Faik Bulut : Suriye’de çözülemeyen meseleler Türkiye’ye fazlasıyla yansıyacaktır

SÖYLEŞİ: BÜLENT ULUS

FAİK BULUT

Suriye’de 1970’te yaşanan askerî darbe sonrasında yönetimi eline geçiren Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümünden sonra yerine oğlu Beşar Esad geçti. İktidarının son 13 yılını kanlı bir iç savaşla geçiren Beşar Esad, Rusya ve İran’ın desteğini çekmesiyle ülkesini terk edip Rusya’ya sığındı. Suriye yönetimi de Türkiye’nin de desteklediği ve başını HTŞ’nin çektiği, çoğu radikal İslamcı silahlı örgütlerin eline geçti.

Suriye’deki gelişmeler Türkiye’de iktidar kanadında bir “fetih” algısı yaratsa da İsrail’in Golan Tepeleri’ni ele geçirip Suriye içlerine ilerlemesi, bu algının ne kadar dayanaksız olduğunu göstermeye yetiyordu. Şimdi iktidarın gündeminde bir taraftan Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarının ortadan kaldırılması için YPG/SDG’nin tasfiyesi, bir taraftan da Abdullah Öcalan’la görüşme ve olası “Barış Süreci” var. Bu çelişik dinamikler barındıran denklemin ve sürecin akıbetini zaman içerisinde göreceğiz.

Araştırmacı yazar Faik Bulut’la Ortadoğu’da son yaşananlar üzerinden Suriye’de ne olduğunu, İsrail’in, ABD’nin rolünü ve Kürtlerin geleceğini konuştuk…

– Bir tarafta Türkiye’nin de içinde yer aldığı Astana sürecindeki taraflardan Rusya ile İran, diğer tarafta ABD, son dönemlerde ise özellikle İsrail’in saldırılarına maruz kalan Beşar Esad Suriye’si vardı… Esad’ın devrilmesiyle Astana süreci de çöktü. Rusya ve İran’ın yenilgisi tartışılırken Türkiye’nin yanında İsrail’in de “önemli” kazanımları oldu. Kısacası Suriye’de ne oldu? Kim kazandı, kim kaybetti?

Suriye meselesinin çözümünde iki rakip blok yarışıyordu. Birisi Rusya, Türkiye, İran ve Suriye’nin de katıldığı Astana süreciydi. Astana sonuç olarak başarısız oldu. Başarısız olmasının önemli bir nedeni ise Türkiye’nin kendisinden bekleneni ya da iş bölümü çerçevesinde kendi payına düşeni yapmamış olmasıydı. Türkiye orada desteklediği grupları (HTŞ, SMO) güya dizginleyecekti. Onların M4, M5 kara yolu çevresine saldırmalarını, ilerlemelerini önleyecekti. Türkiye kendine düşen bu görevi yapmadı. Tam tersine, kendine verilen yetkiyi fırsat bilerek Türk ordusunu o bölgelerde tahkim etti. Karakollar kurdu, askerî noktaları tuttu; hatta zaman zaman Suriye ordusunun bu gruplara karşı saldırılarının önüne geçti. Mesela Suriye birlikleri tam İdlib’e girecekken Türkiye askerleri önünü kesti vs. Özetle Astana’da çıkan sonuç, Türkiye’nin kendine düşen iş bölümündeki görevini yerine getirmemesi oldu. En son Katar’da yapılan görüşmelerde de hiçbir sonuca varamadılar.

Bir de Amerika’nın başını çektiği, Batılı ülkelerin de yer aldığı Cenevre süreci vardı. Türkiye de bunların içindeydi. Suriye muhalefeti ve Suriye yönetimi de vardı… Oradan da bir anlaşma çıkmadı.

İsrail’in Filistin’i, esas olarak Gazze’yi altüst etmesi, Gazze halkını oradan oraya sürmesi, soykırım uygulaması… Hamas örgütünün 40-50 bin kişilik askerî varlığının belini kırması… Evet, şu anda belki 8-10 bin milisi var ama onlar artık o viraneler içinde, kalan tünellerinden arada bir çıkıp İsrail’e yönelik eylemler yapıyorlar ancak gerisi yok. Hamas işi bittikten sonra, İsrail bu sefer Hizbullah’a yüklendi. Çünkü Hizbullah İran’la birlikte Hamas ve Filistinlilerle dayanışma anlamında kuzeyden füzeler ve roketler atıyordu. Uzun süre İHA ve SİHA gibi hava araçlarını İsrail’in belli hassas bölgelerine gönderdiler. Sınır bölgelerinde Celile diye geçen bir bölge var; kuzey sınır bölgesi… İsrailli yerleşimcilerin 100 bine yakını kuzey sınırından içeriye doğru kaçtı, bu bombalar, füzeler, dronlar nedeniyle. Öyle olunca da İsrail, hem Hamas’ın hem Hizbullah’ın Beyrut’taki ve Şam’daki liderlerini öldürdü. Mesela Hasan Nasrallah bunlardan biriydi. Hamas Siyasi Büro temsilcisi İsmail Haniye İran’ın başkenti Tahran’da katledildi. Aşağı yukarı yüzden fazla komutanını, liderini öldürdü… Böylece Hizbullah’a da büyük darbe vurdu. Evet, Hizbullah bitmedi ama artık bir askerî varlık olarak çok etkin olmaktan çıktı. Bütün bunlar bölgedeki dengeleri değiştirdi.

İran etkisizleşirken HTŞ eğitilip donatıldı

-İran’ın, Hizbullah’ın, Rusya’nın zayıfladığı bir Ortadoğu…

Böyle olunca İsrail bu sefer İran’daki hem Devrim Muhafızları hem İran bağlantılı Pakistan (Zeynebiyun), Afganistan’dan getirdiği (Fatımiyun) ve Irak’tan getirdiği Haşdi Şabi isimli Şii milislerin mekânlarını vurdu. İran’ın toplam 580 askerî varlığı vardı Suriye’de. Bunların 30 kadarı üs, diğerleri askerî kontrol noktası, kışla, karargâh vesaire. Bunların hepsini vurunca İran’ın ikmal hatlarını kesmiş oldu. Ta İran’dan başlayıp Kerkük, Musul, Rojava üzerinden Şam’a; Şam’dan da Lübnan’a giden ikmal yani askerî, lojistik hatları kesti. Deyim yerindeyse İran’ın kolunu kanadını kırdı. Hâl böyle olunca da Türkiye harekete geçmenin zamanı geldi diye düşündü kendisine göre.

Bu arada dört seneden beri HTŞ (18 cihatçı örgütü bünyesinde barındıran Heyeti Tahriri Şam isimli El Kaide uzantısı bir örgüt) zaten eğitilip donatılıyordu. Askerî bir akademisi vardı. Türkiyeli askerî ve istihbarat görevlerinin büyük bir rolü oldu bu eğitip donatmada. Amerika’nın da bir şekilde teması, yardımları oldu. Askerî bakımdan da teçhizat sağladılar; o Toyota’lar, 4 çekerli arabalar… HTŞ’nin elinde bakıyorsunuz ASELSAN yapımı telsizler falan bulunuyor.

Bu şunu gösteriyor: Türkiye sadece Suriye Millî Ordusu’nu (SMO) değil, aynı zamanda HTŞ’yi de eğitip donatmış. Planlarını yapmış ve artık Suriye’ye -deyim yerindeyse- son büyük taarruza hazırlanmıştı. Bu hazırlık normalde dört ay ya da altı ay önce planlanmıştı. Bu planda Ukrayna üzerinden İngilizlerin de rolü var. Yani HTŞ operasyon karargâhında İngilizlerin olduğu da söyleniyor. Ben doğru olduğunu varsayıyorum. Her halükârda beş-altı ay önce yapılacaktı Halep’e saldırı ama o zaman Hizbullah-İsrail çatışması olduğu için ertelediler. Yani münasip zamanı beklediler. Son saldırılarla İsrail hem Suriye’nin hem de İran’ın belini kırınca Netanyahu, “Yeni bir dönem başlamıştır. Hedefimiz İran’dır.” demeye başladı. Özellikle İran’ın Suriye’deki varlığına yüklendi. Çok nadiren Irak’taki bazı Haşdi Şabi milislerinin kışlalarını vurdu.

Buradaki boşluğu ve Suriye hükümetinin, rejimin de zayıflığını gören Türkiye-Katar ikilisi saldırının başlama işaretini verdiler ve Halep’ten girip Şam’dan çıktılar. Normalde Rusya Devlet Başkanı V. Putin dün (19 Aralık), “Ben 350 kişilik HTŞ grubunun 30.000 kişilik orduyu nasıl mahvettiğini bir türlü anlayamıyorum.” diyordu. Bunu gören Rusya, silah yardımını askıya aldı. Şu manada; “Senin ordun çatışmıyor, direnmiyor, ben silahları niye vereyim?” dedi. Beşar Esad’a da şunu söyledi: “Sen hata yaptın. Muhalefetle anlaşmadın, Kürtlerle anlaşmadın. Normalde Kürtlerle, muhaliflerle anlaşman lazımdı. Ordun da zaten bitkin durumda…”

-Ordu neden çatışmadı?

Bu ordunun çatışmaması çok spekülatif bir şey. Kimine göre önceden anlaşmışlar. Yani HTŞ ve Suriye Milli Ordusu’nun temsilcileriyle Esad’ın temsilcileri görüşmüşler. Demişler ki, “Biz çatışmadan çekileceğiz, siz de devletin bünyesini yıkmayın; orduyu dağıtmayın, bürokrasi kalsın, ortalığı yakıp yıkmayın vesaire…”

Gerçi Beşar Esad son konuşmasında bunu yalanladı ya da inkâr etti ama olay bundan ibarettir. Başka bir şey daha oldu. “Ben de çekip gideyim.” dedi Beşar Esad. Rusya’nın Suriye’deki hava üssünden Moskova’ya gitti.

Bir rivayete göre de Ruslar sadece onu almadı. Aşağı yukarı 60 kadar üst düzey Suriyeli komutanı da götürdü. Beşar Esad veya ordu komutanı generaller güya şöyle bir genelge göndermişler: “Artık siz savaşmayın, sivil elbise giyinip evlerinize gidin.” Böyle olunca cephede kim kaldı? Küçük rütbeli subaylar… Bu düşme özetle böyle oldu.

-Görünürde kazanan HTŞ imiş gibi ama asıl kazananı kim?

Bir altı ay sonra, bir sene sonra değişebilir ama bu koşularda kârlı çıkan İsrail’dir, ikincisi Türkiye’dir. Aynı zamanda Amerika’dır çünkü ABD, gerek saldırıdan önce gerek saldırı sırasında HTŞ ile temaslarda bulunmuş ve İsrail’e vurmamak açısından teminatlar istemiş. Onlar da bu tür teminatları vermişler.

‘İsrail işgal ettiği yerlerden çekilmez’

-İsrail’den bahsetmişken Netanyahu üst düzey askeri yöneticilerle birkaç gün önce Suriye topraklarına girdi ve “Bir çözüm bulunana kadar buradayız.” dedi. Türkiye’nin desteklediği grupları da dikkate alırsak bir nevi Türkiye’ye de komşu oldu. İsrail ile Kürtlerin ilişkilerinin de tartışıldığı bu tabloda İsrail’in Suriye’deki varlığını hem Türkiye açısından hem de Kürtler açısından nasıl değerlendirmek gerekir?

Geçmiş yüzyılda ırkçı-Siyonist tutumuyla iyi bilinen eski Rusya vatandaşı Ze’ev Vladimir Jabotinsky isminde biri vardı. Filistin’in Araplardan temizlenip tam bir Yahudi İsrail Devleti kurulmasından yanaydı. Tevrat’ta belirlenen güya “Rabb tarafından antik çağda yaşamış olan Yahudi kavmine bahşedilmiş” toprakların hepsini işgal etmek isteyen fetihçi-yayılmacı zihniyetin teorisyenidir bu Jabotinsky.

Tezleri, “Transfer” isimli bir proje olarak ilan edilmiştir. Bu transfer politikasının da amacı Filistin’deki bütün Arapları temizleyip onun yerine bir Yahudi devleti kurmaktı. Onun hemen ardından Menahem Begin geldi. Başbakan bile oldu. Begin de ustasından aşağı kalır biri değildi… Dolayısıyla Netanyahu’nun sürdürdüğü gelenek zaten fetihçi ve işgalci bir devlet zihniyetini temsil ediyor her şeyden önce.

İsrail bu fırsatı yakaladı ve Golan Tepeleri’ni aldı. Şam’ın belli bir bölgesine kadar geldi. Gerçi şimdilik, “İdareten buradayız.” demiş ama ben oradan çekileceğini düşünmüyorum. İsrail işgal ettiği topraklardan hiçbir zaman çekilmedi. İki şey yaptı: Ya karşı tarafla anlaşma yaptı, orada önemli bir taviz kopardı ya da yenildi. Şu anda kendisini yenecek bir güç/devlet olmadığına göre İsrail kalıcıdır. Daha önemlisi şimdiden Yahudi yerleşim birimleri oraya yerleşmeye başladı. Golan Tepeleri’ne uydu kentler, köy kentler yapıyorlar. Bunu yapanlar oradan ayrılır mı, ayrılmaz. Trump da Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğunu söylüyor.

İsrail’in başka bir gerekçesi daha var: İşte Fransız vatandaşı Yahudi Edmond Rothschild (Dünyaca zengin Yahudi ailenin temsilcisiydi. Filistin arazilerinin parayla satın alınmasında da bu ailenin çeşitli bireyleri önemli rol oynamışlardı.) Osmanlı zamanında toprak almıştı. Netanyahu diyor ki, “Şu anda Golan bölgesinde girdiğimiz topraklar zaten Rotshschild ailesi tarafından Osmanlı yönetiminden satın alınmıştı. Bizim Yahudi Ajansı’na bahşedilen toprakların tapusu elimizde. Dolayısıyla biz kendi tarihi hakkımızı kullanıyoruz. Babamızın malı, tapu bizde. O hâlde biz burada kalacağız.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar da dedi ki, “Ortadoğu azınlıklarla doludur. Bu azınlıklar hem etnik hem dinî azınlıklardır. Bizim bunlarla ittifak yapmamız, yanımıza çekmemiz lazım. Bunlardan biri Dürzilerdir.”

Suriye’de, Golan’da, Lübnan’da bulunan Dürziler vs. İsrail’in şöyle bir niyeti var: 1922’de Fransa’nın Suriye’yi işgali sırasında zaten dört parçalı bir devlet kurulmuştu, bir plan yapıp iki seneliğine de hayata geçirmişti Fransızlar. Bu devletlerden birisi de Dürzi devletiydi. İsrail bu Dürzileri şimdi bir araya getirmek istiyor. Suriye’de Süveyda diye bir yer var. Çok meşhur. 350 bin Dürzi’nin bulunduğu bir yer. Dürziler yaklaşık 700 bin kişiyse bunun 350 bini Süveyda’dadır. Süveyda oldum olası özerk bir bölge gibiydi. Dolayısıyla onları birleştirip kendi himayesine almak ve özerk bir devlet ya da devletçik yaratmak… Ama şu anda Dürziler henüz İsrailli yetkililere yüz vermiş değiller. Yine de siyasi sürprizleri hesaba katmak lazım. Yani yarın öbür gün İsrail o bölgeleri genişletirse emrivaki olarak da alır, o ayrı bir konu. Tabii İsrailliler Dürzileri zikrederken biraz da polemik babında söylüyor aslında… Hani pazarlık payı olarak da düşünüyorum.

-Kürtlerle ilişkiler nasıl gelişecek?

İsrail yöneticilerinin hesabında Kürtler de var; bazıları, “Biz Kürtlere de yardım etmek istiyoruz.” diyor. Evet, bir plan ve projeden bahsediliyor. Tabii bu planlar biraz fantezi deyim yerindeyse… Kimisi istemediği için, “Bak İsrail öcüsü geliyor.” diyor. Bir kısmı da “Bu plan iyidir.” demeye getiriyor ama tartışmalı bir plandır.

İsrail’in son zamanda dillendirdiği “David Koridoru” güneydeki Dürzi bölgesi Süveyde’den sonra Ürdün sınırından Rojava’ya doğru gitmek. Oraya bir ikmal hattı açmak ve Kürtleri desteklemek falan… Şu anda onun zemini bulunmuyor ama zemin olmaz diye bir şey de yok.

Bir Türkmen kuşağı isteniyor

-Rusya ve İran’ın çekilmesi, ABD ve İsrail’in varlığı Türkiye’nin Rojava’ya dönük politikasını nasıl etkiler?

Türkiye’ye gelince… Evet, İsrail ile Türkiye sanki komşu oldular fakat Türkiye ile ilk fırsatta ve hemen çatışacaklarını zannetmiyorum. Şu aşamada Türkiye’yle söz düellosu ve sert polemikler söz konusu. Gelecekte uzlaşma veya çatışma ihtimali vardır.

Türkiye öteden beri Rojava’daki siyasi ve askerî varlığı tümüyle ortadan kaldırmak istiyor. Bu İsrail’in Hamas ve Hizbullah’la savaşından çok önceydi. 20 Ocak 2018’de Afrin’e askerî müdahalesiyle başladı. Ekim 2019’da ise Serêkanî, Grê Spî gibi Kürt yoğun bölgelere operasyon yapıldı. Bu bölgeler şu anda Türkiye ile onun paralı askerleri sayılan SMO silahlı milislerinin askerî denetiminde.

Türkiye, bunu iki nedenle yapıyor: Bir, Türk yönetimine göre; orada “Bölücü bir Kürt hareketi var.” Devlet kurmaları tehlikedir. Bu kamuoyuna yansıyan AKP iktidarının gerekçesidir ve deyim yerindeyse askerî bakımdan girip ezmek, imha etmek istiyor Rojava’yı. Kürtlerin askerî ve siyasi varlığını ezmek istiyor. İkinci şey, çok daha önemlidir ve esas olanı da odur: “Efendim, buralar Osmanlı toprağıydı. Halep de, Musul da, Kerkük de bizimdi. Dolayısıyla biz bu bölgeyi alacağız, güvenlik kuşağı oluşturacağız!”

Son okuduğum ve izlediğim analizlerde Kobani’den başlayarak Halep’e kadar bir Türkmen kuşağı oluşturulmak isteniyor. Suriye’de Türkmenler azdır. İşte Kerkük Türkmenlerini birleştirirse o da Türkiye himayesinde bir Türkmen devletçiği, Türkmen özerk bölgesi olacak ki Kürtler tehlike teşkil etmesinler. Hakan Fidan da Türkmen haklarından bahsetti. Erdoğan anlatıp duruyor bu konularda. Erdoğan yanlısı medya da zaten çok açık söylüyor bunu. Onun birinci tercihi Rojava’yı almaktır ancak şimdilik Türkiye’den direkt operasyon olmayacağını düşünüyorum. Türkiye kuzeyden baskı yaparak SMO vasıtasıyla orayı almak, ezmek, bitirmek niyetinde. Yetmiyorsa HTŞ’yi bunların üstüne sürmek ve dolayısıyla oradaki Kürt siyasi ve askerî varlığına son vermek.

Amerika, Fransa gibi ülkeler devreye girdiler; şimdilik HTŞ de hemen saldırmaz Rojava’ya.

Türkiye emeli ve amacına kavuşursa, bir Türkmen kuşağı oluşturmayı tasarlıyor, Rojava ile kendi sınırı arasındaki bölgede. Böylece Rojava’daki Kürt silahlı hareketini sıkıştıracak. Yahut 30-40 km güneye iteleyecek Kürtleri. Elindeki kozlardan biri Türkmen milisleri (Süleyman Şah, Zengi, Sultan Murat Tugayları). Diğeri ise Suriye Demokratik Güçleri (SDG) denetimindeki Rakka, Deyrizor gibi Arapların çoğunlukta olduğu şehirlerde aşiret milisleridir. Onların da desteğini alıp HTŞ’nin vasıtasıyla mümkünse belki Haseki ile en fazla Kamışlı’dan ibaret olan bir bölgeyi oradaki Kürtlere bırakmak ama sıkışmış vaziyette bir Kürt yaşam alanı yaratmak amacındadır. Bu da ikinci planıdır.

Yapamıyorsa üçüncü planı yani bölücü diye itham ettiği bu kesimleri etkisiz hâle getirmek, onların yerine ENKS diye Barzani yanlısı gruplarla birlikte iş tutmak. Zaten Barzani yanlısı grupları (13-14 parti, bunların bir kısmı tabela partisidir.) yanına alarak Kürtlerin varlığını orada tanımak ama kendisine bağlı Kürtler, yani bir çeşit KDP yönetimiyle Türkiye’nin ilişkisine benzer bağlantı hattı kurmak niyetinde. Tabii, Türkiye Trump gelmeden önce bunu yapmak istiyor.

ABD, Kürtlerin yenilmesini istemez

Pentagon şimdilik buna itiraz ediyor. Ne kadar başarırlar bilemem ancak “Kürtleri sonuna kadar savunacağız.” diyor ABD’li askeri yetkililer. Fransa devreye girdi, Kürtlerin kendi aralarında barışmaları için. ABD’li askerler de ayrılma eğilimi gösteren Arap aşiretlerini toplayıp SDG ile kalmalarının daha hayırlı olacağını söylediler.

ENKS’nin barış şartları çok kötüydü. Hayali ve olmadık ölçüde saha gerçekçiliğinden uzak: SDG’lilere hitaben, “Size ne Rakkalı, Deyrizorlu ve Menbiçli Araplardan. Onların adına konuşup temsilci olmayın! Biz Kürdüz sadece Kürtlerin temsilcisiyiz deyiverin!” türünden eleştiriler… Gerçekçi olmadığı gibi çok da yanlış.

Aslına bakılırsa SDG, Rakka’nın, Menbiç’in, Deyrizor’un temsilcisi olduğu için değil sırf Kürt olduğu için Türkiye bu harekete karşı çıkıyor. Sadece Kürtlerin temsilcisiyiz dese iyice şimşekleri çekecek, yani bu bakımdan da gerçekçi olmayan şartlar öne sürüyor ENKS.

Trump gelene kadar Türkiye buraları ele geçirirse ya da HTŞ’yi de bunların üzerine sürüp bir şekilde Kürtleri etkisiz hâle getirirse Trump’ın diyeceği bir şey olmaz. Erdoğan diyecek ki “Elimde bu var, şimdi oturalım masaya konuşalım!”

Amerika’nın da aklından geçen de şu herhalde: Kürtler burada kalsın, yarın öbür gün bize lazım olur. Çünkü Kürtler laik güçler yani Şam’da yarın öbür gün zaten şeriat gelecek. Şimdi pembe mi açık yeşil mi koyu yeşil mi olacak? O belli değil. Dolayısıyla Amerika Rojava’daki laik bir gücü ileride HTŞ’nin sahip olduğu Şam yönetimine karşı kullanmayı düşünür. Hatta mümkünse, Şam hükümetinde temsil edilmesini ister yani yenilmesini istemez.

Fakat hangi Kürtlerin o işi yapacağı çok önemli. Bu ise son derece karmaşıktır. Şöyle bir senaryo olacağını düşünmüyorum. Varsayalım ki Türkiye Kürtlere yönelik askerî bir operasyon yaptı. Kürtlerin arkasındayım iddiası taşıyan İsrail’in uçaklarıyla gidip Kürtlerin lehine Türk askerî mevzilerini bombalayacağını hiç düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’nin uçağı varsa İsrail’in de var ama büyük bir savaşa tutuşacaklarını zannetmiyorum.

HTŞ’liler zaten İsrail’e şu anda dokunmuyor. Geçmişte de Esad’a karşı İsrail’den çok yardım aldılar. Golan Tepeleri’nde sahra hastanesi kurmuşlardı. Cihatçılar Esad’la çatışırken yaralılarını İsrail’in o sahra hastanesine gönderip tedavi ettirip sonra tekrar bu tarafa getiriyorlardı. Colani’nin başyardımcılarından, komutanlarından birisi geçmişte İsrail’e gitmiş, görüşmüş; “Biz Golan Tepeleri’ni size verelim, siz de bize dokunmayın.” demiş. Dolayısıyla HTŞ ile İsrail’in de ilişkileri var, döner birbirleriyle kavga ederler mi, bilemem.

Özetle ileride Amerika’nın da devreye girmesiyle Türkiye’nin İsrail’le söz düellosu yapacağını, belki böyle taciz edecek atışlar şeklinde sürtüşmeler olur. Ancak savaşacaklarını sanmıyorum. Şartlar oluşursa Türkiye ile İsrail hem Hamas hem de HTŞ hususunda mutabakata bile varabilirler. Her durumda Erdoğan’ın İsrail ile savaşı göze alacağını zannetmiyorum.

Hangi Kürtlerin ayakta kalacağı önemli

-İran’dan başlayıp Irak üzerinden Suriye’ye kadar olan coğrafyada Kürtler var. Putin de açıklamasında Kürt meselesini Esad’ın çözmesi gerektiğinden bahsetmişti. Amerika da IŞİD’i de biraz gerekçe göstererek Kürt varlığının olması gerektiğini savunuyor. Ama biraz önce Türkiye’nin de tutumunu anlattınız. YPG’nin, PKK’nin kısacası Kürt hareketinin temsiliyetini istemediğini söylediniz. Ortadoğu’da bu tabloda Kürtleri ne bekliyor?

Her şey 24 saat içinde değiştiği için “Kürtleri ne bekliyor?” sorusu en zor sorulardan birisi. Kürtler her halükârda yok olmayacak ama hangi Kürd’ün ayakta kalacağı, yani Türkiye ile iş birliği yapan Kürdün mü yoksa daha radikal olan Türkiyeli Kürtlere yakın olanların mı ayakta kalacağı henüz açıklık kazanmış değildir.

Mesela Barzaniler ile AKP iktidarının arası gayet iyi. Neredeyse abi/kardeş, kanka oluvermişler. İş ve siyasi ortaklıkları var. Türkiye, kendi himayesinde böyle bir Kürt bölgesi, misal Rojava gibi bir yeri ister. Nispeten Ankara’ya bağlı olmayan, uydu hükümet/yönetim olmayı kabul etmeden kendi varlığını koruyan Kürtleri ise istemez Erdoğan politikası.

Esasen Rojava’daki Kürt yönetiminin ne Türkiye ne de İran tarafından benimseneceğini zannetmiyorum. Kendilerine hükmetmedikçe, her iki devletin niyeti onları bir şekilde ortadan kaldırmaktır.

Türkiye’nin Afrin’in alınması konusunda önünü açan da Rusya’ydı. Putin’in şimdi aklı başına geldi ama geçmiş olsun! Büyük ihtimalle Putin de Rojavalı Kürtlerin varlığından yana olacaktır artık. Yani son demeci bunu gösteriyor. O da Amerika gibi düşünecektir. Yani laik bir Kürt hareketinin Şam’da olması en azından o bölgede jeopolitik dengeler açısından önemlidir. Fakat Kürtlerin problemi esas kendi içlerinde.

Mesela Hakan Fidan diyor ki, “Rojava’dan şunlar çekilsin, bunlar çekilsin. Onlar Suriyeli değil!” Bununla Kandil bağlantılı Kürtleri kastediyor aslında. Hakan Fidan şunu düşünmüyor: Peki HTŞ’nin içinde farklı ülkelerden onca Suriyeli olmayan cihatçı niye kalsın? Orada doğmuş, büyümüş ya da orada bizzat akrabası olan Kürtler niye kalmasın? Bu tasfiye mantığıdır. Mesela Çeçenistan’dan, Cezayir’den, Tunus’tan, Afganistan’dan gelen cihatçıların hiçbirisi Suriyeli değil. Niye onların varlığına evet diyorsun da diğerine olmaz diyorsun!

Kürtlerin bence en büyük problemi hâlâ söz ve karar birliği etmemiş olmalarındadır.

O hâlde “Kürtler ne olacak?” sorusu jeopolitik oyunlar ve değişen dengeler içinde kimin nasıl tavır alacağıyla ilgilidir. Çünkü Pentagon Kürtlerin orada kalmasını istiyor ama Beyaz Saray, Trump, CIA ise Türkiye’nin orada kalmasını istiyor. İkincilerin gerekçesi şudur: “Türkiye bir devlettir; biz Türkiye ile daha iyi iş tutarız!”

Ayrıca Türkiye büyük ihtimalle şu öneriyle de gidecek Beyaz Saray’a: “Evet, IŞİD’e karşı bu Rojavadakiler çatıştı. Siz onlar için müttefikimiz falan diyorsunuz. Ancak benim yanımda şimdi HTŞ var, elimin altında Suriye Milli Ordusu var, bir de Türk askeri var. Yani NATO’nun ikinci büyük ordusu. Ben sizin istediğiniz işi PYD-YPG’den daha iyi yaparım. Siz onu atın beni devreye sokun. Sizin adınıza vekâleten bu işi yaparım!”

Eğer Beyaz Saray’ın aklı ona yatarsa bu sefer Kürtlerin kaderi olumsuz etkilenecektir. Yok, buna değil de Pentagon’un planları ya da jeopolitik hesapları doğrultusunda davranırsa Trump yönetimi, Kürtler bir şekilde varlıklarını devam ettirir ama küçülecekleri kesindir. Çünkü toprakların yüzde 40’ı ellerindeydi, daha şimdiden bu oran yaklaşık yüzde 20’lere düştü.

Kürtlerin orada ezilmesinden de bir şey çıkmayacak

-Bir taraftan HTŞ, SMO üzerinden saldırılar sürüyorken bir taraftan da Öcalan’la görüşme çağrıları vardı. Uzunca bir aradan sonra DEM Partili Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan, Abdullah Öcalan’la görüştü. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Öcalan’la görüşmenin sürekli ertelenmesinin iki nedeni vardı bana göre. Okuduğum, edindiğim izlenim şuydu: “Henüz Öcalan’ı ikna edemediler. Gel tövbekâr ol, silahları bıraktık de!” DEM Parti için de aynı şart koşuluyor. “Geçmişte yaptığın hatalardan arın gel milli beraberlik içinde hareket edelim!” Kısacası “Gel bizim dediğimizi yap, yoksa ezeriz.” ikilemi söz konusu.

İkincisi de Rojava’daki gelişmeye bağlı olarak Türkiye’nin tavrı belirlenecektir. Buradaki Kürt meselesi de olumlu ya da olumsuz değişecektir. Eğer Türkiye oradaki Kürtleri ezer, yani tasfiye eder ya da etkisiz hâle getirirse o zaman buradaki Kürt meselesini Türkiye tamamen kendi belirlediği şartlar içinde dayatacaktır.

Mesela Oslo görüşmelerinde de İmralı’da da masada taraflar vardı. Oslo görüşmelerinde bir tarafta Kandil, bir tarafta Türkiye’nin işte Millî İstihbarat Teşkilatı’nda görevli kamu, hatta güvenlik teşkilatından birileri vardı. Yani masaya otururlarken yüz yüzeydiler. Birisi bir şey söylüyordu, diğeri de başka bir şey. O zaman müzakere veya pazarlık oluyordu… Şunu alalım, şunu verelim, şunu istiyoruz, şunu istemiyoruz ya da şunu kabul ediyoruz, şunu kabul etmiyoruz, gibi…

Şimdi eğer Rojava’daki Kürt hareketi yani PYD bir şekilde etkisiz hâle gelirse, onun yerine ENKS’nin Türkiye’yle iş birliği yapacağına dair Türkiye’nin B planı var.

Öyle bir şey olursa Türkiye’nin karşısında oturmak diye bir şey olmayacaktır. Yani masaya ben bunu istiyorum, bunu istemiyorum diyebilecek başı dik bir Kürt oturtulmayacak. Galip Türkiye ezdiği bir Kürdü masa başına dikerek şu talimatı verecek: “Ben sana şunları şunları vereceğim, şunları şunları da vermeyeceğim. Özerklik denen şeyi sil kafandan. Gerisini de unut! Tek kelam etme, yoksa yumruğu yersin tepene!” O ezilmiş, yıkılmış Kürt de “Ağanın eli tutulmaz.” diyerek boyun büküp baş eğecektir.

Muhtemelen Kürtçeyi serbest ettik diyecekler ama çerçevesi belli olmayacak. Türkiye bazı “haklar” verecektir. Yani ben bunları vereceğim. Nedir? O da açık değildir.

Evet, Öcalan’la görüşme oldu. 28-29 Aralık 2024’te mesele gündeme girdi. Öcalan’ın açıklanan ilk mesajı çok esnek. Herkes kendine göre yorumluyor. Muhtemelen Öcalan bilerek bu yuvarlak ve muğlak girişi yaptı ki ileride ön açılsın ve daha fazla görüşme olsun.

Tabii, Kürtlerin orada ezilmesinden de bir şey çıkmayacak. Bu mesele yine devam edecektir diye düşünüyorum. Evet, Suriye ekonomik bakımdan Türkiye’nin arka bahçesi olacak, siyasi bakımdan da Suriye, Türkiye’nin bir parçası hâline gelebilecektir. Toprak bakımından demiyorum, siyasi bakımından. Bir dönem Sovyetler Birliği’ne bağlı uydu devletler vardı; Macaristan, Çekoslovakya vesaire… Ona benzer bir durum olacaktır.  Ama işin diğer tarafında da şu anda kazançlı görünmesine rağmen ülkesindeki bütün o problemleri çözemeyen bir Türkiye var. Başta da bir Kürt meselesi… Dünkü ankette yüzde 59 oranında toplum çözümden yana görüş belirtmiş. Yani yüzde 59’un “Kürt meselesi çok önemlidir, çözülmelidir.” dediği bir yerde çözüm olmadığı zaman problem olur. Üstelik ekonomik kriz var, işçi ve emekçilerin sorunları var. Alevi meselesi, kadın meselesi, çevre… Onca problemini çözemeyen bir Türkiye şu anda işte ticari bakımdan, Suriye’nin yeniden inşası için lazım olan  -zaten inşaat şirketleri çoktan hazırlanmış- yaklaşık 400 milyar doların 100 milyarını kazanmayı düşünüyor… Gelgelelim Suriye’deki o çözülemeyen meseleler Türkiye’ye de olduğu gibi hatta fazlasıyla yansıyacaktır. Türkiye’nin yükü bir iken iki olacaktır. Yani uzun vadede Türkiye kazançlı çıkmayacaktır; Kürt meselesini çözmediği sürece…