ZAFER YÖRÜK

“İnsan, aydınlık figürler imgeleyerek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir.”
(Carl Gustav Jung)
Türkiye kamuoyu, Diyarbakır’ın kırsal bir mahallesinde Narin Güran adlı bir kız çocuğunun öldürülmesi vakasıyla uzun süre meşgul oldu. Bu, belki de bugüne kadar üzerine en çok enformasyon ve yorum üretilen çocuk cinayeti vakasıydı. 2024 yaz sonu ve sonbahar ayları boyunca hemen her gün medyada öne çıkan bir gündem maddesi olarak heyecanla, hararetle ve “bütün boyutlarıyla” işlendiği görülmesine rağmen cinayetin failleri bir türlü net olarak belirlenemiyor.
Oysa Türk ceza yargısı kurumsal tarihi itibarıyla, “hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde” kuralının açıkça çiğnenerek hüküm verilmiş belki binlerce mahkeme kararıyla namlı. Cezaevleri de suçluluğu ispatlanamamış binlerce mahkumla dolu. Otuz yıl şüpheli sıfatıyla hapiste tutulduktan sonra nihayet tahliye edilen İlhan Sami Çomak en yeni örnektir. Öte yandan, Dersim’de beş yıldır kayıp olan Gülistan Doku adlı üniversite öğrencisi için açılan soruşturma dosyasında, genç kadının intihar ettiği iddiasını ısrarla yayan bir polisin adı bulunuyor; bu kişi meslekten istifa ettiriliyor ama cinayet şüphesiyle soruşturulmuyor. Geçtiğimiz Ekim ayındaysa Van’da üniversite tahsili yapan 21 yaşındaki Rojin Kabaiş’in cansız bedeni, kayboluşunun ailesi tarafından yetkililere bildirilmesinden 18 gün sonra bulundu. Rojin’in babası, üniversite ve öğrenci yurdu içindeki bazı yapıların ve yöneticilerin kızının ölümüyle ilgili olarak soruşturulmasını istiyor. Bu unsurların, kızının intihar ettiği iddiasını yargıya ve kamuoyuna empoze etmeye çalıştıklarını ama hayat dolu bir genç kadın olan Rojin’in ölümünde cinayetten başka bir ihtimal olamayacağını ifade ediyor. Gülistan Doku ve Rojin dosyaları, yargı makamları tarafından “her türlü şüpheye yer verecek şekilde” intihar hükmüne varılarak kapatılma riski taşıyor. Ama Narin davasında hüküm verecek olan hukuki otorite titiz davranıyor. Belli ki onun öyle bunun da böyle davranması gerekiyor.
Cinskırımın ‘derin’ yapılarla ilişkisi
Mahkemenin aşırı titizliği medyanın aşırı ilgisiyle birlikte ele alındığında, güvenlik, enformasyon ve yargılama işlerini yürüten kurum ve kuruluşların topyekûn iflasını teşhir edecek bir finalin daha ufukta belirmekte olduğu görülecektir. Bu toplu iflasın kaynağını görmek için, her üç daldaki kuruluşlara da soruşturmanın başlangıç aşamasında “siyasallaşmama” yolunda yapılan bir “siyasal” uyarıyı hatırlamak gerekiyor: “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Aile de bizim dostlarımız.” İktidar partisinin Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun bu beyanı, daha önce Gülistan Doku’nun ölümüyle ilgili soruşturmaya Giresun Milletvekili Nurettin Canikli’nin müdahalesi benzeri bir aleni perdeleme ya da hukuki dilde “delilleri karartma” talimatı içermektedir. Bu müdahaleyle birlikte medya kuruluşlarının başlangıçta ucundan değindikleri bir boyutu (Hizbullah, tüneller, mermiler, silahlar, vb.) derhal terk ederek baba ve amca arası anlaşmazlıklar, borç-alacak meseleleri, ensest, Kuran kursu hocasının pornografi tutkusu gibi detaylar üzerine gereğinden fazla konuşma yoluna yöneldikleri görüldü. Söz konusu üç temel kurumla (kolluk, medya ve yargı) ilişkilerinde hemen hepsi birbiriyle akraba olan köy (mahalle) ahalisiyse, çocuklar da dahil olmak üzere tam bir Omerta (suskunluk yemini) gereğince davranma tavrını sürdürüyorlar.
Perdenin arkasındaki karanlık bölgede olanlara gelince; bunlar, medya ve köy ahalisini birlikte içeren “Omerta” öncesinde değinilmiş birkaç ipucu üzerinden en fazlasıyla tahmin edilebilir. O karanlık bölge, hane içleri kadar ağaç kuytulukları, ahırlar, bodrumlar ve tüneller gibi loş alanlardan oluşuyor. İşte o mekânlarda siyasi illegaliteyle bir kültürel/siyasi cinayet türü olan cinskırım (femicide) boyutlarının, başka bazı vakalarda olduğu gibi iç içe geçmiş olabileceği kuşkusu ortaya çıkıyor. Taciz/tecavüz de içermesi mümkün bir çocuk cinayetinden daha fazlasıyla yüklü bir gerçeklikle karşı karşıya olunma ihtimali oldukça yüksek.
Kız çocukları ve genç kadınları hedef alan cinayetler, ülke genelindeki yaygınlığı nedeniyle bir cinskırım tırmanışına işaret ettiği gibi, bu cinayetlerin “doğu ve güneydoğu” tabir edilen bölgede yalnızca aşırı mutaassıp/muhafazakâr kültürle değil, devletin derin yapılarıyla da ilgili oldukları görülüyor. Yukarıda değinilen Gülistan Doku ve Rojin vakalarında bazı izler seziliyor. En tipik vakaysa, 1998’de İslamcı feminist Konca Kuriş’in kaçırılması ve 38 gün sürekli işkence edilerek vahşice öldürülmesiydi.
995 km: Ruhları bedenlerinden sökmek!
Hizbullah adlı silahlı örgütün sayısı yüzlerle anılan Kürt aydın, yazar, haberci, hukukçu ve siyasetçiyi sokakta kurşunlayarak infaz ettiği, Kuriş’in maruz kaldığı domuz bağı işkencesi yöntemiyle de birçok cinayet işlendiği, bazı infazların videoya çekildiği bilinmekle birlikte cinayetlerinin tam sayısı üzerine kesin bir veri bulunmuyor. Adını tanrıyla özdeşleştirmiş bir örgütün domuz bağı işkencesi gibi sadistçe bir cinayet yöntemine başvurma nedenini ise şu cümlede bulmak mümkün: “Lakin onları öldürmek yetmez, ruhlarını da bedenlerinden sökmek gerekir amma artık rabbin bahşettiği gücümüz ne kadarına yetiyorsa.” Murathan Mungan, 995 km romanında Hoca karakterini böyle konuşturuyor.
Mungan bir röportajda, Cihadın Askerleri adıyla andığı Hizbullah’ın karanlık ve karmaşık dünyasına derinlemesine bir bakış da getiren bu romanı kurgularken aklındaki bir tema olarak “örgütlü kötülük” kavramından söz ediyor. Din ve ideoloji, kötülüğü haklı ve meşru bir kılıf içinde sunabiliyor. Yazar bir başka röportajda, bütün anlatı konularının Antik Yunan döneminde, geriye kalan birkaç tanesinin de Shakespeare tarafından işlendiğini, dolayısıyla güneşin altında özgün bir ‘konu’ kalmadığını söyler. O halde her yolculuk anlatısı özünde, Odysseia’nın tekrarıdır. O destanın bir yerinde, anlatının asıl başlangıç anı olarak Troya savunmasının ünlü at hilesiyle kırılışı belirir. Odysseus, bu olayın baş aktörlerinden biridir. Destan kahramanı, hikâyenin sonunda benzer bir hileyi tekrarlayarak eşi Penelope’ye kavuşacaktır. İthaki’ye ulaşan Odysseus, eşinin etrafını sarmış 108 taşkın erkeğin (talipler) kuşatmasını yararak evine sızabilmek için dilenci kılığına girer ve oradaki müttefikleriyle birlikte yine içeriden bir taarruzla talipleri ortadan kaldırır.
995 km’deki anlatı ise bir cinayetle açılır ve Diyarbakır’dan Alanya’ya uzun bir yolculuğun ardından bir başka cinayetle noktalanır. Bu kadarıyla, Odysseia konusunun edebiyat tarihindeki kimbilir kaçıncı kez yeniden yazılışından ibarettir. Bu tekrarlar arasında önemli bir kilometre taşı, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreğianlatısıdır ki 995 km’de Mungan’ın Homeros’tan çok Conrad’ı takip ettiğini söyleyebiliriz. Conrad’ın kahramanı Marlow, Kongo nehri olduğu düşünülen o nehir üzerinde vahşi doğanın içinde ilerleyen yolculuğu boyunca Batı uygarlığının, bütün insan doğasının ve kendisinin içinde taşıdığı karanlığı adım adım keşfedecektir.
“Dehşet! Dehşet!”
Daha sonra Francis Ford Coppola, karanlığın yüreğine yapılan bu yolculuğu Vietnam savaşı atmosferi içinde yeniden kurgulayarak sinema tarihinin başyapıtlarından biri olan Kıyamet’i çekti. Coppola’nın anlatısı, Mungan’ın romanına Conrad’dan daha yakındır çünkü orada da başkarakter bir tetikçidir. Albay Kurtz’u ortadan kaldırmakla görevlendirilen Yüzbaşı Willard, yolculuğu boyunca içinden geçtiği karanlık ve dehşetin izleyicisi değil bizzat faili, yaratıcısı ve sorumlusudur. 995 km’nin başkarakteri de öyle.
Willard, Albay Kurtz hakkındaki resmi suçlamanın dört Vietnamlı ajanı yargılamadan öldürmek olduğunu duyunca şöyle der: “Burada birisini cinayetle suçlamak, Indy 500 otomobil yarışlarında aşırı hız cezası kesmeye benziyor.” Kıyametfilminin kilit cümlesi bu olsa gerekir. “Dünya mı küçük biz mi her yerdeyiz?” Kartal Yüzbaşı karakterinin sarf ettiği bu sözler de 995 km’nin kilit cümlesi olmalı. Cinayet ve şiddet şüphelisi ya da tescilli faili resmi ve yarı-resmi şahıslarla iç içe bir gündelik hayat sürdürmekte olduğumuz gerçekliğini okura hatırlatır.
Willard da tetikçi de ayrıksı kişilikleri nedeniyle iki anlatının başkarakteri olmuşlardır. Film, Willard’ın film zamanı öncesinde yaşadıklarından kaynaklı travma sonrası stres bozukluğu semptomlarıyla açılır. Dağınık, alkolik, disiplinsiz ve başına buyruk bir askerdir. O nedenle olsa gerek, sıra dışı bir öldürme görevi için ideal adaydır. Mungan’ın yapıtında yarattığı tetikçi karakteriyse aksine aşırı disiplinli ve tedbirlidir. 41 cinayeti vardır ve hepsinin de faili meçhuldür. Onun ayrıksılığı, sadakatinin derin devletten önce Cihadın Askerleri cemaati ve örgütüne olmasından kaynaklanır. Tetikçi, 1990’lı yılların günümüzde AKP-Hüda Par koalisyonu olarak taçlanmış önemli bir olgusuna işaret eder. Kürt siyasi öznesiyle devlet arasındaki savaş, silahlı İslamcı bir örgütle (Hizbullah) derin devlet yapıları tarafından birlikte yürütülmüş ve sürdürülmektedir. Tetikçinin silik sureti ve talimli bedeni, iki paralel teşkilatın birbirine lehimlendiği yüzey olarak belirir.
Karanlığın Yüreği ile 995 km’nin özellikle birinci bölümünün benzeştiği bir başka nokta da yolculuğun hedefidir. Conrad’ın yapıtında fildişi avcısı Kurtz şirketin yolundan sapmış, dolayısıyla da sözleşmesi feshedilecek bir karakterdir. Aynı biçimde Kıyamet’te Albay Kurtz’un ortadan kaldırılması, yolculuğun nihai amacıdır. Buna rağmen her iki Kutz da infazcıları Marlow ve Willard nezdinde hayranlık uyandıran kişiliklerdir. Yaptıkları işlerde çok başarılı ve yetenekli oldukları tartışılmaz; ayrıca çevrelerinde toplanmış çoğunluğu yerli kabilelerden oluşan insan kitleleri tarafından yarı-tanrı olarak görülüp tapınılacak kadar karizmatik karakterlerdir.
995 km’de tetikçi karakterinin yaptığı yolculuğun temel amaçlarından biri Hoca’ya ulaşmaktır. Yolculuk Adana’da gerçekleşen o buluşmayla sonlanmamakla birlikte en önemli uğrak noktasıdır. Burada söz konusu olan, görevden alma ya da öldürme değil, takdir ve kutsanma arzusudur. Cihadın Askerleri’nin amelî ve ruhani lideri olan Hoca, Kurtz misali tetikçi de dahil olmak üzere hükmettiği cemaat tarafından adeta tapınılan bir figürdür.
Deliliğin rasyonel anlam dünyası
Conrad’ın Kurtz’u Şirket’e ve Marlow’a göre, Coppola’nın Kurtz’u da Pentagon’a ve (kısmen) Willard’a göre delidir. 1990’ların “katı laik” Türkiye Cumhuriyeti devletine göre Hoca ve benzeri tarikat/cemaat mürşitleri “meczup”tur: Refah Partisi milletvekiliyken hapis cezası yiyen ve ardından kendini Mesih ilan eden Hasan Mezarcı, Aczimendi tarikatı önderi Müslüm Gündüz, on altı yıl süreyle hapiste uydu üzerinden zihin kontrol operasyonlarına maruz kaldığına inanan İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu… Atatürk heykeline saldıranlardan anıtkabirde tekbir getirenlere kadar yüzlerce “meczup” örneği alt alta yazılabilir. Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’ndeFransız İhtilali’nden itibaren dindarlığın bir psikiyatrik bozukluk türü olarak kodlanarak “dinî delilik” hastalarının kitleler halinde tımarhanelere kapatılışını modernitenin kurucu fiillerinden biri olarak anlatır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinde rejim karşıtlarının akıl hastası muamelesi görerek kliniklere kapatıldığı durumlar mevcuttur.
Delilik ya da “meczupluk”, siyasal iktidar ve ortalama vatandaş için olduğu kadar anaakım psikiyatri açısından da yoldan çıkmış, etrafına zarar verme potansiyeli taşıyan, dolayısıyla da kapatılması ya da kontrol altında tutulması gereken bireylerin durumunu tanımlar. Tımarhaneler, modern çağın başlangıcından beri bu tanıma uygun bireylerin toplandığı ve kapatıldığı alanlar olarak var olmuştur. Çeşitli tür ve dallarıyla birlikte cumhuriyet tarihi boyunca Nakşibendilik ve Nurculuk akımlarının öyküsüne bakıldığında modern akıl temelinde kurulmuş ve ilerleyen düzenin irrasyonel ötekisi olarak kodlandıklarını ve görünen modern zeminin yeraltında ya da belli bölgelerde kapalı/kapatılmış cemaatler olarak hayatta kalmaya çalıştıkları görülecektir.
Psikotikleri toplayıp kapatmak yerine terapinin mümkün olduğunu savunan psikanalist Jacques Lacan’ın delilik üzerine önemli bir tespiti var. Lacan, psikotiklerin gerçeklik hissini tamamıyla yitirdikleri tezine karşı sanrısal anlamlandırma yoluyla kendi gerçekliklerini kurduklarını gözlemler. Bu, sanıldığının aksine şaşırtıcı derecede rasyonel ve mantıklı bir gerçekliktir. Ama, anaakım insan öznenin gerçekliğinden farklı bir anlamlandırma dünyasına sahiptir: “Delilik akıldışılığın değil, aklın bir ürünüdür. Bu, en katı mantığın uygulanmasıdır. Sanrının oluşumu … çok saf bir mantıksal çıkarım zincirini takip eder. Bir adam aşıktır ve sevgilisini yer. Bu son derece mantıklıdır çünkü aşk, bünyeye dahil etme ve sevdiğin kişiyle tek bir bütün olma arzusu demektir.” (Darian Leader, Introducing Lacan, 2000.)
Karanlığın Yüreği’nde
Bu klinik gözlemden hareketle Kurtz ve Hoca karakterlerine geri döndüğümüzde Şirket, Pentagon ve laik devlet tarafından gerçekdışı, akıldışı ya da delilik olarak tanımlanan durum, farklı bir anlam kozmosu, farklı bir gerçeklik tanımı kazanacaktır. Üstelik iki durumda da bu farklı kozmos, kolektif geçerlilik kazanmıştır. Şirket temsilcisi Kurtz, “sonsuz karanlığın kalbinde” yerli ve beyaz topluluklardan kendine tapan bir kabile kurmuştur. Albay Kurtz da “karanlığın kalbi” Doğu Kamboçya’da Montagnard, Khmer ve Amerikan silahlı güçlerinden oluşan, yerel inanç ve ritüellerin hakim olduğu tuhaf bir kabilenin tanrısıdır. Her iki kabile içinde de “dehşet” egemendir. Ama bu, Conrad ve Coppola’nın yardımıyla o kabilelerin dışında kalan evrene hakim daha kapsamlı bir “dehşet” atmosferi içinde yaşamakta olduğumuzun bilincine varmamıza neden olur.
Bu farklı gerçeklik evreni üzerinde ne Belçika kralının kuralları ne de ABD yasaları, yalnızca Kurtz’un yasaları geçerlidir. Uymayanlar idam edilir, kafaları kesilir ve ağaçlara asılarak sergilenir. IŞİD’in kelle kesme, diri diri yakma videolarını getiriyor akıllara ama öncesinde Hizbullah’ın sayısı 200 civarında Kürt aydın ve gencini ortadan kaldıran sokak infazları, ev bodrumlarındaki hücrelerde hapsedilenler ve domuz bağı işkencesi yöntemiyle gerçekleştirdiği infazlar mevcuttur. Farklı bir gerçeklik algısı, kendine özgü tutarlı bir anlam dünyası ve kendi yasalarından müteşekkil farklı bir kozmostur söz konusu olan. Dışarıdan kriminalite, irrasyonalite ve delilik olarak görünür. Şirket ve Pentagon Kurtz’u öldürmek ve kabilelerini (“karanlığın yüreğini”) dağıtmak suretiyle sorunu çözme yoluna giderler.
İşte 995 km’deki tetikçinin Adana molası, bu nedenle önemlidir. Parolalar, semboller, takip, gizli kapılar, dehlizler, iç avlular ve koridorlardan geçerek ulaşılan Hoca’nın odası, karanlığın yüreğidir. Kontrgerilla ve Hizbullah’ın birleştiği özne olarak tetikçi, ana rahmine, dehşet kozmosunun kalbine kavuşmuştur.
Karanlığın nabzı: Devlet, Cemaat ve Cinskırım
Hizbullah-kontrgerilla koalisyonu, 1998’den itibaren feshedilmiş olmakla birlikte farklı biçimler altında halen sürmektedir. Günümüzde AKP-Hüda Par arasındaki seçim ittifakı bu sürekliliği sembolize eder. Dahası, Batman, Silvan, Cizre ve Nusaybin başta olmak üzere Hizbullah’ın kendi yasalarının egemen olduğu köy, mahalle, ilçe ve benzeri yerleşim nüfuslarından müteşekkil farklı bir toplum, devletin kapsama alanı dışında varlığını sürdüren farklı bir anlam dünyası, bir paralel evren mevcuttur. Tarikatların kontrolüne ihale edilen ibadethaneler, Kuran kursları, öğrenci yurtları, hatta resmi eğitim kurumları o anlam dünyasının yeniden üretimi, derinleşerek genişlemesi için işleyen mekanizmalardır. Narin cinayeti benzeri femicide ve cinskırım vakalarının dış dünyaya kapalı cemaatler, paralel evren ve paralel hukuk gibi olguların meşrulaştırılmasıyla eşzamanlı olarak tırmanışa geçmesi kaçınılmazdır.
Bu bağlamda sorun, kendini genel olarak toplumsal normların özellikle de Medeni Hukuk’un kapsama alanının dışında konumlandırmış içe kapalı cemaatlerin oluşumundan ibaret değildir. Devlet onayıyla işlenen siyasi cinayetler ve hak ihlalleri için geçerliliği artık kanıksanmış olan “dokunulmazlık zırhının” Hizbullah ve benzeri örgüt ve cemaat mensuplarının cemaatleri içinde ve dışında işledikleri hukuk dışı fiillerin tümü için geçerli olma eğilimidir. Öyle görünüyor ki Hizbullah’ın evlatları, tecavüz ve cinayet şüphelisi sıfatıyla soruşturulması “teklif dahi edilemeyen” derin devletin evlatları Tolga Ağar ve Şirin Ünal gibi yasalardan muafiyet statüsünün eşiğine gelmişlerdir. Bu, “laik devletin” 1990’larda verdiği bir tehlikeli temas kararının sonucudur: Kürt hareketinin oluşturduğu tehdide karşı birlikte hareket etmek. Mungan’ın tetikçi karakteri dolayımıyla gösterdiği üzere süreç içinde kimin devlete kimin örgüte hizmet ettiği belirsizleşir, iki yapı adeta birleşir, iç içe geçer. Karanlık, derinleşerek yayılır ve devletin kalbine bulaşır. Kontrgerilla’yla Hizbullah arasındaki dehşet ittifakı, milli devletin hamurunda bulunan Türk-İslam sentezinin en karanlık semptomudur.
21 Ağustos günü öğleden sonra Tavşantepe mahallesi ahalisi arasında kimler Narin Güran adlı kız çocuğuna ne yaptılar; nasıl öldürdüler hâlâ bilmiyoruz. Kimler, hangi amaçla ve hangi şekilde küçük kızın cansız bedenini 8 Eylül gününe kadar sakladı, bunu da bilmiyoruz. Aşırı medya ve kamuoyu ilgisine rağmen bunları öğrenemiyoruz ve muhtemelen hiç öğrenemeyeceğiz.
Tavşantepe mahallesinin gün ışığına kapalı ağaç kuytuları, hane içleri, bodrumları, ahırları, tünelleri ve dehlizleri örgütlü kötülüğün imalathaneleridir; karanlığın nabzı oralarda atmaya devam etmektedir.