SAVAŞ VE KÖLELİK KÜLTÜRÜNE KARŞI BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK KÜLTÜRÜ

AYDIN ÇUBUKÇU

27 Şubat 2025, İmralı heyeti açıklaması

Abdullah Öcalan’ın mektubu okunurken Diyarbakır ve Van’da meydanları dolduran on binlerce Kürt’ün hissettikleri, o anda kameraların yöneldiği diğer her şeyden daha önemliydi. “Süreç” demeye bile üşenen devlet yetkilileri, hâlâ “Kürtlerin ne sorunu var?” ilkelliğini aşamamış olanların “hassasiyetleri”, egemen sınıf partilerinin birbirinden karışık hesapları ve oyun arayışları vs. vs. … Bunların hiçbiri, heyecan ve umutla “dev ekranlara” bakan insanların ruh hallerinden daha önemli değildi.

Kuşkusuz, memleketin bir diğer yanında, okunan mektubun her satırına bin bir küfür sallayan, “bebek katiline” de, “terör örgütünün başına” da bildiği bütün bedduaları yağdıran başka on binler vardı.

Sonuçta iki tarafın da ortak kanaati, “bakalım ne olacak” noktasına takılıp kalıyordu. Bir taraf “inşallah, hele bir bakalım” derken, diğer taraf, “hele bekleyelim, daha görecekleri var” diyordu.

Mektup ve kimliklerin pozisyonu

Her yıl yaklaşık bir milyon genç askere alınıyor, askere alınan her “vatan evladı” sıkı bir “terör düşmanı milliyetçi genç” olarak tezkere almak üzere ‘tedrisattan’ geçiyor. Esasen bu gençlerin büyük çoğunluğu ilkokuldan başlayarak “milli ve manevi” değerlerle dolduruluyor; üstelik gündelik hayatları içinde de kuşatan köklü milliyetçi muhafazakâr ideolojiler her an her türlü araçla onları etkiliyor.

Diğer yanda, sert baskı koşulları altında kimi zaman isyanla, kimi zaman dille kültürle kendi kimliğinin farkına varan ve bunun yok edilmesine en azından yok sayılmasına karşı mücadele eden Kürt halkı var. Çok belirgin biçimde, uzun tarihsel deneyimlerle elde ettikleri barışçıl ve insani bir kimlikle politik tutum takınıyorlar.

Öcalan’ın mektubu, iki kimlik arasındaki farkın kendilerine özgü özellikleriyle karşı karşıya gelmesine yol açtı. Türk milliyetçiliği, Bahçeli-Erdoğan patentini taşıyan girişim karşısında parçalı bir görünüm aldı. Bir kısım Atatürkçü, iktidara karşı muhalefet fırsatı bulduklarını düşünerek “Terörist başı” korkuluğunu salladılar; MHP dışındaki şoven milliyetçiler savaş baltalarını gösterdiler; “milliyetçi muhafazakârlar”, hiçbir somut anlamı olmayan “Terörsüz Türkiye” şiarının arkasında toplandılar.

Bu keskin farklılık, Kürt halkının kimlik ve kültür sorunlarını uzun mücadele yılları sonunda belli ölçülerde çözdüğü bu aşamada, siyasal özgürlük ve bunun bir parçası olan barış talebinin öne çıktığı yeni bir çatışma alanına işaret etmektedir. Diyarbakır ve Van meydanlarını dolduran insanlar, çeşitli televizyon mikrofonlarına, kafalarına şırınga edilmiş küflü lafları tekrarlayanlardan çok farklı bir bilinçle konuşuyorlardı. Özellikle Vanlılar, başlarına bela edilmiş kayyımla mücadelenin dumanı henüz tüterken, bu mektupta seçtikleri başkanlarının akıbeti hakkında somut, hemen anlaşılabilecek bir kelime bulamamış olmanın hüznüyle meydanda dolaşmaya, küçük gruplar oluşturarak sessizce sohbet etmeyi sürdürdüler.

Önceki de dahil olmak üzere barış süreci denilen çalışmaların içine doğduğu ve bizzat kendisinin doğurduğu sosyo-kültürel yapıyı anlamak için bu görüntü önemli bir çıkış noktası olabilir.

Barışa karşıt gericiliğin kaynağı

Başka bir benzetme için kullanılan bir sözü şimdi şu şekilde kullanabiliriz: Barış, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir.

Bu “başka araçlar”, hem iki tarafın özelliklerini taşır hem de üzerinde çalışılan konunun özelliklerine sahip olmalıdır. Nasıl bir tornavida hem vidanın hem de aleti elinde tutan insanın özelliklerini taşırsa, “barış” denilen şey de çatışan iki tarafın özelliklerini, (birbiriyle çatışan talepleri) taşır. Ne var ki, bu ilişkide doğrudan taraflara ait olmayan, ancak ilişkinin üzerinde gerçekleştiği sosyal zeminde var olan başka bazı etkenler de rol yüklenir. Kültürel ve tarihsel gerilimlerden beslenen egemen ideolojiler, toplumsal güvensizlik ve muhtemel provokasyonlar, tarafların talep ve beklentilerden bağımsız olarak, sürecin yönünü ve hatta içeriğini etkileyebilirler.

Bu saydığımız unsurlar genel çerçevede farklı iki kültüre denk düşen özellikler taşımaktadır. Birincisi, zaman içinde farklı biçimler kazansa da temel karakteri bakımından “egemen kültür” özelliği gösterir. Bazen resmî ideoloji olarak adlandırılsa da, bunun halk yığınları içinde yer edinebilmesi, tarihsel olarak yerleşik hal almış olan, kimi zaman dinle, kimi zaman gelenekler ve törelerle kuşaktan kuşağa aktarılan en tutucu, başka uluslara, inançlara, yaşam tarzlarına karşı düşmanlık gibi kalıplar içinde gerçekleşir. Eğitimle ve politik araçlarla topluma dayatılan “fikirler”, zaten var olan düşünme ve davranma alışkanlıkları içinde maddi bir hal alırlar. Türkiye’de “gericilik” denilen şey, devletin temel ideolojik argümanlarıyla halk hayatı içinde yerleşmiş tarihsel ve geleneksel kabullenme hallerinin bir bileşimidir. Bu ‘bileşim’le hemhal olmuş toplumsal yapılar ancak güçlü bir değişim süreci içinde karşıtına dönüşebilir.

Ve Kürtler…

Kürt halkının gerçekliği ve de farkı ise bu değişim sürecini yaşamış olmasıdır. Yıllar boyunca süren mücadele, hiçbir okulun, hiçbir tepeden eğitim sürecinin yapamayacağı bir biçimde geleneksel-feodal düşünme ve davranma biçimlerini değiştirmiştir.

Çok uzun yıllar sürmüş sorunların ağırlığını taşıyan bu mücadele, bu bakımdan yalnızca siyasal uyanış değil, aynı zamanda derin ve kalıcı kültürel bir gelişme sağlamıştır. İçine girilmekte olan yeni süreç, hareket halinde pek çok unsurun etkisine açık olması bakımından büyük güçlüklerle ilerleyecek kuşkusuz. Belki de önceki gibi kendi “demir yumruğu” dışında hiçbir değer tanımayanlar tarafından yine bozulacaktır! Ancak bu sürecin gelişimini eninde sonunda, bunda da değilse bir başka çözüm girişiminde, belirleyecek olan, başta kadınlar olmak üzere, eksiksiz bir siyasal uyanış içinde olan Kürt halkının ısrarlı ve sabırlı mücadelesi olacaktır.