Mesut Yeğen: Bahçeli, Suriye’de Kürtlerle karşı karşıya gelmeyi engellemek istedi

SÖYLEŞİ: SERPİL İLGÜN

PROF. DR. MESUT YEĞEN / FOTOĞRAFLAR: ZELAL TOPUZ

MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’teki TBMM açılışında DEM milletvekillerinin elini sıkarak başlattığı girişimin, geride kalan üç ayda somut bir görünüm kazanamaması, kazanmak bir yana iktidarın söylem ve uygulamaları, “Erdoğan’ın kendi siyasi ikbali için yaptığı bir kandırmaca” algısına yol açmıştı. 28 Aralık’ta DEM heyetinin Öcalan’la görüşmesine izin verilmesi, dahası görüşmeyi yapan DEM Partisi Milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in, Öcalan’la görüşmelerinden edindikleri “bu kez barışa daha çok yakınlaşıldığı”na dair hissiyatları, “temkinli iyimserlikleri” arttırdı.

İktidarın 2015’te çözüm sürecini sonlandırmasındaki ana motivasyon olan Suriye sahasındaki gelişmelerin, 9 yıl sonra Kürt sorununun yeniden konuşuluyor hale gelmesinde de önemli rolü oldu. Esad rejiminin 12 günde kolayca devrilmesiyle daha da netleşti bu gerçek.

Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) yönetime gelmesiyle Suriye’de oluşan yeni durumun Suriye Kürtlerine/Rojava’ya ve Türkiye’nin Kürt sorununa olası etkilerini, Kürt sorunu üzerine yoğun emek harcayan akademisyenlerden Sosyolog Prof. Dr. Mesut Yeğen’le konuştuk.  

Mesut Yeğen’in, gün gün değişen gelişmelerin (söyleşiyi yaptığımız) 27 Aralık itibarıyla fotoğrafını çekerken, yaşananları görünenin, söylenenlerin gerisinde olup bitenlere bakarak analiz etmesi, sıcak gelişmeleri konuşuyor olmanın risklerini azalttı. Yeğen, söyleşimizden bir gün sonra gerçekleşen Öcalan görüşmesi için de ilk elden ve kısa bir ek değerlendirme yaptı.

…….

-Suriye ile başlayalım. Erdoğan iktidarı, Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin fiilen elde etmiş olduğu statüyü kırmızı çizgi olarak görmeye devam ediyor. “Ya tasfiye edecekler ya yok olacaklar” diyen Erdoğan ve medyasına kulak verirsek, Kobanê’ye, Rojava’ya operasyon an meselesi. Ama siz bunun gerçekleşmeyebileceğini söylüyorsunuz. Hangi işaretlere bakarak bu değerlendirmeyi yapıyorsunuz?

Doğrusu bazı yeni gelişmeler nedeniyle, bugün daha da fazla öyle düşünüyorum. Birincisi, Hakan Fidan son açıklamalarında SDG’nin silahsızlandırılması ya da tasfiyesiyle ilgili kısmın HTŞ’ye, yeni Suriye yönetimine bırakıldığını söyledi. Dolayısıyla Türkiye büyük ihtimalle kendi askerini kullanarak bir operasyon yapamayacağını, yapmaması gerektiğini kabul etmiş durumda. Tahminim o ki Türkiye oraya kendi askeriyle girerse, Suriye’de zar zor oluşmuş görünen yeni durumun tümden bozulmasının, herkesin tekrar oraya askeri güçle girmesinin önünü açabileceğini görüyor. Bu da Türkiye lehine bir gelişme olmaz. Oysa şu anda oluşan durum iyi kullanılırsa, Türkiye’nin lehine çevrilebilecek bir durum.

-Nasıl?

Şöyle, HTŞ eninde sonunda merkezi aktör ve bir Türkiye aktörü değilse de en çok Türkiye’ye yakın olabilecek bir aktör. Dolayısıyla HTŞ’nin merkezinde olduğu yeni Suriye’yi bu haliyle muhafaza etmek, Türkiye’nin daha işine gelecek gibi görünüyor.

Türkiye’nin operasyon yapmasını zorlaştıran ikinci kuvvetli faktör de şu: Türkiye’nin vekil gücü olarak hareket eden Suriye Milli Ordusu (SMO), Türkiye’nin bütün desteği arkasında olmasına rağmen kendi kapasitesiyle Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) etkisizleştirecek bir kuvvete sahip değil. SDG büyük ihtimalle Tel Rıfat’ı ABD’nin telkinlerine uygun olarak kendisi boşalttı. Menbiç aynı şekilde. Dolayısıyla Türkiye’nin kendi ordusunu kullanmadan Kobanê’yi SDG’den arındırması mümkün değil.

Bir başka işaret, Türkiye ve ABD savunma bakanları arasında yapılan görüşme. O görüşmenin tonundan anladığım, ABD en azından 20 Ocak’a kadar Türkiye’nin oraya girmesini engelleyecek gibi görünüyor. Ancak 20 Ocak herkes için kritik bir tarih. Trump izin verecek mi, vermeyecek mi? Orada bir kez daha bakacağız duruma.

-Öyle görünüyor ki ABD ve Batı bloku SDG’nin tasfiyesini onaylamıyor ancak yeni yapıya eklemlenmeye zorluyor. 12 yıl önce Kürtleri “cihatçı IŞİD’e karşı direnen kahraman savaşçılar” olarak gösteren Batı, bugün geçmişi unutturulmaya çalışılsa da HTŞ gibi bir başka cihatçı yapının yönetimine eklemlenmesini istiyor. Bu da kaygıları arttırıyor, ne dersiniz?

Evet ama HTŞ’nin, IŞİD’le ama daha çok da El Kaide ve sonrasında El Nusra ile olan münasebeti açık olmakla beraber, artık aynı olmayacağı söyleniyor. Büyük ihtimalle bizim bilmediğimiz birtakım görüşmeler sonrasında HTŞ’nin nasıl bir örgüt olacağına, dolayısıyla Suriye’nin nasıl bir yer olacağına karar verilmiş gibi görünüyor.

Buna HTŞ, HTŞ’nin arkasındaki aktörler uyar mı, onu bilmiyorum. Kendilerini mevcuttakinden daha güçlü hissederlerse ve kendilerine bu değişimi öneren aktörlerin gücünü bir şekilde etkisizleştireceklerini düşünürlerse, kendi bildikleri yoldan devam etmek isteyebilirler. HTŞ’nin samimiyetle dönüşmüş olduğu gibi şeylere herhalde kimse çok ikna olmamıştır ama dönüşmeye razı edilmiş bir aktöre benziyor. Yani HTŞ, İdlib’i yöneten HTŞ olarak Suriye’yi yönetemeyecek, bir başka HTŞ olarak yönetecek. Dolayısıyla SDG bir şekilde Suriye’deki merkezi otoriteyi tanısın, yeni Suriye’nin parçası olsun önerisi, -ki batıdaki temel aktörler bu önerinin arkasında duruyorlar- “SDG’yi IŞİD’e, Nusra’ya ve HTŞ’ye kurban ettik” anlamına gelmiyor.

SDG neye güvenerek silahları devredecek?

-Kürtleri koruma kalkanının, selefi cihatçı HTŞ’yi dengelemek için seküler Kürtlere duyulan ihtiyaç nedeniyle sunulduğu da belirtiliyor.

İhtiyaç var ama sadece Kürtlerin gücü buna yetmez. Aleviler, seküler Sünniler, Dürziler gibi Suriye’nin diğer aktörlerinin de sahne alması, bunların da uluslararası toplum tarafından güçlendirilmesi gerekiyor. Öbür türlü, özellikle dışarıya çıkmış Sünni muhalefetin dönmesiyle HTŞ’nin hegemonya kapasitesi daha da artabilir ve SDG’nin ve diğer unsurların dengeleme kapasitesi o kadar kuvvetli olmayabilir. O itibarla diğer aktörlerin de muhakkak desteklenmesi gerekiyor.

Şu da hesaba katılmalı; Suriye Kürtleri, geride kalan 12-13 sene içinde sahadaki ağırlıklarının ötesinde bir siyasi ve askeri ağırlığa sahip olmuş durumdalar. Kürtler, Suriye nüfusunun yüzde 10 civarında bir kısmını oluşturuyor ve aşağı yukarı üç ana şehirde yoğunlaşmış durumdalar. Arap aşiretlerinin de içine katılmasıyla birlikte, neredeyse Fırat’ın doğusunu kuzeyden güneye kontrol eden bir SDG var. Bu askeri durum -buna siyasi durum da diyebilirsiniz çünkü aynı zamanda SDG burayı yönetiyor-, savaşın yarattığı olağanüstü şartlarda ortaya çıkmış bir durum. Savaş biterse, bu sahanın gerçeğiyle çok uyuşan bir resim değil. O itibarla SDG’nin sahip olduklarının bir kısmını merkeze devretmesi gerektiği Batı tarafından da teklif ediliyor.

Bu devretme işinin nereye kadar götürülmesi gerektiği düşünülüyor, onu bilmiyoruz. Herhalde Batı da diğer aktörler de “SDG bir anda bütün silahlarını devretsin ve sadece bir siyasi partiye dönüşsün, PYD ile devam etsin ya da diğer siyasi Kürt partileri Suriye’de serbest seçimler yoluyla yeni yönetimin oluşumuna katılsın” diye beklemiyordur. Çünkü ortada 80-100 bin kişi olduğu söylenen bir silahlı unsur var. Bunların geçimi vs. gibi dünyevi bir mesele var ama ondan daha önce gelen mevzu şu, Kürtler neye güvenerek bütün silahlarını devredecekler? Tahminim o ki, ilk aşamada evet SDG’den bir miktar uzlaşma, bir miktar geri adım bekleniyor. Ki attı da biliyorsunuz, Tel Rıfat’tan, Menbiç’ten çekildi, zaten güneydeki aşiretlerin bir kısmı ayrıldı vs. Belki bunun bir kısmı daha gerçekleşecek ama herhalde SDG’nin bu geri çekilme ya da uzlaşma adımları SDG’nin belki yarısının bir polis gücüne dönmesi gibi bir yerde duracaktır diye düşünüyorum.

-İktidar medyası “kaynaklar teröristlere bırakılamaz” gibi haber/yorumlarını sürdürüyor ve tehdit buradan da kuruluyor. SDG’nin kontrolündeki sahanın Suriye’nin enerji, gıda gibi başat ekonomik gelirini barındırması, HTŞ ile uzlaşma arayışlarında nerede duruyor?

SDG, ülkenin kendilerinin kontrol ettiği kısmındaki bu türden zenginliklerin Suriyelilerin ortak kullanımında olması gerektiğini kabul ettiğini bildirdi. Dolayısıyla bu konuda büyük bir tartışma yaşanacağını zannetmiyorum. Türkiye, geçiş sürecinde de bunun olmamasını istiyor ki SDG oradan mali bir güç elde etmeye devam etmesin. Ancak bu olabilecek gibi görünmüyor. Ana prensipler üzerine uzlaşıldıktan sonra SDG oradaki nüfuzundan vazgeçer ve onu Suriye’nin genel kullanımına açar gibi duruyor. O itibarla Suriye’nin yeni yönetimi ve Türkiye, eğer gerçekten Suriye’nin bütün temel unsurlarını tanıyarak kapsayıcı bir yeni ulusal birlik kurulmasında samimilerse, SDG burada çok sorun çıkaracak gibi görünmüyor. Hatta federalizm de istenmiyor, ki başka gruplar arasında mesela Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi (ENKS) içinde bazı gruplar federasyon talebini seslendiriyorlar, o da tuhaf bir şekilde Türkiye’nin de ilişkilerinin daha iyi olduğu gruplar.

Meşru muhatabın oluşturulması zor değil

-SDG, HTŞ yönetimine uzlaşmaya açık oldukları mesajlarını iletse de doğrudan bir görüşme henüz gerçekleşmedi. Muhataplık tartışmalarıyla ilgili olarak Hakan Fidan “Suriye Kürtlerinin meşru temsilcilerinin haklarını Şam’da savunmasını destekliyoruz” demişti. Kim bu meşru temsilciler? Barzani çizgisindeki ENKS’den söz ettiniz, meşru temsilci ENKS mi olacak, bu mu arzu ediliyor?

“Meşru temsilci ENKS’dir” demiyorlardır herhalde. Çünkü ENKS’nin sahada bir karşılığı yok. ENKS’nin PYD tarafından dışlandığı, orada faaliyet yapmalarına izin verilmediği vs. bunlar vaka ama gerçekten mesele meşru temsilcilerini muhatap almak, onlarla görüşmekse onun yolu yordamı belli. Artık savaş durumunda yavaş yavaş sona geliniyor, uluslararası bir heyetin gözlemciliğinde bütün Suriye’de serbest seçimleri yapılır ve meşru temsilciler seçimler vasıtasıyla ortaya çıkmış olur.

Burada söylenen, “silahlı unsurlar Suriye’deki Kürtleri temsil edemez” şeklinde. Ama orada da biliyoruz ki Kürt bölgesindeki yönetimin bir sivil ayağı da var ve o sivil ayak, siyasi şartlar savaş durumundan ötürü müsait olmamakla birlikte, seçimler yoluyla oluşan bir siyasi heyet. O heyetin daha demokratik, daha serbest bir seçim yoluyla oluşması tabii ki istenir bir durum ve bunun oluşmasının önünde bir engel olacağını zannetmiyorum.

Dolayısıyla meşru muhatabın oluşturulması zor bir iş değil. Burada önemli olan bu ikisinin seçimler yapılana kadar bir ortaklık kurup kuramayacağı, ki birkaç gündür izliyoruz, o ortaklığın oluşmasını sağlamak üzere hem ABD’liler, hem Irak Kürdistanı’ndaki aktörler ENKS ile PYD’yi uzlaştırmak için rol almış durumdalar.

-Kuzey-Doğu Suriye için daraltılmış bir yönetim senaryosunun mümkün olabileceği de belirtiliyor. Bundan ne anlayalım?

İki anlamda da daraltma. Bir teritoryal yani coğrafya olarak, ki Tel Rıfat, Menbiç, buralar zaten boşaltıldı. Yine Afrin, Rojava’nın bir parçasıydı ve şu anda SDG’nin elinde değil. Dolayısıyla sanıyorum daraltmanın SDG tarafından kabul edilebilir bir tarafı var ama bu daraltmanın karşılığında Afrin’in kontrolünün en azından oradaki sivil halka bırakılması şeklinde bir genişleme talebi de olacak.

Ama daha önemlisi, şu ana kadar kullanılan egemenlikle ilgili idari yetkilerin devredilmesi ya da daraltılması olacak. SDG de artık bir federasyon istemediğine göre büyük bir ihtimalle Hasekê, Kobanê, Afrin gibi üç büyük şehrin yönetimini elinde tutmak isteyecektir. O yönetim sadece belediyeleri elinde tutmak anlamına mı gelecek, yoksa polis gücünü de elinde tutmak anlamına gelecek ya da polis gücünün üzerine bir askeri güç de olmasını isteyecek mi…? Bunlar henüz çok belirsiz.  Ama dediğim gibi fiziki ve idari bir daralma isteniyor ve bu gerçekleşecek gibi görünüyor.

Bahçeli’ye verilen akıl…

-Suriye’deki yeni durumun Türkiye’nin Kürt sorununa nasıl etki edeceği konusuna gelirsek, Bahçeli 1 Ekim’de başlattığı girişimi şöyle çerçevelemişti: “Geleceğin risk ve fırsatlarını tehdit ve temayyüllerini tek tek analiz edip politik öncelik ve önerilerimizi birleştirdik, dünya savaş alanı, iç barışımızı ve kardeşliğimizi sağlamamız lazım, ekonomimiz için de bu gerekli!” Bahçeli’nin bu şaşırtıcı çıkışına iç dinamiklerin mi, dış dinamiklerin mi etkili olduğunun yanıtı, Esad rejiminin devrilmesiyle daha da netleşmiş oldu sanki. Bahçeli bu çıkışıyla neyin önünü almak istedi?

Makro bir yerden baktığımda gördüğüm şey şu; Körfez Savaşı’ndan sonraki 20 senede Irak’taki Sykes Picot statükosunun çökmesinden sonra, İran bütün bir bölgeye Şii hilali denen direniş eksenini kurdu. Bahçeli’nin akıl verenleri belli ki direniş ekseninin çökeceğini tespit etmiş, bunun hem Irak’ta hem Suriye’de manzarayı değiştireceğini, böyle bir değişiklik durumunda da Kürtlerin hem taleplerinin artabileceğini hem de Türkiye’yle karşı karşıya gelebileceğini öngörmüşler. Bence Bahçeli, bu karşı karşıya gelme halini engellemek istedi. Şu ana kadar da başarabilmiş gibi görünüyor. Bu ihtimal ortadan kalkmıştır anlamında söylemiyorum ama anladığım kadarıyla Türkiye, İran’ın bölgeden çekilmesi sürecine kendi Kürtleriyle gerilim ve çatışma durumunda yakalanmak istemedi. Ki hayırlı bir iş yapılmışa benziyor.

Şundan dolayı, bu yaşanan bölgesel alt üst oluştan gerçekten Türkiye Kürtleri de etkilenebilir ve bir fırsat çıktı diye düşünebilirdi ve bu hem Kürtlerin bir kez daha ezilmesiyle neticelenebilirdi ama hem de Türkiye’nin geçmişte yaptığı büyük hataların benzerini bir kez daha yapmış olmasına yol açabilirdi. O nedenle bence bir devlet aklı çalıştı gibi görünüyor ama o ne kadar sürdürebilecek, Kürtlerle en azından PKK’nin silahsızlanmasına ve tüm Kürt mücadelesinin siyasal alana aktarılmasına yol açacak kadar ilerleyecek mi? Onu henüz bilmiyoruz, ama ideal durum o tabii ki.

Siyasi hukuki zemin için…

– Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili “devlet aklının artık Kürt sorunun çözülmesi gerektiği kanaatine vardığı” değerlendirmeleri yapılsa da, DEM’li siyasetçilerle tokalaşmasının üzerinden geçen üç ayda bir sürecin oluşması konusunda somut bir adım atılmadığı gibi, umudu zayıflatan kayyım gibi pratikler sergilendi. Bu da Kürtler arasında “ideolojik referansları açısından MHP’den zaten bir çözüm beklenemeyeceği” kanaatini yaygınlaştırdı. Halen de Cumhur İttifakı’nın çözüm perspektifiyle Kürt siyasetinin perspektifinin uyuşmadığı tartışması sürüyor. Bu iki farklı çözüm tahayyülü için sizin yorumunuz ne?

Uyuşması da mümkün değil, apayrı perspektifler bunlar. Önemli olan bu meselenin, Öcalan’ın da söylediği üzere siyasi, hukuki zemine çekilip çekilmeyeceği. Esas mesele bu ve bunun olabileceğine dair bir perspektif birliği sanki var. O perspektif hukuki, siyasi zemine çekildikten sonra “bu iş nasıl çözülür”e dair rekabet yine devam edecek ama siyasi mülahazalarla, siyasi araçlarla bir müzakere ya da mücadele devam edecek.

Burada bilmediğimiz şey şu; devlet, meselenin siyasi-hukuki zemine çekilmesini sağlamak karşılığında ne kadar siyasi-hukuki tasarrufta bulunacak? Silahsızlanma hangi siyasi-hukuki tasarruf karşılığında yapılacak? Çünkü PKK silahsızlanmayı kabul etse, zaten pişmanlık yasası gibi yasalar var, insanlar gelip çok ceza almadan işin bu kısmı çözülebilir ama meselenin bu olmadığını biliyoruz.

Yani siyasi hukuki alana çekilmesinin, muhakkak bir siyasi hukuk karşılığı olmak zorunda. Ama onun hem şartlarını bilmiyoruz hem de o şartlarda bir uzlaşma olup olmayacağını bilmiyoruz. Biliyorsunuz af gibi, anadilinde eğitimin bir kısmıyla kabul edilmesi gibi şeyler konuşuluyor ama kim bu işleri yüz yüze konuşuyor, o konuda bir fikrim yok.

-Belediyelere kayyım atanması, Kürt siyasetçilere, medyasına baskıları yoğunlaştırmanın dışında, Erdoğan’dan Bahçeli’ye, Mehmet Uçum’dan Abdülkadir Selvi’ye “artık Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” söylemleri, “Cumhur İttifakı Kürt sorununu çözmeyi değil, Kürt hareketini tasfiye etmeyi amaçlıyor” kanaatini besliyor ve çözüm inancını zayıflatıyor.

Tasfiye amaçlanıyor olabilir. Bu tartışma üzerinden Kürt hareketinin dengesini bozmak ve bir aşamada “bunlarla çözüm olmuyor” deyip, hem yeniden askeri operasyonlara ağırlık vermek, hem de siyasi kanadın üzerine gitmek gibi bir şey de yapılabilir. Geçmişte bunlar oldu biliyorsunuz. Önceki çözüm sürecinde, 2011’de mesela böyle bir ara dönem yaşandı. Olmaz değil ama Bahçeli’nin yaptığı tespit eğer devlet için önemli olmaya devam ediyorsa, sanki bu yola sapılmaz gibi geliyor bana. Öte yandan, tasfiye dendiğinde eğer PKK’nin tasfiyesi anlaşıyorsa bu zaten evet, konuşulan bir şey. Yani Öcalan ve devlet arasında PKK’nin ya da silahlı faaliyetin miadını doldurduğu konusunda bir uzlaşma zaten var. Önemli olan bu herkesin üzerine uzlaştığı kararın nasıl ve neyle mühürleneceği. Bu da bizi biraz önceki siyasi hukuki adımlar meselesine getiriyor.

Bahçeli, Kürt meselesini kabul etmiş oldu

-PKK dışında hedefin legal siyaset alanının da tasfiyesi, daha doğru bir ifadeyle muhatapsızlaştırılması olduğu görüşleri de var. Giderek DEM’i bir özne/aktör olmaktan çıkarmak…

Bu çok olabilir gelmiyor. PKK on senedir etkisizleştirilmiş durumda ve DEM’in üzerinde yoğun bir baskı var. Buna rağmen 1-2 puan kaybetmiş olsa da aşağı yukarı bölgede yine belediyeleri aldı, birçok milletvekili çıkardı vs. Dolayısıyla o çok yapılabilir gibi görünmüyor. Ayrıca yine eğer Bahçeli’nin başlattığı girişim tümüyle bir kandırmacadan ibaret değilse, ki öyle olduğunu zannetmiyorum, tam tersi amaçlanıyor. Yani “bu iş artık siyasal alana taşınsın ve oradaki aktörler bu işi götürsün!” Çünkü Bahçeli ile birlikte biz şunu görmüş olduk, şimdi Erdoğan başka bir pozisyona geçti ama Erdoğan ve CHP’den sonra Bahçeli de artık Türkiye’nin bir Kürt meselesi olduğunu, Kürt vatandaşlarıyla devletin bir meselesi olduğunu kabul etmiş oldu. Dolayısıyla Bahçeli’nin de söylediği “biz bunu artık parlamentoda, siyasi alanda konuşalım!” O itibarla, her iki kısmın birden tasfiyesinin amaçlanması gibi karanlık bir hedef yoktur diyemem ama işaretler çok öyle olduğunu göstermiyor.

Devletin daha parçalı olduğu zamanlarda, bir kısım aktörler süreci buralara doğru evriltmek için bir şeyler yapardı. Mesela bir dönem FETÖ, 1993’te başka aktörler başka şeyleri devreye koymuştu. Bugün devlet içerisinde öyle bir aktör var gibi görünmüyor. Yani Bahçeli ve Erdoğan birlikte bir inisiyatif olacak ve onlara rağmen devletin içinde birileri süreci başka yere evriltecek! Bu ihtimal zayıf görünüyor.

Suriye’de Kürtleri tasfiye beklentisi

-Muhalefet içinde de destek bulan ancak ağırlıkla iktidar çevresinde dillendirilen şöyle görüşler de var: “Esat rejiminin düştüğü 8 Aralık itibarıyla sadece SDG/PYD’nin değil, Türkiye’deki Kürt siyasal hareketinin de eli zayıfladı. Şartlar değişti, artık Öcalan’la görüşmeye de gerek yok!” Ne dersiniz, Suriye’deki yeni durum Bahçeli’nin girişimine, Türkiye’nin Kürt sorununa nasıl yansır?

Bu soru benim de üzerine düşündüğüm bir mesele. 1 Ekim’den sonra beklentim şuydu; Suriye’de Esad, Sünniler ve Kürtler şeklinde üç bölgeli bir yapı oluşacak ve burada Kürtler gerçekten bir denge unsuru olacak, o itibarla da Türkiye’de muhtemel bir çözüm sürecinde o üç bölgeden birinde bir şekilde bir şey elde etmiş olarak Kürtler biraz daha zorlayıcı olacak! Ancak manzara öyle gelişmedi. Esad’ın gitmesiyle birlikte, Türkiye’ye tam olmasa da kısmen yakın bir aktörün, Kürtler hariç Suriye’nin neredeyse tamamına nüfuz ettiği bir manzara ortaya çıktı. Dolayısıyla bu manzaradan ötürü kimi aktörlerin “artık çözüm sürecine gerek kalmadı. Kürtlerin bir gücü yok, zaten tasfiye ederiz, olur biter” türünden bir ruh haline kapılmaları anlaşılmaz değil.

Ve fakat yine sahanın gerçekliği sözünü ettiğim resmin de o kadar kalıcı olmadığını gösteriyor. Yani evet, HTŞ beklemediği bir hızla Şam’a girmiş oldu, o itibarla Esad ya da BAAS tarafından temsil edilebilecek bir otorite bırakmadı ama yukarıda belirttiğim gibi, bırakın Kürtlerin olduğu bölgeyi, Fırat’ın batısındaki alanı bile HTŞ mevcut askeri ve siyasi kapasitesiyle yönetebilecek gibi görünmüyor. Hem bu var, hem de bir yandan İsrail’in, Körfez’in ve Batı’nın büyük bir ihtimalle orada HTŞ harici bir takım aktörlere de destek sağlama durumu var. Bu oldukça, HTŞ’nin bir an oluşan boşluktan dolayı fazla görünen gücü büyük ihtimalle önümüzdeki dönemde dengelenecektir. O itibarla, “eli zayıflamış Kürtler” tablosu arzu edilen kadar oluşmayabilir. Görüşmenin başında konuştuğumuz Türkiye’yi operasyondan vazgeçmeye götüren süreç de biraz bununla alakalı gibi görünüyor. Yani “HTŞ ya da HTŞ ile beraber Türkiye SDG’yi ortadan kaldırır” resmi oluşmayacak gibi görünüyor.

Toplum, siyaseti yöneticilere bırakmış durumda

-“Bahçeli girişiminin toplumsal muhalefetten gelen basınç sonucu değil, devlet aklının bölgede-dünyada meydana gelen gelişmeleri okuması sonucunda ortaya çıkması, çözüm sürecinin inşası için handikap oluşturuyor” tespitine sizin yaklaşımınız ne? Gerek barışın toplumsallaştırılması, gerekse iktidarın bir bakıma “tasfiye hesaplarını bozacak” bir toplumsal muhalefet olmaması durumu için değerlendirmeniz ne olur?

Doğrusu formel bir yerden “işler nasıl olmalı” perspektifinden bakarsak dediğiniz gibi olmalı, evet. Yani sivil siyasi aktörler de sahne almalı ve bu işin toplumsallaşması için çalışmalı. İdeal durum bu. Ama bir, Türkiye’de bu olacağa benzemiyor. İkincisi, gerek de ihtiyaç da yok.

-Neden?

Şundan, bir kere bu olacağa benzemiyor çünkü Türkiye’de bizim güçlü bir sivil toplumumuz yok. Geride kalan 8-10 senelik bu otoriter rejim olanı da zaten kurutmuş, etkisizleştirmiş durumda. Siyaseti etkilemek üzere çalışmanın epey maliyetli bir iş olduğu anlatıldı sivil topluma, Gezi’de olduğu gibi…

İkincisi, insanların hoşuna giden bir şey değil ama söylemek zorundayım, Türkiye’de çözüm olacaksa önce tepelerde bir yerlerde karar verilecek, sonra o karar aşağı doğru benimsetilecek gibi görünüyor. Daha önce de böyle oldu. Hatırlayın, bir önceki çözüm sürecinde iş başladığında toplumda verilen destek yüzde 30 civarında iken, Erdoğan’ın vs. bu işin arkasında olmasıyla zamanla yüzde 60-70’e çıktı.

Bizde sol, siyaseti böyle okumak istemez ama bizim seçmenlerimiz, toplumumuz siyaseti başta devlet olmak üzere, siyasi partilere, yöneticilere, kanaat önderlerine filan bırakmış durumda. Genellikle onlardan gelen işaretlere göre pozisyon alıyor. Şimdi de öyle olacak. 1 Ekim’den önce araştırma yapıp “çözüm sürecine gerek var mı?” diye sorsanız, toplumun yüzde 80’i “ne çözüm süreci, hallettik ya” diyecekti. Çünkü Erdoğan öyle diyor. Ama şimdi Erdoğan-Bahçeli sahne aldıktan sonra sorsanız “evet, olabilir!” yanıtını alırsınız. Ki, yeni yapılan araştırmalar da bunu doğruluyor.

CHP siyaset geliştirmiyor

-Barışın toplumsallaştırılması, demokratik bir barış sürecinin örülmesi bahsinde, muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP’nin pozisyonunu da soralım.

Doğrusu giderek şu kanaate kapılıyorum, ekonomik durum bu kadar kötü olmasaydı, toplumun canı bu kadar yanmasaydı, CHP 31 Mart’taki bu sonucu alamayacaktı. CHP’nin bir başarısı yok, AK Parti’nin büyük bir başarısızlığı var. Hatta CHP’ye yönelmekten çok AK Parti’den kaçış var.

CHP her meseleyi en yüzeyinden, en köpüğünden, en polemiğe evriltilebilir tarafından aldığından, Kürt meselesi dahil temel hiçbir meseleyi etraflıca, uzmanlarıyla, derinliğine ele alıp siyaset geliştirmiyor. Erdoğan’ın bir açığını bulup, onu kendince zor durumda bırakan bir laf üretmekten, polemik yapmaktan başka bir şey yapmıyor. Kürt meselesi 40 senedir bu ülkeyi yakıp yıkıyor, CHP’lilerin övündükleri tek metin 89’daki SHP raporu. Ondan beri bir tane doğru düzgün çalışma yapmış değiller. Bugün CHP yönetimine “iktidarı size devrettik, buyrun Kürt meselesiyle ilgili ne yapacaksınız?” deseniz, hiçbir şey bilmediklerine çok eminim.

Meselenin Suriye kısmı da aynı şekilde.

‘Kürtler emperyalist ajandaların askeri’ mi?

-Kuzey ve Doğu Suriye’nin geleceği ile ilgili tehdit ve belirsizlikler bazı çevrelerdeki “Emperyalistlerle iş tutarsanız böyle olur!” yaklaşımını diriltmiş oldu. Meselenin çok boyutlu bir mesele olduğunun farkında olarak, bu yaklaşımları nasıl izlediğinizle ilgili kısa bir değerlendirme isteyelim.

İzlediğim kadarıyla bu argüman, Kürt hareketi ya da Kürtler nezdinde ciddiye alınabilir bir argüman değil. Entelektüel, politik gücü olmakla birlikte, kalabalıkları etkileyen bir argüman değil.

“Emperyalistlerle iş tutarsanız onlar sizi satar!” Bu, Kürtlerin ya da  bu türden mağdur aktörlerin hiçbirinin bilmediği bir şey değil. Ama onlar da kendi ajandalarının bir kısmını gerçekleştirmek için emperyalistlerin ajandalarıyla kendi ajandalarını çakıştırıyorlar. Yapılan esas olarak bu.

Yani gidip emperyalistlerin ajandalarının parçası olmuyorlar. O ajandanın askerliğine soyunmuyorlar. Yaptıkları bu değil. Yaptıkları kendi ajandalarıyla, emperyalistlerin ajandalarının çakışan kısmında durmak ve buradan kendilerine bir yarar üretmek.  Evet, yarın bu ajandanın çakışma hali ortadan kalkabilir ya da emperyalistler açısından başka bir çakışma daha arzu edilebilir hale gelebilir ve mevcut aktörleri geride bırakılabilir. Bu gerçekten bir ihtimal ama Kürtlere önerilen ne? Neredeyse mevcut duruma teslim olmak. O da Kürtlere hiçbir şey getirmiyor.

Öcalan’dan beklenen çağrı için…

-Söyleşimizden hemen sonra beklenen Öcalan-DEM heyeti görüşmesi gerçekleşti. Ana hatlarıyla Öcalan’dan gelen mesajı nasıl değerlendirirsiniz? Silah bırakma ve Suriye ile ilgili mesaj ileteceği beklentisi yaratılmıştı, açıklamada bunun yer almaması nasıl okunmalı? Ve ziyaretin gerçekleşmesiyle, “yeni çözüm süreci başladı” denebilir mi?

Yeni çözüm süreci başladı denebilir. Birkaç sebepten ötürü. Öncelikle, Öcalan’la görüşenler geçen çözüm sürecinde de görev yapmış iki isim ve yine geçen süreçte görev yapmış üçüncü bir isim olarak Ahmet Türk’ün de katılacağı anlaşılıyor. İkinci olarak, çok uzamayacak belki ama görüşmeler belli ki devam edecek. Üçüncü olarak, Öcalan siyasetin diğer aktörlerini bilgilendirmeyi önemsiyor. Bu da geniş tabanlı bir müzakerenin esas alındığını gösteriyor. Silah bırakma çağrısını yapabilmesi için Öcalan’ın elinin güçlenmesi, Kürt kamuoyuna, DEM Parti’ye ve en önemlisi Kandil’e “bakın şunlar şunlar var, dolayısıyla silahsızlanma olabilir ya da kaçınılmaz” diyebilmesi lazım. Tahminim o ki, Rojava’da SDG ve Türkiye arasında bir anlaşma olursa, ki olabilir görünüyor, muhalefetin sürecin önünde durmayacağı anlaşılır ve iktidar da Bahçeli’nin Türk-Kürt kardeşliği teklifini hak hukuk temelli olarak biraz daha somutlaştırırsa, Öcalan’ın da eli güçlenmiş hale gelir ve beklenen çağrıyı yapabilir.