NÖBETÇİ MEZAR!

HAYDAR ALİ SANCAR

«Dikkât dikkât!” kısmı net anlaşılıyordu. Gerisi, kuru temmuz sıcağının içinde adres arayan bir gürültü sanki… Kahvecinin dağıttığı çaylara gösterilen ilgi bu boğucu sese gösterilenden daha çoktu. Aynı şeyi birkaç gündür dinlemenin susturucu sağırlığı çökmüştü belki de. Belki de içten içe monotonluğa alışkanlıktı yaşanan… Uzun zamandır devam eden ‘çatışmalı ortam’ ve ölümler ilçe halkının belleğini bir film karesinde takılmış gibi durdurmuştu. En olmazlar en sıradandı artık. Birçok şey yaşanıyor ama hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu sanki hayat, Dersim’in bu yüksek rakımlı ilçesinde.

En sık gittikleri kahvehaneye yöneldi adımları. Sol köşede cam kenarında duran yuvarlak masanın kenarına sandalyesini çekerek oturmaya gayret ederken, diğerleri yer açarak yardımcı olmaya çalışıyordu. Ermeni ve Azeri birliklerinin Dağlık Karabağ bölgesinde süren çatışmalarına dair verilen radyo haberleri, ‘92 yazında, bu kahvede yayılan uğultunun arasında pek de duyulur değildi. Masanın etrafında oturanların hepsi kaygılıydı. Kaygılıydı çünkü gelenin soru sorma ihtimali ve ortaya çıkacak durum hiç de iyi sonuç doğurmayabilirdi. İçe doğru bükmeye çalışanlara, dışa doğru bir tazyikle cevap vermenin bedeli sindiriciydi besbelli.

O ses yeniden geldi, “Dikkat dikkât!..” Atımı durmuş bir kalbin de içinde yer aldığı, “bütünlüğü bozulmuş” bir bedene, tanıması için bakılması isteniyordu. Dağların sarmaladığı gökyüzünün boşluğuna yayılan ekolu bu ses, “gelin de bakın!” diyordu. Tanınmayacağı biline biline ve bakacak gözler dehşetle kör edilmek istenircesine…

“Kaç gün oldu?” diye sordu.

“Üç gün önceki çatışmada vurulmuş. Buralardan değil. Tanıyan çıkmadı.” dedi yanındaki.

Kahveciyle göz göze geldiler. Masaya yeni demlendiği belli kan kırmızı bir bardak çay daha indirdi kahveci, kulağının arkasına taktığı kalemi çekip kağıda bir çentik daha atarak. Sorarak hareket etmek yabancı bir durumdu oturanlara. Herkes herkesin alışkanlıklarına aşinaydı. Aynı sırayı ve benzer öyküleri paylaşmak tuhaf bir kabullenişe dönüşmüştü ve masa örtüsündeki sigara yanıkları bütün bakışları girdap gibi çekiyordu. Kimse farkında değildi ama herkes o yanıklara bakıyordu, gerçeklikten uzaklaşmak için belki de…

Ayağa kalktı. Otururken yer açanlar bu defa çok da oralı olmadı. “Mesai saati bitmek üzere” diye geçirdi içinden, metal çerçeveli üç basamaklı merdivenden inerken. Parke taşların sıcaklığını tabanı ince spor ayakkabısının altından hissetti bir an. Adımları seri ve kısa aralıklıydı.

***

Ufukta çizgileşmiş göletin maviliği akşam güneşinin ışıklarına yaslanırken, kavurucu sıcağın kuruttuğu topraktan tümseğin üzerinde durdu. Bu alanın, şu bütün ilçeyi çevreleyen dağların bağrı olduğunu geçirdi içinden, her nedense. Şöyle bir dokunup geçen sıcak rüzgârla, bir daha baktı, genişçe. Buranın kutsallığı, mistik bir söylencenin mabedine yurtluk etmesiyle ilgiliydi.

Vurulan kazmanın ilk temasında açığa çıkması gereken bakırımsı toprak renginden eser yoktu artık. Canlılıktan çürümeye doğru bir akışın iziydi sanki mezar toprağındaki de. Ufalanmış ve darmadağın… Herhangi bir mezarlıkta görülemeyecek cinsten bir mezardı bu. Genelde dikdörtgen şeklinde olurdu ya mezarlar, bunun geometrisi hiç de öyle değildi. “Belki de ilk kazıldığında acele edilmiş olunmalı” diye geçirdi içinden. Mezarlığın üst tarafında, en arka taraflarda ayrı bir yere açılmış olduğunu fark etti. Yalnız bir mezar! Nedenini düşünürken, oraya herhangi bir vasıtayla ulaşımın daha kolay olduğu sonucunu çıkardı kendince ve eliyle karıştırırken yükselti haline gelmiş toprak yığının açılan çukura artık tamamıyla geri doldurulamayacağını geçirdi zihninden. Bu sıkıştırılmışlık ve gevşeme hali, garip bir müphemliğin kütlesel olarak aynı, hacimsel olarak farklılığına benziyordu. Düz bir zeminin yükseltiye dönüşü, insanın fiziki varlığının arta kalanını köklü yok oluştan saklamanın işaretiydi, kimi isimli kimi isimsiz. Buradaki yükseltilerden biri dışında, bir kısmı çökmüş olsa da gerisi boş olmadıklarının anlatısıydı. O biri ve ‘yalnız’ olanı ise kanayan yaraydı  sanki toprağın kabuğunda; kurşunlanmış sahipsiz bedenler, her defasında içine koyulup, sahiplenildiğinde tekrar çıkarıldığında. Nöbetçi mezardı o, nicesine açılıp nicesine kapanmış, bir kimsesiz mezar…

 ***

Yokuş aşağı parke taşlardan döşeli yolu adımlarken, boğucu ses tekrar yankılandı, “Dikkât, dikkât!…” Aşağıya doğru indikçe, ses burularak sıkılmış bir sessizliğe dönüşüyordu. Üzerine beton dökülmüş örme taşlı bahçeden içeri doğru girdiğinde, sessizliğin bekçileri yaşama kelepçeledikleri korkunun nöbetini tutuyorlardı. Gözler keskin ve kindârdı. Yağsız menteşelerin gıcırtısıyla açılan kapıdan, Sağlık Ocağına yayılan kokuya aldırış ettikleri yoktu. İnsanın doğduğu yerden uzaklarda ölmesi, bilinemezliğin içinde etiketlenmiş kimsesizlikti ve bu kimsesizlik korkutucuydu. Koparılmış duyu organları, bunu görenleri döven ‘terbiye’ usulüydü OHAL’in coğrafyasında…

Tanınmamak ya da tanınamıyor olmak, çoktan belirlenmiş bir sonuçtu ancak aradaki ‘mecburiyete’ mecalsiz bir ruh hali eşlik ediyordu herkeste. Oysaki nicelerinin ardından omuz verilmiş; tahta kafesin arkasından yürünmüştü bilinçli ya da bilinçsiz. Ölümün biçimi ya da kimin eliyle oluşu ve amacına kayıtsızlık, nefes almadan solumaya çalışan halkta yeni bir alışkanlığın kabulüne dönüşmüştü…

Sağlık Ocağının izbe köşesinden ilçe belediyesinin bahçesine götürüldü, parçalanmış kimsesizlik. Gözlerden ırak bir köşede, bir el su döktü, uzuvları birilerinin ‘zafer’ delili olarak koparılmış bedene. Bir diğeri gerilmiş bir perdenin ardında yıkamaya çalıştı, adet yerini bulsun diye. Bir avuç insanın tanıklığında marangoz, tabuta değil sessizliğin kabulüne çakıyordu sanki çivilerini…

Karanlık çökerken bir traktörün römorkunda, şoför hariç, bir kısmı belediye işçisi dokuz kişi ve o, taşlı yolların sarsıntısıyla savrulmamaya çalışan sessizlikle beraber, kimsesizliğin adresi, nöbetçi mezara doğru yol aldılar. Geçerken karanlık basmış sokaklarda, kimi arkasını döndü kimi sadece izledi. Ufalanmış toprak bu defa da kazıldığı yere sığmadı ve yeni ile eskinin zıtlığı toprak kuruluğunda birleşti. Kazına kazına kurutulmuş toprağın doldurduğu çukurdaki görevi, üzerine atıldığı mutlaka eksiltilmiş bedeni bilen, tanıyan çıkana kadardı. Yeni acı ve feryatlara kadar… Nöbetçi mezardı o çünkü, açılıp ve tekrar doldurulmak üzere vardı…

Bu da bitti, nöbetçi mezar doldurulmuş dönüş yoluna geçilmişti. Gecenin karanlığını aydınlatan farlarıyla toprak yoldan geçen traktörün römorkundan inenleri sessizliğin nöbetçileri karşıladı. Arka arkaya sıralandı komutlar:

“Durun!”

“Hareket etmeyin!”

“Bizimle karakola geleceksiniz!”

*** Kaçıncı olduğu belki de hatırlanmayacak olan bu son nöbet, üç ay kadar sürdü bu defa. Kimsesizliği biten beden, bir minibüsün üstünde Amed’e doğru yola çıkarken, yağmur kurumuş toprağı çoktan çamura dönüştürmüştü. Kışlık odunları kesen hızarın sesi Kert’in zirvesine doğru yayılırken, içi boşalmış derinlik sürekli kapalı kalmak umuduyla, kanamaya mahkûm edildiği başka bir günü beklemeye koyuluyordu gizlenerek.