DOÇ. DR. HAKAN KOÇAK

Çok uzun yıllardır memleketi yoran, bunaltan ve çürüten bir savaşın barışla noktalanacağını umduğumuz günlerdeyiz. 1980’lerin başlarından bugüne Kürt silahlı hareketi ile devlet arasında inişli çıkışlı, zaman zaman ateşkes, çözüm, açılım, barış vb. diye adlandırılan süreçleri de kapsayan çatışmalar yalnızca askerî alanda cereyan etmedi. Aynı zamanda toplumsal yapıyı ve siyasetin bütününü belirleyen sonuçları oldu, oluyor. Bu uzun tarih boyunca savaşa karşı barış talebi de farklı kesimlerce, aktörlerce farklı biçimlerde dillendirildi, gündemde tutuldu. Çoğu kez barış talebi de terör destekçiliği ile yaftalandı, sahiplenenler çeşitli bedeller ödediler. Ancak bu uzun savaş, çatışma tarihine baktığımızda barış talebi etrafından güçlü, yaygın bir toplumsal hareketin oluşamadığını da söylemek gerekir. Burada barış talebinin toplumsallaşamamasına Türkiye işçi sınıfı merkezli olarak bakmak istiyoruz.
Savaşlar işçi sınıfını üç biçimde etkiler. Her şeyden önce ölenlerin ağırlıklı bölümü emekçiler, emekçi çocuklarıdır. Yani işçi emekçilerin canıdır savaştaki en büyük kayıp.
İkinci olarak işçilerin örgütlenmesi ve hak mücadelesi geliştirmesi, sesini duyurması zorlaşır. Savaş iklimi sınıf kapasitesini zayıflatır. Etnik olarak bölünmüşlük, halklar arası gerilimler örgütlenme mücadelelerinde bir araya gelişleri zorlaştırır, barış yanlısı mücadeleci sendikaları, sendikacıları marjinalleştirir, savaş ikliminde sınıfsal taleplerin meşruluğu zayıflar (“sözkonusu vatan iken ücret mi talep edilir?!”) mücadelede ısrarcı olanlar kolayca milli çıkarların düşmanı ilan edilebilir, grevler, eylemler kolayca yasaklanabilir vs.
Son olarak savaş için yapılan devasa harcamalar emekçiler için kullanılabilecek ve kullanılması gereken kamu fonlarını küçültür, bütçede eğitim, sağlık başta olmak üzere temel kamu hizmetlerine ayrılan pay küçülür, büyük ölçüde emekçilerden kesilen paylarla oluşan vergi havuzundan, bütçeden emekçilerin yararlanma düzeyi düşer.
Tüm bunlar aynı zamanda işçi sınıfının barış talebini yükseltmesi için esaslı argümanlar, gerekçelerdir elbette ama Türkiye pratiğinde yeterince işlenebildikleri söylenemez.
12 Eylül ve 90’lar konseptinin etkisi
Sanırız bunun nedenini uzun sürmüş savaşın başladığı ve derinleştiği 80’li 90’lı yıllarda aramak gerekir. Emekçilerin bugün savaş ve barış karşısındaki tutumlarının kuşaklar boyunca oluşan birikimli bir süreç olduğunu unutmamak gerekir.
Savaşın başladığı yılların aynı zamanda Türkiye işçi hareketinin 12 Eylül’le ağır darbe aldığı, işçi sınıfının neo-liberal politikaların şok edici sonuçlarıyla yüzleşerek yoksullaştığı yıllar olduğu unutulmamalıdır. 1980 öncesinin en ileri sendikal odağı olan DİSK’in faaliyetleri durdurulduğu için sahnede olmadığı yıllardır. Barış sözünün sınıf içinde taşıyıcısı olabilecek pek çok kadronun tasfiye edildiği bir dönemdir.
Emekçiler açısından barışın toplumsallaşamamasında 90’lar konsepti de belirleyicidir. Özel savaş, psikolojik savaş vb. taktikleri ve konseptinin devrede olduğu bu dönemde ana akım medyadan resmî kurumlara yayılan dezenformasyonlarla yaşananların geniş kesimlerce görülmesi mümkün olamamıştır.
Öte yandan 12 Eylül’ün yalnızca yasal plandaki yasaklarla, polisiye önlemlerle işçi hareketini baskı altına aldığını söylemek eksik olur. Belki de daha önemlisi işçi sınıfının sosyalleşme alanı kuşatılmıştır. Genç emekçilerin yetiştiği okullar, özellikle de meslek liseleri ve yüksek okulları yoğun bir kadrolaşma ile milliyetçi, şoven bir iklim içindedir. Emekçi gençlerin yetiştiği semtler ülkü ocakları vb. yapılarla dolmuştur. Büyük ölçüde 3 M (medya, mahalle ve meslek okulu) üçgeninde sosyalleşen ve siyasal bilinç edinen genç emekçilerin barış sözü ile buluşması neredeyse imkansızlaşmıştır. Savaş ilerledikçe çok sayıda şehit askerin isminin verildiği okullar, parklar, duraklar, üst geçitlerle dolu emekçi semtlerinde asker uğurlama törenleri vb. ritüellerle, televizyonlarda art arda yayınlanan milliyetçi dizilerle vb. bu şekillenme pekişmiştir.
Sendikalarda ‘devletin kolu’ genetiği
Öte yandan Türkiye sendikal hareketinin 1950’lere uzanan genetik kodlarının da anti-komünizm, milliyetçilik vb. değerlerle şekillendiğini anımsamak gerekir. “Milli meselelerde” devletin bir kolu olarak hareket etme refleksi (ki bu da yine genetik şekillenmede belirleyici olan Amerikan tarzı sendikacılığın da alemet-i farikasıdır) ana akım sendikacılıkta egemendir.
Özetle, 12 Eylül yenilgisi sonrası zayıflamış, şok neo-liberal politikalar karşısında direniş hattı örmeye çalışan sendikalar için derin ve yaygın savaş konseptine direnmek, barış mücadelesinin taşıyıcısı olmak hayli zordur ve de olamamıştır. Ortaya çıkan nüveler de boğulmuştur. Bu boğulma aynı zamanda sendikal örgütler içinde de gerçekleşir. Bizzat bu satırların yazarının sendika uzmanı olarak kişisel tanıklıkları da vardır: Pek çok vakada barış sözünün sendikal eğitimlerde dile getirilmesinin yarattığı gerilimler, barış yanlısı açıklama ve tutumların sendikacıların damgalanarak sendika yönetimlerinde yer almasını engellemesi, örgütlenme süreçlerinde harekete geçirilen şoven duygular vb. çokça gözlenmiştir.

Her şeye rağmen…
Tüm bu sayılanlara rağmen, işçi hareketinin 1980 sonlarına doğru başlayıp kabaca 1994, 5 Nisan Krizine ve biraz sonrasına kadar sürdüğü görkemli yükseliş evresinde, emek hareketi içinde halkların kardeşliğini sahiplenen, barışı sahiplenen yönelimlerin yer bulabildiğini de eklemek gerekir. Türk-İş’in Doğu ve Güneydoğu Raporu hazırladığı, bağlı sendikalarından kimi yöneticilerin gazete ilanları ve kampanyalarla barış, insan hakları talebini dile getirdiği, yaygın ve belirleyici olmasa da “Zonguldak-Botan Elele” sloganının karşılık bulabildiği, yeniden faaliyete geçen DİSK’in barış talebini sahiplendiği ve tabi esas olarak tam o sıralarda oluşan KESK’in barış talebini yükselttiği bir kesit olabilmiştir. Ancak Petrol-İş Başkanı Münir Ceylan örneğinde simgesel olarak görüldüğü gibi barış talebi ağır bedeller ödenmesine neden oldu. Ceylan, yazdığı barış yanlısı bir yazı nedeniyle tutuklandı. Gazetelere ilan veren sendikacılar kamuoyunda saldırılara maruz kaldı vb. 90’lı yılların Petrol-İş Yıllıklarında bu süreç zengin örneklerle izlenebilir.
Savaş ve biraradalık deneyimleri
Savaş yılları aynı zamanda büyük bir proleterleşme sürecidir. Ancak bu süreç bölünmüş bir işgücü piyasası içinde gerçekleşir. Enformel, kayıt dışı, ikincil işgücü piyasasında savaşın sonucu olarak kitlesel göçlerle gelen Kürt emekçiler yer bulur. Kürt ve Türk emekçilerin çalışma yaşamında biraradalık deneyimleri zayıf kalır. Hızla büyüyen inşaat sektörünün işgücü içinde ağırlık kazanan Kürt inşaat işçilerinin ülke coğrafyasının her yerinde karşılaştıkları ayrımcı tutumlar, linçler vb. marjinalleştirilmiş emekçi deneyimleri olarak en dikkat çekici olanlardandır ve ciddi bir sendikal itiraz ve dayanışma görmez.
Sendikalarda ise Kürt coğrafyasındaki şubelerin yöneticilerinin, üyelerinin dünyası ile Batıdakilerin dünyası büyük ölçüde ayrışmıştır. Her şeye rağmen ortak sendikal platformlarda faaliyet yürütmek kişisel duygudaşlığı, ortak tutum alışları ve en azından düşmanca iklimin geliştiği dönemlerde şoven tutumların sonuçlarının alana yansımamasını sağlamıştır.
İşçi hareketinin yükseliş anları barışçıl bir iklimin oluşumuna da çoğu kez zemin hazırlar. 2010’daki Tekel Direnişi’nde Ankara’da yanyana kurulan Diyarbakır ve İzmir çadırları arasındaki ilişkiler, sınıf hareketinin ışığında derinlemesine bir kardeşleşmeyi sağlaması bağlamında dikkate değer örneklerdendir. Benzer deneyimler, empatik ortamlar, dayanışmacı, kardeşleştirici ortamlar mikro düzeyde pek çok işçi örgütlenmesinde ve direnişinde yaşansa da ortak ve güçlü bir barış talebinin mayası haline gelemez.
Emekçileri barışa kazanma görevi
Kürt sorununda bugün gündeme gelen barışçıl bir çözümün sendikal hareketi de rahatlatacağı açıktır. Kürt sorunu eksenli yaratılan savaş ikliminde daha da içine kapanan ya da daha da devlet belirlenimli hale gelenler dönüşebilir. Kürt sorunundaki barışçıl tutumundan dolayı damgalanma ve daralma dinamikleri zayıflar, ortak mücadele platformları güçlenir, sınıf eksenli, sosyal politika temalı politikaların, taleplerin, siyasî organizasyonların duyulurluğu artabilir vb. Yani işçi hareketi barış mücadelesinin taşıyıcısı olamasa bile ortaya çıkacak neticelerden olumlu etkilenecektir.
Elbette barışın uzun ve karmaşık bir süreç olacağı, birkaç emekçi kuşağı boyunca birikmiş duyguların, önyargıların, kalıplaşmış ve taşlaşmış bakışların kolay aşılacağını beklememek gerekir. Kaldı ki Saray rejiminin yeni yönelimleri ile içinde yol alınan daha da anti-demokratik iklimde barışın emekçiler için yaratabileceği olumlu sonuçların tecrübe edilmesinin zorlukları ortadadır.
Barışı daha geniş de düşünmek gerekir. Son gelişmelerle yeniden düzenlenen Ortadoğu coğrafyasında yeni savaşlar, çatışmalar, işgaller gündemdedir ve bunların da öncelikli mağduru yine emekçiler olacaktır. İşçi hareketinin ülke içinde ve dışında, hem zayıflamış, hem de adil bölüşülmeyen kamu kaynaklarının savaşçı hedefler için kullanılmasına karşı ses çıkartması gereklidir. Barış, naif bir genel talep olmanın ötesinde işçi sınıfının yaşam koşullarına doğrudan etki eden ve özünde bir sermaye birikim süreci de olan savaş karşısında sınıf politikası olarak anlam kazanmalıdır. Mesela “SİHA üreterek”, savaş sanayini geliştirerek “kalkınma” karşısında ekolojik, adil, insanî bir kalkınma modelinin savunulması ve güçlendirilmesi de barış mücadelesinin önemli bir ayağı olarak işçi hareketinin sendikal ve siyasal öznelerinin gündemi olmalıdır.
Barışın emekçilerin daha güvenli, daha refah ve daha huzurlu bir yaşam sürmelerinde belirleyici rolünü onların diliyle, kavramlarıyla döne dolaşa yeniden anlatmak, emekçileri barışa kazanmak bitmeyecek bir görev olarak hep önümüzde…