Erdoğan Aydın: Güç birikimi için Kürt sorunu kapanından çıkmak lazım

SÖYLEŞİ: ERDİ TÜTMEZ

Bir yanda Öcalan’a Mecliste konuşma yapma çağrıları, Türk-Kürt kardeşliği vurguları, diğer yandan kayyımlar… DEM’li siyasetçileri alkışlama ile tutuklamalar, baskılar aynı anda yaşanıyor. Ekim ayından bu yana Kürt sorununun çözümüyle ilgili ortaya çıkan umut ve karamsarlık arasındaki sarkaç hali devam etmekte… Barış umudunu büyütmek, çözüm çabalarını kuvvetlendirmek için aralarında yazar, gazeteci, akademisyen ve siyasetçilerin yer aldığı bir grup aydın, geçtiğimiz aralık ayı ortasında kayyım atanan Mardin ve Batman belediyelerine ziyaretler gerçekleştirdi. Ziyaretler bölge halkına dayanışma mesajı içermesinin yanında, batıya da “dayanışmayı büyütelim” çağrısıydı. Kayyım atanan belediyeleri ziyaret eden aydınlar arasında yer alan Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın ile yaptıkları geziyi ve “yeni süreç” tartışmalarını konuştuk.

-Kürt belediyelerine üçüncü kez kayyım atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz ve aydınların kayyım atanan belediyeleri ziyaret kararı nasıl ortaya çıktı?

Çok uzun zamandır hem egemen ideoloji hem de devlet tarafından Kürt sorununun görmezden gelinmesi, bu sorunun ısrarla “terör”le özdeşleştirilmesi hali giderek derinleşiyor. Kayyım meselesi de bunun en tipik göstergesi. Adeta Kürtlükten söz edilen her yer “terör”le damgalanıyor. Bu politika aslında Türkiye’nin bütün alanlarında; başta emeğin sömürüsü, asgari ücret, emeklilik hakları, memur güvencelerinden başlayarak diğer tüm siyasal, ekonomik alanları boğmanın da temel gerekçesi yapılıyor. Kürt halkının seçtiği belediyelerin ısrarla kayyım eliyle geçersiz kılınması politikası aslında Türkiye’de bir diğer gerçeği de ortaya çıkarıyor. Adeta Kürt nüfus çoğunluğuna sahip yerlerin seçmen iradesi bile reddediliyor. Onların seçmen olabilme, vatandaş olabilme hakları ortadan kaldırılıyor. Demokrasinin sadece sandıkta, sadece beş yılda bir seçimlere gidip oy kullanmaya indirgendiği bir anti demokraside yaşadığımız yetmezmiş gibi bu çok biçimsel hak bile Kürtlere çok görülüyor. Kürtler özelinde çok daha yapısal ama Kürtlerden söz edilerek bütün bir Türkiye’nin tahakküm altına alındığı bir süreç yaşıyoruz. Bu yaşananların ardından Yurttaş Girişimi, Ortak Yaşam vb. platformlarda yer alan aydınlar arasında bir temas oldu. Kayyım atanan yerlerle ilgili dayanışma göstermek lazımdı. Çünkü Kürtlerin tecridine yönelik izlenen politikanın bütün ülkeyi de teslim almaya yönelik olduğu tespitinden hareketle bu gezi şekillendi.

-Yıllardır halk kendisini yönetmesi için birilerini seçiyor ancak sonrasında kayyım atanıyor. Gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz, yaşananların öznesi olan halk, seçilmiş yöneticiler ne yaşıyor, ne diyor?

Oraya gitmiş olmamız, bir heyetin batıdan gelmiş olması onlar açısından çok büyük bir moral dayanak oldu. Genel olarak “Batıdan, Türk halkından çok sayıda demokrat insan olduğunu biliyoruz, ama bu durum karşısında yeterli dayanışmanın olmadığı realitesini yaşıyoruz” şikayeti var. Dolayısıyla böyle bir heyetin gelmiş olması onlarda bir sevince neden oldu. Gerek Batman ve Mardin’in iki eş başkanları, gerekse de bölgedeki demokratik dinamiklerin temsilcileriyle basın toplantıları öncesinde görüşmeler yaptık. Dayanışmanın artarak sürmesi gerektiği beklentisinde olduklarını ilettiler. Bu görüşmelerin akabinde iki şehirde konakladığımız yerlerin önünde, sokakta, hazırlanan ortak metni okuduk. Ancak şunu belirtmemiz gerekiyor ki bu metinler ulusal medyada yeterince yer almadı. Sadece Evrensel ve Yeni Yaşam gibi sınırlı sayıda demokratik, basın ahlakına sahip yayın organları bu geziye yer verdi.

Kürtler başkanlık rejimine razı edilemeyince…

-Son dönemde barış ihtimalini güçlendirme çabalarında geride durmakla eleştirilen aydınlar, yazarlar, akademisyenler, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenledikleri basın toplantısıyla bir barış metni de imzaya açtılar. İmzacılar arasında sizin de yer aldığınız bu girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz, girişim imza toplamakla sınırlı mı kalacak?

İstanbul’daki basın toplantısı, Batman ve Mardin gezilerinden farklı. İstanbul’daki toplantıda aydınlar bir metin açıkladı. Burada kayyımdan öte Bahçeli’nin yaptığı açıklamadan sonra Türkiye’de yeniden tartışılmaya başlanan çözüm olasılıkları üzerinden barış imkânını geliştirmeye yönelik bir inisiyatif oluştu. Türkiye’nin sosyalist, demokrat, liberal, anti kapitalist Müslüman kesimlerden oluşan bir birliktelik. Bu çözüm sürecinin de muallakta bırakılmaması, geliştirilmesi doğrultusunda bir inisiyatif. Çözüm sürecine yönelik hem baskı oluşturmak hem bu sorunun önemini güncellemek hem de gelişimine yardımcı olmaya yönelik bir çaba. Bu çaba açıklanan metnin daha da genişletilmesi için devam edecek. Henüz önümüzdeki sürece dair netleşmiş bir şey yok ama netleşen şeyler olduğunda zaten kamuoyuna duyurulacak.

kayyım atanan Mardin ve Batman belediyelerine ziyaretler

-2013-2015’teki süreçte aydınların ön plana çıkarıldığını görmüştük. Çok sayıda aydın ‘Akil İnsanlar’ ekibindeydi, çeşitli bölgelerde görev yapıyordu. Ancak şimdi bundan da söz edilmiyor, ne söylersiniz?

Bahsettiğiniz dönemde devletin pozisyonu bugünkü pozisyonundan farklıydı. Kürt hareketinin pozisyonu da uluslararası dengeler de farklıydı. O günkü süreçte AKP iktidarı, çoğunluğu kendine yedeklenmiş olsa da aydınların demokrasi özlemlerini de dikkate alarak yürüdü. Çünkü devlete hakim değildi, hakimiyet alanını genişletmek içinde demokratik görüntüye ihtiyaç içindeydi. Kürt sorununda çözüm söylemi hem ittifak sağlama hem de ekonomiyi hal yoluna sokacak ilişkiler açısından kritik önem taşıyordu. Tabii Kürtlerden de bu hakimiyet mücadelesinde kritik önem taşıyan başkanlık sistemine destek bekleniyordu. Kürt açılımına yönelten bir de dışsal neden vardı. 2013 tarihi en azından ABD’nin, emperyalist-kapitalist sistemin Suriye rejimini yıkma politikasından kısmen geri çekilmesi dönemiydi. Fakat AKP, yeni-Osmanlıcı hayalleri çerçevesinde o politikada ısrarcıydı. Bu politikayı emperyalist sisteme rağmen sürdürebilmek için de kendi içinde demokrasiyi gerçekleştirmeye çalışıyormuş gibi bir görüntüye de ihtiyacı vardı.

Dolayısıyla bu iç ve dış politika ihtiyaçları o dönemde AKP’nin o süreci öyle kurmasını gerektiriyordu. Fakat bir müddet sonra Kürt halkının, anti demokratik bir başkanlık sistemine razı edilmesinin, Kürtlerin seçmen ve potansiyel kuvvet olarak iktidara yedeklenmesinin mümkün olmadığı görüldü. Çünkü Kürt siyaseti, Selahattin Demirtaş’ın sözlerine de yansıdığı gibi, Kürt sorununun çözümüyle Türkiye’de demokrasi arasında kopmaz bir bağ olduğunun bilinciyle şekilleniyordu. Dolayısıyla keyfi bir başkanlık sistemine ve tanımsız bir sürece razı olmadılar. Nitekim seçime bağımsız partileriyle, sosyalist ve demokrat güçlerle ve Türkiye’nin sorunlarına demokratik bir çözüm programıyla girdiler ve hem barajı fazlasıyla aştılar hem de Türkiye genelinde geniş bir etkinlik alanı yarattılar. İşte bu gerçeklikte bırakın başkanlık sistemini, tek başına iktidar imkânını da kaybetme korkusuna giren iktidar, hem bu açılımdan vazgeçti hem de bütün faturayı Kürtlere keserek, devletin geleneksel güçleriyle anti-Kürt bir politika eksenine geçti. Nitekim önceki dönemin dil ve duruşundan köklü ayrımla, MHP ve güvenlikçi bürokrasiyle birlikte yeni bir tahkimat hattına girdi. Kısacası Kürtlerin otokratik başkanlık sitemine yedeklenmediği ve kendi tabanında da erime yaşadığı bu gerçeklikte iktidar, çözüm projesini tekmeledi. O günden sonra MHP ve güvenlik bürokrasisini de kendine yedekleyen AKP, eski ortağının darbe girişimini bastırmasının da yarattığı imkanlarla devlete tümüyle hakim oldu. Dolayısıyla durum tamamen değişti. Artık bırakın demokratik bir görüntüyü, O güne kadar kendisine yedeklenenler dahil her türden özgürlük talebini dışlayan bir tahakküm siyaseti hattına sabitlendi.

Konjonktür iktidarın özgüvenini arttırdı

-Bugünkü ortama gelirsek, birdenbire MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılmasından, Meclis’te konuşmasından ve “umut hakkı” tanınmasından söz ettiğini gördük. Sonra üstüste açıklamalar, tokalaşmalar…Yıllar sonra AKP-MHP iktidarını bu söyleme iten nedenler neydi? Ne amaçlanıyor?

Maalesef bugün, o açıklamanın yapıldığı bir ay öncesinden de farklılaşan koşullara girmiş durumdayız. Öcalan’ın çıkıp açıklama yapması talep edildiği günlerde Türkiye ve İran’ın ortak bir paniği vardı. İsrail, Hamas’ın 7 Ekim saldırısının sağladığı imkanla bölgede beklenmeyecek düzeyde etkin bir hakimiyet geliştirmişti. Filistin’de adeta bir soykırım ve alan genişletmesi gerçekleştiriyordu. Sadece Gazze’ye değil, başta İran ve Lübnan olmak üzere bölge statükosuna karşı çok etkin bir askeri güç üretebileceğini, bölge dengelerini değiştirme etkinliği ortaya koymuştu. Bu durum doğal olarak gerek Türkiye’deki iktidarı panik ortamına soktu. Üstelik sorun sadece İsrail’in askeri teknolojik performansı değildi. Bu performansı panikletici kılan diğer faktör ABD’nin, Avrupa’nın, NATO’nun da İsrail’in bu saldırısını destekleme hattından en küçük anlamda geri çekilmemesiydi. Bu nedenle Türkiye’nin mevcut egemenleri Kürt sorununu yeniden bir avantaja çevirmek için bir “açılım” yapmak zorunluluğu hissetti. Çünkü İsrail’in etkinliği, Bölgenin aynı zamanda anti Kürt statükosuna karşı Kürtlerle ittifak geliştirme yönelimi sergiliyordu. Kürtlerin yeniden “barış”, “kardeşlik” üzerinden hatırlanması işte bu gerçekliğe karşı bir önalma yönelimi olarak ortaya çıkacaktı. Bu kapsamda ilk adım olarak, ağır tecrit altında tutulan Öcalan’ı kullanma atağı sergilendi. Mümkünse öncelikle onu kendi örgütüne karşı kullanmak ve bunun karşılığında da Öcalan’a af seçeneği geliştirmek eksenli bir yönelime girildi. Ancak yapısal bir değişim ortaya koymadan Öcalan’ı ve DEM’i devletin politikasına yedeklemeyi hedefleyen bu garip açılım, Kuzey Suriye ve Irak’ta egemenlik alanları kurmuş olan Kürt güçleri yanında memleketin batısına etkileyebilen Selahattin Demirtaş’ı dışlamanın da sürdürüleceği bir planlamaydı. Yani Kürtlere yönelik açılımın bu ilk manevrasında ne demokrasi, ne hukuk, ne de Kürtlerin temel taleplerine yönelik en küçük bir çözüm kapısı açılmıyordu. Peki neyi içeriyordu? İsrail’in diğer emperyalist güçlerle birlikte bölgede sergilediği etkinliğe karşı mümkünse Kürtleri kontrol altında tutmak, oyalamak, ama somut bir hak da vermemeyi içeriyordu. Ancak ağır tecrit altında tutulan Öcalan’ın gelip Mecliste konuşmasının en üst perdeden dillendirilmesinin, Kürt sorununun memleket genelinde yeniden gündemleşmesini sağlayan yanıyla önemli imkanlar yarattığı da görmezden gelinemez.

-İktidarı bu açıklamaları yapmaya zorlayan konunun arka planında Ortadoğu’daki gelişmelerin olduğunu söylüyorsunuz ve şimdi Suriye’de bambaşka bir durum var artık. Esad devrildi, HTŞ ülkenin büyük bölümünü ele geçirdi. Bu yeni zemin konuştuğumuz durumları değiştirecek mi?

Ne yazık ki Ortadoğu’da hayat çok hızlı akmaya başladı ve üstelik bu akışın sonuçları da hep çok olumsuz. Kuşkusuz bu musibet halinden çözümler üremesi de mümkün, ama şimdilik bundan uzağız. Dün Filistin halkına karşı gelişen soykırımsal etkinlik, bugün de Suriye’nin bir denge gücü olmaktan tümüyle çıkarılması ile devam ediyor. Dün de anti demokratik bir statüko vardı ama bugün çok daha anti demokratik ve halkların daha da aleyhine bir gelişme dizisi karşısındayız. Bu anlamda belirttiğiniz gibi bugünkü hayat bir ay önceki hayattan çok farklı… “Acilen Öcalan ile DEM görüşsün” diyen Bahçeli’nin o günkü talebine rağmen bugün bu görüşme öteleniyor. Kuşkusuz bu görüşme hattından vazgeçmiş değiller, ama dünkü kadar acil bir ihtiyaç olmaktan çıkmış vaziyette. Dolayısıyla gerçekleşse bile, bundan bir ay önce çıkabilme ihtimali olan şeyler büyük ihtimalle çıkmayacak. Konjonktür değişti. Türkiye egemenlerinin dün içine girdikleri panik hali ortadan kalktı. Evet Suriye’deki iktidar değişimi İsrail için durumun iyice rahatlaması anlamına geliyor. İronik gibi gözükse de İsrail yanında Türkiye egemenleri için de durumun iyice rahatlaması sözkonusu. AKP’nin Suriye’de gerek emperyalizme, gerek çok uluslu sermayeye, gerek kendi seçmen kamuoyuna satabileceği, zafer şarkıları söyleyebileceği yeni bir süreç başladı. Yani Suriye’deki değişim AKP’nin özgüvenini arttırdı, kaygılarını giderdi. Suriye sahasının yeniden düzenlenmesinde etkin bir aktör olma ve bunu, ekonomik krizine karşı paraya çevirme umutları arttı. Bu sayededir ki çözüme yönelik söylemden Kürtlerin Suriye’deki kurumsal kazanımlarının dağıtılması ekseninde bir güç politikasına yönelmiş durumda. Oysa bölgenin gerçekliği, HTŞ’nin dünyevileşme ve demokrasi yönünde değişimi yanısıra AKP’nin Kürt gerçekliğini kabul yönünde değişimini dayatmaya devam ediyor. Suriye’deki yıkımın aşılması için gereken sermaye akışı dahil durumun iyileşme hattına girmesi, başta Kürtler olmak üzere bölgenin Alevileri, Hıristiyanları, Filistinlileri, halkların haklarının teslimi hattına girilmesinden geçiyor. Bunun seçeneği iç savaşlar ve kaostur.

Türkiye’nin egemen aklı ve seçenekler

-Bu tonda açıklamaları gerek Erdoğan’dan gerek de Hakan Fidan’dan hatta Colani’den bile duyuyoruz…

Biçimsel olarak evet, ama gerçek istekleri Suriye’de demokratik bir anayasa, çoğulcu bir yapı olsa bugün izledikleri politikadan farklı bir hatta girmeleri gerektiği açık. Suriye’de demokrasi ve çoğulculuğun olmazsa olmaz koşullarından bir tanesi dün Esad rejiminin de kabul etmediği Suriye’nin eşit yurttaşlık haklarıdır. Üstelik Suriye’deki Kürtlerin sorunu, Türkiye’nin demokrasi hattına girip girmeyeceğinin de temel gereği. Oysa egemen siyasete hakim dil, bölgede ‘Kürt anasını görmesin’ hattında şekilleniyor. Üstelik Kürtlerin hakim olduğu bölgede Kürtler dışında Sünni ve Alevi Araplar, Ermeniler, Türkmenler, hakları ve hukuklarıyla yaşıyor. Olması gereken şey bu statünün derhal bütün Suriye’ye yaygınlaştırılması. Evet HTŞ artık bir olgudur. Ama Suriye’nin, HTŞ’nin kendi siyasal İslamcılığı ve egemenliğinde mi belirleyeceği, yoksa demokratik bir anayasa ve adil seçimlerle taraflardan biri mi olacağı kritik sorunu karşısındayız. Türkiye iktidarı hariç Bölgenin dengelerinin, ki buna Filistin karşısında soykırımcı davranan Siyonizm ve emperyalist çıkarları peşindeki ABD de dahil, salt HTŞ’nin belirleyeceği bir Suriyeyi hazmedebileceği kanısında değilim. Türkiye’nin dayatmaya çalıştığı statü ile uluslararası konjonktürün ve sahanın gerçekliği iki farklı Suriye çıkarıyor karşımıza. Türkiye’nin egemen aklı ‘Suriye’de Kürtler asla statü elde etmesin’, ‘Türkiye’de de Kürt sorunu değil terör sorunu vardır’ diyen bir yerde duruyor. Ama gerçekliğin, umarım ki bu arada iplerin elden kaçacağı yeni bir iç savaş hattına girilmez, Türkiye’yi Kürtleri kabul etmeye zorlayacağını düşünüyorum. Türkiye, Suriye’deki çözümün iki kritik halkası olan Kürtlerin ve Alevilerin haklarını içeren demokratik bir anayasa imkânını hazmedecek olursa, bu otomatik olarak Türkiye’nin temel yarası olan Kürt sorunu ve Alevi sorununun çözümü için büyük bir imkâna dönüşebilir. Türkiye iktidarının bu uzlaşıya direnmesi halinde ise bölge çözümsüz, halklar yoksul ve haklarından yoksun bir hayata mahkum olacaktır.

Herşeye rağmen süreci zorlamak

-Biraz da iç tartışmalara dönersek… ‘Yeni süreç’ tartışmaları sırasında ve sonrasında bu konuda çokça yorum yapıldı. Bir bölüm bu tartışmanın bir çözüm fırsatı olduğunu söylerken, başka görüş de bu adımların AKP’nin Kürtlere diz çöktürme planı olduğunu savundu. Sizce fırsat mı diz çöktürme mi?

Hem bir diz çöktürme hem bir çözüm fırsatı karşısındayız. Her iki kategoriyi tek başına tutmaya çalışmak, hem gerçekçi değil hem de Türkiye’yi değiştirme iradesi geliştiremez. Anımsansın ki egemenlerin çöktürme hayaliyle attıkları adım aynı zamanda önceden konuşulamayan düzey ve yoğunluklarda Kürt sorununu tartışılır hale getirdi. Hiçbir plan, onu yapanların planlarına göre gelişmez. Yeter ki Türkiye’nin demokrasi güçleri bu tip imkanları değerlendirme becerisi göstersin. Aksi takdirde yanlış çıkarımlar yapılır. Egemenlerin niteliği ve niyetleriyle sınırlı analizler yerine, bunu elbette unutmadan, ama aynı zamanda açılan kapıların yaratacağı imkanları değerlendiren bir vizyon geliştirmek gerek. “Bahçeli şöyle dedi, bunu söyleyen Bahçeli… Zaten kayyımlar da geldi” gibi bir bakış açısı çözüm üreten, kendini genişleten, hegemonya inşa eden bir bakış açısı değil. Devletin daha ulusalcı diyebileceğimiz, geçmiş Ergenekon süreçlerinde amir durumda olan kesimlerin ulusalcı uzantıları da bu meseleyi “Anayasa değişecek, Erdoğan seçime gidecek, Kürtleri arkasına alacak, ey Kürtler oyuna gelmeyin” şeklinde ele alıyor. Oysa Türkiye’nin kanayan en büyük sorununun Türkiye genelinde konuşulabilir olması, reel siyaset izleyebilen demokrasi güçleri için demokratik dönüşüm imkanıdır ve bundan sonrası bu güçlerin dil ve konumlarını nasıl işlevsel kılabilecekleriyle ilgildir.

-İktidar Kürtleri kayyımlarla, baskılarla masaya zorluyor söylemi de var…

Doğru, zorluyor. “Karşı taraftan vazgeçin bize tabi olun. Aksi takdirde gün yüzü göstermeyiz” demeye getiriliyor. Ama doğru olmayan şu: Kürt sorununda en küçük bir program ortaya koymadan, Kürtlerin taleplerini kabullenmeden, yani boyun eğdirmeye yönelik bir açılım çerçevesi karşısındayız şimdilik. İyi ama bunun seçeneği, ‘Gelin bizi destekleyin, size kayyım atayanlardan sizi kurtaralım, kayyım atamayalım’ demeye getiren egemen muhalefet çizgisinde, veya sorunların çözüm hattı sınıfsaldır, o halde kimlik sorununu öncelemeyin diyen ulusalcılıkta olabilir mi? Açık ki hayır. Yapılması gereken her çözüm imkanını sonuna kadar değerlendirmek, kayyım politikalarına karşı etkili bir dayanışma sergilemek, sınıfsal taleplerle demokrasi ve çözüm taleplerini birleştirip buradan büyüyen bir çözüm dinamiği üretmek olmalıdır

Sonuçta on yıllardır çok ağır bedeller altında siyaset yapmaya, kendilerine alan açmaya çalışan Kürt halkı, Kürt siyaseti ne yaptı bu süreçte? Kendilerince bir umut üretmeye, ürettikleri alanları genişletmeye çalıştılar. Kendilerine uzatılan eli sıktılar. Ama bu uzatılan ve sıktıkları elle aynı çizgiye geçmeyip bunu bir diyalog imkanı için değerlendirmeye çalıştılar. Üstelik Kürtler Türkiye’nin ilericilerine bugüne kadar kendilerini ispatlamak zorunda kalmayacakları kadar çok done vermiş durumdalar. Örneğin sosyalistlerle birliktelik yanında, toplumun laiklik kaygılarıyla, kadın sorununda, emek haklarında, farklı demokrasi talepleriyle duygudaşlıkta temel bir aktör oldular. Öncelikler konusu dönem dönem gerilim alanları yaratsa da ülkenin demokratikleşmesiyle Kürt sorununun çözümü arasında bir ayrışma yönelimine girmediler. Ulusalcı savrulmadan uzak durmuş sosyalist yapıların dayanışması da bu gerçekliğin temel bir dayanağı olmaya devam etti. Bu noktada ulusalcı kesimlerin, Kürtleri, sadece kendi öncelikleri ekseninde değerlendirip, farklılaştıkları noktalarda da  ‘davulcuya kaçacak kız muamelesi’ yapmalarının büyük bir haksızlık olduğu açık. Bu süreçte de Kürtlerin hassasiyetlerini, uzatılan eli sıkmalarını, bu süreçten umut üretmelerini anlamak ve onların umutlarıyla empati yapmak gerektiği kanısındayım. Süreç çok umut dolu bir süreç değil, ama sürecin açtığı umut kapıları var. Ülkenin demokratları ve sosyalistlerine düşen de “bu umut kapısını hakiki bir umut kapısı haline getirebilir miyiz” üzerinden düşünmektir.

Egemenler memleketi Kürt sorunu kapanında tutarak toplumsal hegemonyalarını süreğenleştirmeye çalışıyorlar. Buna karşı demokrasi güçleri olarak, demokratik ve emek eksenli bir güç birikimi ve dönüşümü için memleketin bu kapandan çıkarılmasına yoğunlaşmamız gerek. Bu bağlamda Kürt sorunun çözümü ve barıştan yana bir toplumsal tahkimata olan yaşamsal ihtiyaç, sosyalist yapıların bu süreçte kritik rolünü her zamankinden daha önemli hale getirmektedir.