Harp, sulh ve politika

M. ENDER ÖNDEŞ

Sanırım önce biraz geriye gitmek, belki biraz da açık sözlü olmak gerekiyor. Silahlı çatışma (daha doğru bir deyimle silahlı mücadele) ve müzakere/barış süreçleri üzerine düşünürken, tarih dün başlamış gibi davranmak, nereden nereye gelindiği konusunu atlamak oluyor çünkü.

Şöyle basit bir soruyla başlayabiliriz: 1990 miladı üzerinden geriye doğru giderek, 1960’larla 80’ler arasındaki zaman aralığından rastgele bir tarih seçsek, misal 1969 ya da 1977 desek ve bir anlığına zaman makinesiyle oralara gidebilsek, “ateşkes”, ‘barış görüşmeleri” gibi kavramlarla ne kadar karşılaşabilirdik? Yanıtı ben vereyim: Hiç denecek kadar az! Yanılıyor olabilirim belki ama en azından benim belleğimde o yıllara ait böyle bir bilgi bulunmuyor.

Bunun nedenini biliyoruz elbette. Dünyanın üçte birinin kapitalist hegemonya dışında bir blok oluşturduğu (aralarında çekişseler de) koşullarda yaşanan büyük bir devrimci dalgadan söz ediyoruz çünkü. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna hemen her köşesinde patlayarak metropollerdeki işçi sınıfını ve gençliği de coşturan büyük bir dalga var ve bu dalga, reel sosyalist dükalıklara rağmen ciddi başarılara imza atıyor. Afrika’dan uzak Asya’ya, Latin Amerika’ya kadar her yerde sosyalist eğilimli ulusal kurtuluş hareketleri, gerilla mücadeleleri, kent ayaklanmaları var ve bunlar öyle havanda su da dövmüyorlar, Vietnam’dan Küba’ya, Angola’ya kadar zaferler yaratıyorlar. Üstüne üstlük kapitalist blok ile reel sosyalizm bloku arasında bir yerde duran ama ulusal kurtuluşçu/sol hareketlere soğuk davranmayan bir de “Bağlantısızlar” bloku var ki, o da ayrı bir moral motivasyon, maddi destek unsuru yaratıyor.

Koşullar böyle ve bu koşullar altında kimsenin aklına savaştıkları iktidarlarla “barış görüşmeleri” yapmak, “silah bırakarak parlamenter yaşama geçmek” gibi şeyler gelmiyor; geleni de zaten kimse günahı kadar sevmiyor o günlerde! O kadar ki, mesela Fidel (‘Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez’ konulu o ünlü söylevinde) Venezuela’da Komünist Parti’nin berbat çizgisine karşı Douglas Bravo liderliğindeki gerilla hareketini savunurken, “Bir gerilla, ancak bizim yaptığımız gibi, tutsakları Kızılhaç’a göndermek için cephenin bazı bölümlerinde, o da bir ya da iki gün için ateş kesmeye razı olabilir. Gerillanın başka hiçbir biçimde ateşkese yanaşmaması bir prensiptir” diyordu.    

Rüzgâr zamanları

Her şeyin bu kadar net ve keskin olması, anlaşılabilir bir şey. Sebebini de biliyoruz. Herkes yürüttüğü mücadelenin başarısından son derece emin; uluslararası konjonktür de bu başarıların yolunu açıyor, moraller yüksek ve yüksek olmasının da somut, elle tutulur sebepleri var. En önemlisi de şu: Konjonktür, başarıya ulaşan mücadelelerin, devrimlerin yaşamasını mümkün kılıyor. Yani zafere erişince sizi kolay kolay ezip yok edemiyorlar. 

Bir parantez açarak ilerleyelim; O süreçte ‘silahlı mücadele’ kavramı da (Clausewitz’den hareketle) son derece doğru bir biçimde, ‘siyasal mücadelenin bir biçimi’ olarak tanımlanıyor ve siyasal mücadelenin silahlı olmayan biçimleri kimi zaman ‘barışçıl mücadele’, kimi zaman da ‘legal mücadele’ (yasal değil, legal) olarak adlandırılıyor. Dolayısıyla bugünlerde sık kullanılan ‘silah-siyaset’ karşıtlığı söylemine pek rastlanılmıyor. Herkes kendi meşrebince silahlı mücadele ile ekonomik demokratik mücadele alanlarının iyi kötü bir dengesini kuruyor.

Durum özet olarak bu.

Bu özetin iki bakımdan önemi var:

Birincisi, bugün geldiğimiz noktada gündemimiz olan ‘barış’ kavramı, dünyanın evrildiği süreçle doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılıdır. Daha açık sözlü olalım, an itibarıyla, sözgelimi 1973 yılını yaşıyor olsak, bu kavram aynı anlamı taşımayacaktı. Belki o zamanlarda gündemde olan nükleer savaş tehditleriyle ilgili bir anlam ifade edecekti ama ülkelerin iç mücadele alanlarında ciddi bir manası olmayacaktı. Çok kaba ve incitici bir dil kullanmak istemem ama söylemek zorundayım, bu kavram, an itibarıyla teorik olarak nasıl ifade edersek edelim aslında biraz da ‘razı olunan’ bir durumu ifade etmektedir.     

İkincisi, ‘silahlı mücadele’ kavramı da o gün nasıl anlaşılıyorsa öyle anlaşılacaktı ve bunu yürüten yapılar da, ‘aslında barış istediği halde silaha mecbur olmuş’ gibi bir dili kullanmayacaklardı. Silahlı mücadele, evet, siyasal mücadelede ‘mecbur’ olunan bir durumdur, meşruiyetini de o ‘mecburiyetten’ alır, kimse keyfinden ölümcül bir sürece girmez ama öte yandan politik/sosyolojik çözümlemeler sonucu başlatılan bir şeydir ve onu yürütenlerin barışçıl kişiliğe sahip olmalarından bağımsız olarak politik kararlara dayanır.

Geçmişe ağlamadan…

Geldik bugüne. Girişi uzatarak geldik, biliyorum ve bunun için okurlardan özür diliyorum ama böyle bir arka planı özetleyerek yürümek zorunluydu.

Okurdan bir özür daha dileyerek, sürecin akışı üzerine kişisel fikrimi de tek bir paragrafta özetlemek istiyorum.

Ben kendi payıma, reel sosyalizmin çöküşünün, içsel faktörler kadar, bir dünya devriminin yolunu açabilecek 1960-70’lerin devrimci dalgasının kesintiye uğraması ile de ilgili olduğunu düşünüyorum. Bijan Cezani’den Denizlere Mahirlere, Che’den Lumumba ve Amilcar Cabral’a, George Habbaş’tan Ho Chi Minh’e, Agustinho Neto’dan Manuel Marulanda’ya kadar uzanan o büyük dalganın ve bir tür savaşçı Enternasyonal’e dönüşme potansiyeli taşıyan ‘Üç Kıta Konferansı’ gibi girişimlerin, dünyanın birçok bölgesini ‘kurtarma’ imkânının yanında, küflenmekte olan ‘Reel Sosyalist’ pratikleri de pompaladığı oksijenle dönüştürme, hatta Ortadoğu’ya da gerçek ‘bahar’lar armağan etme şansına sahip olduğunu ve yaşanan kesintinin asıl bu yüzden korkunç olduğuna inanıyorum.

“Geçmişe ağlamak fayda vermez” diyor bir Şili şarkısında. Evet. Geçmişe ağlayacak değiliz. Bugünü, şimdiyi yaşıyoruz.

Bugünün dünyası ise artık çok karmaşık.

Dünya halleri

Bugünün en önemli özelliği, 90’lardan başlayarak geçen 40 yıldan fazla süre içerisinde bir iç mesele olarak devrim fikrinin, daha doğrusu herhangi bir devrimin yaşama ihtimaline ilişkin güvenin törpülenmesi oldu. 90’ların çöküşü, sanıldığı gibi sadece sosyalistler arasında bir moral çöküş yaratmadı, sosyalizme karşı olanlar da dahil milyarlarca insanın kendisini büyük bir yalnızlık içinde bulmasına yol açtı. Bu, genel olarak daha adil bir dünya fikrini zayıflattığı gibi, böyle bir girişimin başarıya ulaşması halinde bile yaşayamayacağı, yaşatılmayacağı, mutlaka ezileceği ön kabulüne de yol açtı. Dünyanın şu andaki çılgın tablosuna bakılınca bu ön kabulün çok da temelsiz olduğu söylenemiyor maalesef.

Böylece son 40 yılda, dünyanın çeşitli köşelerinde ulusal kurtuluş, devrim ve iktidar için savaşan güçlerin çeşitli yollardan legal/barışçıl alanlara geçişine tanık olduk. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum; haddime düşmez. Belki biraz hüzün ama ukalaca bir akıl vermeyle hiç işim olmaz. Tarihin belli bir evresinde yaşanan büyük siyasal atmosfer değişimi sırasında insanlar, devrimci hareketler yol aradılar; yeni biçimlere yöneldiler, dün akıllarının ucundan geçmeyen mücadele biçimlerini denediler. Hepsi anlaşılabilir şeyler. Çünkü o ana kadar yaptıkları şeyde ısrar ettiklerinde, hem ortaya bir tür ‘yenişememe’ ve deforme olma hali çıkıyordu, hem de kazanmaları halinde bugünün dünyasında nasıl ayakta kalacakları biraz meçhuldü. Yoksa başkentin varoşlarını bile ele geçirmiş olan Farabundo Marti Cephesi’nin El Salvador’da ‘görüşmelere’ ikna olması, Kolombiya’nın üçte birini elinde tutan FARC’ın barış masasına oturması, nasıl açıklanabilirdi ki? 

70’lerden 90’lara

Türkiye’de ve Kürt meselesinde olup bitenler de bundan bağımsız değildi. Yine bir eleştiri olarak söylemiyorum, 1970’lerde, “Kürdistan Devriminin Yolu” broşürü itibarıyla ‘Bağımsız Birleşik Sosyalist’ bir ülke hedefiyle yürüyen Kürt hareketi, sürecin belli bir noktasında ‘devlet ve iktidar’ hedefini yeniden gözden geçirerek yeni arayışlara yöneldi, bu arayışları Öcalan’ın şahsında teorik çerçevelere yerleştirdi. Türkiye’nin demokratikleştirilerek Kürtler için bir siyasal form yaratılması fikri, doğal olarak Türkiye’ye yönelik barış girişimlerini de zorunlu kıldı. Bu yaklaşıma çeşitli çevrelerden çeşitli eleştiriler gelse de en azından savaşan bir gücün bu yolu seçmesinin meşruiyetini tartışmak abes olurdu. Kendi payıma, şahsım için söylersem, ölümcül riskle karşı karşıya olmayan biri olarak bu konuda Kürt hareketine akıl vermeyi de doğru bulmam.

Neticede, 90’lardan bu yana, en kanlı dönemlerde bile bunu çeşitli biçimlerde denediler. En ciddisi şüphesiz 2013’te başlatılan ‘süreç’ oldu. Ciddiydi, çünkü iktidar, bu işten belirli alanlarda bir kazanç bekliyordu. İç politika, seçimler filan da vardı ama en çok Suriye meselesinde durum böyleydi. 2011’de başlayan Esad’ı devirme hamlesine fiilen ve fiziki olarak katılan, buradan bir Ortadoğu hegemonyası çıkarmayı uman iktidar, Kürtleri bu kervana dahil edemeyince film koptu ve sonrası biliniyor.

Şimdilerde yapılan yeni deneme ise çok çok daha karmaşık koşullarda ama yine Suriye merkezli olarak yürüyor ve yine Erdoğan iktidarının emperyal bir güç olarak Ortadoğu’da rol sahibi olmasını hedefliyor. Suriye’deki Kürt hareketinin yarattığı güç ise tam da bu hedefin önünde bir engel gibi. Öte yanda Kürt hareketi de Öcalan’ın son mesajlarından (bu yazı yazıldığında DEM heyetince okunan son açıklama henüz yapılmamıştı-edit.) anlaşıldığı üzere ‘özgürlük’ kadar ‘güvenliği’ de gözeterek Ortadoğu’nun bu kanlı hengâmesinden ve kaosundan Kürtlerin en azından zarar görmeden çıkması için çabalıyor, gerekirse bunun için tavizler de vermeyi göze alıyor.

Bundan fazlasını şu anda söylemek, bilgi eksikliği bakımından çok mümkün değil. Muhtemelen gizli açık müzakereler sürüyor; yine tahminen söylüyorum, Öcalan, Kürt tarihinin acı deneyimlerine hakim biri olarak meseleyi sürekli demokrasi unsuruna doğru sürüklüyor; bu bağlamda, içeride ‘cadı avı’ sürdüren, kılını kıpırdatanı ezen bir yönetimin Kürtlere vereceği sözlerin güvenilirliğini değerlendirdiğini düşünüyorum.  

Ama bu kez, sadece Ortadoğu ve Kürtlerin durumu değil, Türkiye’nin genel atmosferi de 2013’ten çok farklı. Yeni başlatılan ‘şeyin’ yöntemi, bu atmosferi barışçıl bir yöne doğru dönüştürmeyi, barış fikrinin toplumsal desteğini artırmayı filan gözetmiyor. Ne eskisi gibi ‘akil adamlar’ çabası, ne de sokakların yumuşatılması… İktidar bunu hiç ama hiç umursamıyor. Tam tersine süreklileşen ‘cadı avı’ dalgalarıyla ortamı gerginleştirmeyi, Kürt hareketini böylece ezerken, Türkiye toplumundaki ırkçı hezeyanı da canlı tutmayı amaçlıyor; yetmiyor, düzen muhalefetine de yöneliyor, TÜSİAD’a kadar uzanıyor.

Ama böyle yapmasa da zaten durum yeterince kaotik. 2013’ten farklı olarak Türkiye büyük mülteci dalgalarına da ev sahipliği yapmış durumda ve bu süreç, Kürtlerle sınırlı olmayan bir ırkçı dalga yaratmış bulunuyor. Dolayısıyla barış fikrinin toplumsallaştırılmasının (devlet tarafından desteklenmediği, hatta tersinin körüklendiği koşullarda) engelleri çok daha fazla görünüyor.

Yeni bir yol haritası

Bütün bunlara rağmen, barış hareketini bir toplumsal muhalefet dalgası olarak örgütlemek, bugünkü süreçten bir halk hareketi yaratmak mümkün mü?

Zor ama mümkün görünüyor.

Zorluğun bir kaynağı şüphesiz her türlü muhalif fikre saldıran iktidarın tutumu.

Ama asıl problem, toplumun büyük ölçüde apolitize edilmiş olmasında yatıyor. Toplumun büyük bölümü, günlük yaşam gailesi içinde debelenirken, savaşın durmasının ya da sürmesinin kendi yaşamını çok ilgilendirmediği fikrine yatkın görünüyor, ayrıca total düzeydeki hamaset bu alanı da sakatlıyor. Öte yandan, bütün anketlerde görüldüğü gibi yoksulluk ve işsizlikle ilgili büyük sıkıntı yaşayan insanlar, savaşın yükünün hayatın daha da zorlaşmasındaki payını görmekte de zorlanıyor. Bütün bunları aşmak, milyonlara bunu anlatmak hiç kolay görünmüyor. Sokağı giderek soluk alınmaz hale getiren iktidar, bunu yapabilecek güçleri de baskılıyor. Dahası, muhalefetin diğer kesimleri de Erdoğan tarafından yaratılan gündem maddeleri üzerinde tepinmekle yetiniyor. Ki Erdoğan zaten muhalefeti manipüle etme konusundaki başarısıyla hâlâ iktidarda kalabiliyor.

Yani bu dönemde her ne yapılacaksa bütün bunlara rağmen yapılacak.     

Öte yandan, Kürt siyasal hareketi ne yaparsa yapsın, her olasılıkta Türkiye işçi sınıfını ve yoksulları örgütleyerek gücünü büyütmek ve nihai olarak bir devrime varmak isteyen güçlerin görev tanımı değişmiyor. Kendini yenileyerek geniş kitlelere ulaşmak, onları harekete geçirecek manivelaları keşfetmek, yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerini keşfetmek…

Bu, dün olduğu gibi bugün de bir yol haritası sorunu. Günlük, saatlik, hattı anlık olarak parlayıp sönen gündemlere kapılmayan, sapakları az bir yol haritası…