlar dahil her şeyi naklen izleyen “Seyir toplumuna” dönüştüğümüz bir gerçek. Kendini, eski zamanlarda Doğu’da, tarihi olaylardan örnekler vererek anlatan vâkanüvis sanan “acar muhabirlerin” her birinin birer hikâye anlatıcısı olarak zuhur etmesi, özgürleştirici bir anlatımın ötesinde tuhaflık olarak yaşandı. Medya medyumları bir yana, Narin’in taammüden öldürülmesiyle köylüleri sırtlarına hiç çıkaramayacakları dikişsiz birer sus ve suç gömlekleri giydiler.

Narin kız, nereden bilsin?!

“İm bilse er ölmes” (Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t-Türk)

Evvel zamanlarda “im” sözcüğü, komutanın, silah veya kuş adlarından birini, parola olarak koyduğu kelimeye denirdi. Böylece, gerek düşman askerleri gerekse de kendi arkadaşlarıyla karşılaşan savaşçılar, bu işaretler (im) sayesinde birbirlerine zarar vermezlerdi. İki er, çoğu kez, gecenin “sü (asker) uyur düşman uyumaz” vaktinde karşılaştığında biri öbürüne parolayı (“imi”) sorar; asker parolayı bilirse içlerinden biri olduğunu anlar ve sorun halledilirdi. Parola sorulan asker başka bir parola söylerse öldürülebileceğinden hareketle, “İm bilse er ölmes” (Parolayı bilen er ölmez) özdeyişi gelenek olmuştu.

Bu tarihsel bilgileri Narin cinayetine tercüme ederek sürdürelim: Narin kız, “sır köyünün” ezel-ebed “susmak” olan parolasını bilecek kadar büyümediğinden bunu dillendirmek ihtimalini canıyla ödedi… Narin kız, silahi, siyasi ve “ahlaki” olarak görülmemesi gereken şeyleri görmenin, ailesi ve köyünün yazılı olmayan “anayasasında” cezasının ölüm olacağını nereden bilsin? “Aleyhistan’da yeni bir lehçe” olan Can Yücel’in, dilinden de sürülen Cemal Süreya üzerine yazdığı şiirdeki “Turnalar turnalar ki/ Silahı ve siyaseti bilir/ Bir sitemle savuşurlar/ Yıllarca uğramazlar o ülkeye” dizelerini de misafir edelim yazımıza. Gökyüzünden geçen turnaları saymaya meraklı Narin kız, “Siyaset” sözcüğünün, Arapça “Seyis” (at bakıcısı) kelimesinden türediğini nereden bilsin? Gömüldüğü derede yaşarken taş sektiren, köyün çeşmesinde akan su ile Kürtçe şakalaşan Narin kız, Osmanlı’da, idam mahkumu siyasilerin başlarının kesildiği yere “Siyaset Çeşmesi”, cellatların satır, bıçak ve usturalarını burada yıkadığı için ise “Cellat Çeşmesi” dediklerini nereden bilsin? Narin kız, Osmanlıda “siyaset etmek” deyiminin “öldürmek, idam etmek” anlamına geldiğini nereden bilsin? Narin kız, kendisini dereye gömen “vazifeli” şahsın ellerini derede yıkayacağını, kendi eşarbıyla kurulayacağını nereden bilsin?

          Madem ki turnalara yolumuz düştü, Narin’in hikâyesini Metin Altıok’un yine Cemal Süreya için yazdığı “Bilmiyorum bir turnadan/ Acaba kaç şiir çıkar/ Ama senin şiirinden/ Kalkan turnalar// Mutlaka bir halkın/ Solgun tarihine konarlar” dizeleriyle ilişkilendirerek bitirelim: Bilmiyorum Narin’den kaç şiir kaç ağıt çıkar ve onun hikâyesinden kalkan turnalar, kimlerin kalplerine konarlar?