Söyleşi: BÜLENT ULUS

Yarım asra yaklaşan çatışmalı bir sürecin sonlanması için “sorun”un tespiti ve çözümü için atılan adımlar kadar “sorun”un toplumdaki karşılığı da önemli. 2013 yılında başlayan ‘Barış ve Çözüm Süreci’, halkın büyük çoğunluğunun desteğini almıştı. 2015 yılında iktidarın “masayı devirmesi” de bir o kadar hayal kırıklığına yol açmıştı.
Geçen on yıllık süreçte Ortadoğu’da Türkiye’yi ve elbette Kürtleri de yakından ilgilendiren gelişmeler yaşandı. Suriye’de Esad’ın devrilmesiyle Türkiye’nin de desteklediği HTŞ, Şam yönetimini ele geçirdi. İran ve Rusya’nın geri çekilmek zorunda kaldığı Suriye’de; İsrail, Hamas ve Hizbullah’a vurduğu büyük darbeler sonrasında yeni bir aktör olarak rol aldı. Kürtlerin Suriye’nin “yeniden inşası”ndaki yeri ve Rojava’daki varlığına dair tartışmalar da sürüyor.
Tam da bu dönemde Devlet Bahçeli’nin, Öcalan’ın gerekirse “silah bırakılması” çağrısını Meclis’ten yapabileceğini açıklamasından sonra tekrar gündeme gelen “barış, çözüm süreci” tartışmalarının bugün için ne anlama geldiğini ve toplumdaki karşılığını yazar Ümit Kıvanç’la konuştuk.
– Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışı sonrasında bir “Barış, çözüm süreci mi?” tartışması da başladı. Gerek Bahçeli’nin gerekse iktidarın “uzatılan elin havada bırakılmaması” yönlü açıklamalarının diğer ucunda da “eğer uzatılmazsa” eksenli tehditler vardı. Kürt siyasal hareketi “elini barış için uzatmış”, Öcalan’la görüşmeler sürerken iktidar sadece DEM Parti’nin değil, “kent uzlaşısı” ekseninde CHP’nin “ittifakla” aldığı belediyelere de kayyum atamakta, yöneticilerini tutuklamakta. Birlikte mücadele eden diğer tüm muhalefet bileşenlerine de operasyonlar düzenlemeyi sürdürüyor. Bu tablo içinde barış talebinin toplumsallaştırılmasını konuşmak istiyoruz…
Barışın toplumsallaştırılması konusunda diyebileceğim pek bir şey yok aslında. Bu, siyasetçilerin birlikte yapabilecekleri bir şey. Barış lafıyla ilgili ise şöyle genel bir problem olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sahiden barış isteyen var mı? Kaç kişi var? Savaş ortamında öncelikle ve en ağır zararı gören genellikle Kürtler oluyor. Orada sahiden barış isteyenlerin çok olduğunu düşünüyorum ama bizim toplum genel olarak barış denen şeyin ruhuna ve fikrine çok aykırı şekilde davranan bir kültüre sahip. Bize hep düşman gerekiyor var olabilmemiz için. Bir düşman olmadan kimse var olamıyor. Böyle bir toplumsal psikolojimiz, ideolojimiz var. Onun için barış kelimesi böyle soyut kalan bir kelime. Mesela barış lafı duyunca insanın içine böyle bir hoş duygu filan gelmiyor. Ne olduğunu bile bilmiyoruz neredeyse. İlkokula gidiyoruz, işte etraf düşmanlarla sarılı bilmem ne? Muhalif kesimimiz de öyle. Sürekli bir savaş durumu arıyor herkes. Düşman olması lazım. Düşman olmazsa kendi içimizden buluyoruz zaten. Öyle bir özelliğimiz de var. Bu yüzden barış üzerinden konuşulmasını çok da anlamlı ve işlevsel de bulmuyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Ama Kürt sorunu diye bir gerçek var. Aslında mesele de o zaten. Barış fikri nasıl toplumsallaşır? konusunda çok fazla bir şey diyemem.
– Bütün belirsizliklerine rağmen yürütülen süreçle devam edelim…
Yürüyen süreçle ilgili belki bir şeyler söyleyebilirim ama orada da şöyle bir gerçek var. Bu süreç hakkında da aslında bir şey bilen yok. Sürecin unsuru olarak gördüğümüz odaklar bile… Kimisi bir şey açığa vurmuyor; kimisi de devletin aslında tam olarak ne yapmak istediğini, tam da bu dönemde neden böyle bir şey yaptığını bilmeden akıl fikir yürütüyor. Dolayısıyla her olayda kendi temennilerimizi, olmasını istediğimiz şeyleri bir veriymiş gibi -özellikle gazeteciler çok yapıyor bunu- ortaya koyuyor ve üzerinden konuşuyoruz. Mesela en tipik olanlarından birini söyleyeyim: “Erdoğan buna sahip çıkmıyor, Bahçeli bilmem ne yapıyor, onların arasında acaba…”! Yani şu mümkün mü? Bu devirde böyle bir şeye, bu kadar büyük bir hadiseye başlanacak ve bir devlet koalisyonu içinde belli bir ortak karar, saptanmış bir şey olmayacak. Bahçeli kafasına esti, öyle yapıyor, Erdoğan’da karşı ama bir şey diyemiyor… Böyle bir şey mümkün olabilir mi mantıken. Ama bununla günler geçiyor… Çünkü aslında bir kısım insanlar -özellikle siyasetçiler ve gazeteciler, kanaat önderi denen insanlar- bir şey demek zorunda olduğu için bir şeyler diyor. Ama aslında bilmiyoruz tam olarak ne yapıldığını maalesef. Tam olarak ne yapıldığını var mı bilen gerçekten?
Toplumun tavır alma alışkanlığı yok
– “İç Duvarlar” yazınızda da bu bilinmezlikten, güvensizlikten bahsediyorsunuz. “Abdullah Öcalan’ın yapacağı tarihî açıklama beklenirken, memlekette on yıllardır süren ve kendi başına zaten çok ağır olmakla kalmayıp, yaşadığımız başka ağır sorunları da daha ağırlaştıran, başlı başına hayatımızı ağırlaştıran büyük meselede hepimizi ferahlatacak bir şeyler olmasını umarken neden hepimiz bu kadar heyecansız, kıpırtısız ve meraksızız? Böyle bir verili durumda bu duygular biz istemesek bile uyanmalı değil miydi?” diyorsunuz ve “Bu soruya verilecek ilk cevap, hiçbirimizin kimseye güvenmediği olabilir.” yanıtıyla devam ediyorsunuz. Bu güvensizliğin, heyecansızlığın, kıpırtısızlığın altında bilinmezliğin etkisinden bahsetmek mümkün mü?
Tabii ki. Şöyle bir şey var; insanlar bilmiyor ve çok haklı olarak güvenmiyor. Şimdi kime kızabilirsin güvenmediği için. Bir haklı tarafı var, birtakım tavırların. Mesela Türkiye’de, Devlet Bahçeli gibi bugüne kadar her türlü barış girişiminin ve Kürt sorununun çözümüne yönelik her adımın karşısına dikilmiş, zaten onun karşısına dikilsin diye var olan bir hareketin temsilcisi diyor ki “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun.” Bu derece radikal bir şeyle ortaya çıkıyor. Kimisi, “Abi bundan bir şey çıkmaz ya.” gibi bir şeyle karşılıyor. Böyle karşılayan birilerinin davranışını da ciddiye almam. Hakikatten tuhafız biz.
Şimdi ortada bu kadar ciddi bir şey var. Birtakım aklı başında insanlar kafa yordular tabii, neden bu oldu gibisinden… Kimisi dedi ki, “Trump gelecek.” Kimisi, “Ortadoğu’daki gelişmeler.” dedi. Ama mesela şöyle bakalım: Ne olacak Türkiye açısından? Neden bu kadar acilen böyle bir şeye kalkışıldı? Suriye’de bir Kürt özerk bölgesi oluşacak falan. Makul bir devlet aklıyla bakıldığı zaman, “Kardeşim, Suriye’de bir Kürt bölgesi oluşursa ve bir şekilde anlaşırsak zaten orası buranın pazarı olur.” İşte Türkiye’nin etkinliğindeki bir yer olur yani. Güvenceye de almış oluruz falan. Ama birtakım milliyetçi, ırkçı şeylerden dolayı böyle bakılmıyor.
Bahçeli böyle bir davranış gösterdiği anda diyelim muhalefetin hem iş çözülsün hem de milliyetçilikten de o kadar taviz vermeyelim diyen kesimi buna böyle bir yönde yüklenebilirdi. Hayır, öyle olmuyor. Herkes, “Bundan zaten bir şey çıkmaz. O onu kandırıyor, bu bunu kandırıyor vs.” Bambaşka bir yola gidiliyor. Anladığım kadarıyla nasıl birlikte yaşayacağımızla ilgilenen çok az kişi var. Herkes, kendisinin mensup olduğu bir alt toplumla nasıl yaşayacağını düşünüyor. Keza haklı çıkmasıyla ilgili. Ben haklı çıkmalıyım, benim düşmanlarım da haksız çıkmış ve rezil olmuş olmalı. Bunlar öncelik kazanıyor, böyle bir durumda bile. Öbür tarafa baktığınız zaman bir TUSAŞ eylemi var, yani Türkiye’de herhangi bir silahlı örgütün yapabileceği en üst düzeydeki eylemlerden biri bu. Böyle bir şey oluyor. PKK diyor ki, “Ya işte zamanı kötü denk geldi falan.” Onun da kimse hesabını sormuyor. Sadece devlet hesap sorulamaz ve kurcalanamaz durumda değil. Onlar da öyle, oradan da hesap sorulamıyor. Oraya da dokunulamıyor. Şimdi bu şartlarda kafasında haklı sorular olan bir kişinin o haklı soruları dile getirmesi mümkün değil. Şimdi bu insan ne yapsın? Durup bekliyor tabii. Bahçeli birden bire gidiyor el sıkıyor, bilmem ne? Çok normal değil mi insanların ilk başta bir durması. Şimdi böyle bir durumda ne yaparız? Güveneceğimiz birilerinin lafına bakarız çünkü kimsenin bir bilgisi yok. Tabii ertesi sabahtan itibaren bilgisi olmadığı hâlde mutlaka bir şeyler demek ve biliyormuş gibi yapmak durumunda olan -işte bizim meslektaşlarımız başta- insanlar doğdu.
Birincisi barışın kendisinin çok kimsenin ruhuna, kalbine dokunamaması diye bir gerçek var. İkincisi bu gerçek var. Üçüncü olarak, eleştirilemez taraflar var ortada ve bunlara senin benim hiçbir etkimizin olması mümkün değil. Ne devlete ne de PKK’ye. Toplum olarak şu alışkanlığımız da yok, “Bu yaşanan bizimle ilgili bir olay, biz de dolayısıyla bir şey yapmalıyız, bir tavır almalıyız ve bu aldığımız tavır olayın gidişatını etkileyebilir.” Böyle bir inancımız var mı? Yok. Haksız mıyız? Hayır, haksız değiliz çünkü kazara bir olayı sahiplenip adım atmaya kalktığımızda da tepemize biniyorlar hemen. Bu şartlarda hani ne olabilir?
Bahçeli, girişimin ciddiyetinin göstergesi
– Ümit Bey anlattıklarınız ve bağladığınız soru üzerinden daha önceki çözüm süreci tartışmalarıyla bugün yaşananlara da bakmak gerekiyor sanki. On yıl önceki “Çözüm Süreci”nde devletin de sorumluluk aldığı, daha toleranslı olduğu bir durum vardı. Ama bu sefer tam da sizin de bahsettiğiniz gibi bilinmezliklerle birlikte herhangi bir masa yok, pazarlık yok, müzakere yok… İktidar cephesinin yani MHP’nin, AKP’nin vurguladığı temel şey “terörsüz Türkiye”. Acaba bunun karşılık bulmamasında, güven yaratma açısından Bahçeli’nin süreci başlatmış olmasının bir etkisi var mıdır? Kuşkunun temelini oluşturmuş olabilir mi? Yani en karşısında durması gereken kişi en baştan çıktı ve dedi ki, “Öcalan gelsin gerekirse Meclis’te konuşsun. Desin ki ‘Silahları bırakıyoruz.’”
Bir kere şöyle bir şey gerçek var. Şimdi Güney Afrika’da Apartheid rejiminin yıkılması bizdeki Kürt sorununun çözülmesinden de büyük bir şey ya da en az o kadar bir şey. Daha küçük bir şey değil yani. Orada beyaz tarafta kim yürüttü bu işi? Sosyal demokrat, solcu birileri mi? Hayır, daha ırkçı, bayağı beter birtakım insanlar yürüttü. Başka türlü olmaz ki. Türkiye’de de hakikaten bu konuda ciddi bir adım atılacaksa ve bunun için de iki tarafın da aslında bir zaman çok sert bir şekilde karşı karşıya gelmiş figürleri olacak. Ki iki tarafa yönelik de yatıştırıcı bir etkisi olsun bunun. Orada ben bir tuhaflık görmüyorum. Tam tersine, girişimin ciddi olduğuna dair bir gösterge sayılabilir, Bahçeli’nin çıkıp böyle bir konuşma yapması. Ama bizim “Türk işi” tabiri iyi bir tabir. Mesela Bahçeli çıktığı gün Erdoğan da çıkıp bunu destekleyen bir şey söyleseydi hava bambaşka olurdu. Böyle bir anda o bekliyor. Bu sefer herkes diyor ki, “Bir dakika o niye bekliyor?” Yani bunda bir iş var filan. Bunu yorumlamaya çalışıyor herkes. Aslında bu yine böyle yürüyebilirdi ama biz bunun ciddiye delalet olduğunu görebilirdik. Devlet diyelim ki sahiden demokratikleşme yönünde bir adım atacak. Yani Kürtlerin de sevineceği, toplumun geri kalanının da daha rahat edeceği bir yönde adım atacak. Bu nasıl olurdu Türkiye’de? Burnumuzdan getirerek olurdu. Bize “Lanet olsun.” dedirterek yapılırdı, başka türlü yapılmaz. Sündürürler, bıktırırlar ve ancak bir hakkın olacaksa da böyle olur. Burada da böyle olacaktır. Sevinerek, karşılıklı eller sıkılarak “Hadi hepimize hayırlı olsun.” denerek olacağını tahmin etmiyorum. Biz rahatsız oluyoruz iyilikten, güzellikten. Böyle bir toplumuz biz.
Diyelim ki barış yönünde, Kürt sorununun çözümü yönünde sahiden bir adım atılıyor olsun. Bu adım atılırken öbür tarafa da dönüp çok sert konuşmalar yapılmasını, ültimatomlar verilmesini filan yadırgamıyorum. Ama şu anda olan tabii bundan ibaret değil. Yani kalkıyorsun bir anda sabaha karşı elli kişiyi içeri atıyorsun. Kayyumlar… Bunlar eğer saptanmış şeylerse; bir yanıyla daha iyi, hayırlı bir tarafa giderken bir yandan da alttan alıyor, taviz veriyor gibi olmayalım, arada da vuralım filan… Hani böyle bir şeyse pek akıllıca değil çünkü toplumdan gelecek bir manevi destek, bir enerji de lazım böyle durumlarda. Kadiri mutlak değil devlet. Ondan yoksun kalınıyor o zaman da böyle yapılınca. Ama belki bir anlamda devlet içinde bir mücadele oluyor. Bu ihtimal de var, onu da bilmiyoruz.
İlk çözüm sürecine başlanırken nasıldı mesela. Bu Fethullahçılar tutup Kürt siyasetçilerini kelepçeleyip fotoğraf dağıttılar. O zaman ki bir çekişmenin ürünüymüş mesela. Biliyor muyduk o zaman, anlamış mıydı herkes böyle olduğunu? Hayır. Bambaşka yorumlar yapılmıştı. Bugün yaşadıklarımız böyle de olabilir, bu ihtimal de var. Hâlâ TUSAŞ eylemiyle ilgili her şey biliniyor mu? Hayır.
Devletin ‘düşman’ ihtiyacı
– DEM Parti’nin açıklamalarında da sizin son söylediklerinize benzer ifadeler vardı. “Barış sesini ya da kelimesini duymaktan bile rahatsız olanlar mı var?” gibi. Ama daha önceki çözüm sürecinde bu yönde hamleler olduğunda iktidar cephesi de dâhil tepkiler de oluyordu. Bu kez öyle görünüyor ki -bu son operasyonlar, kayyumlar vesaire de dâhil olmak üzere- sadece Kürt hareketi değil, çeperinde, çevresinde olan herkesin birlikte bir nevi pasifize edildiği, güçsüz kılındığı ve oradan da aslında hükümetin muhatapsız bir Kürt sorunu çözme yolu izlediğine dair senaryolar da tartışılıyor. Yani Kürtleri kendi hesabına mecbur bırakmak, güçsüz bırakıp koşullarını dayatmak meselesi… Ortada sorun dururken bu yöntemlerle nasıl çözülmüş olacak?
PKK’nin ilk ortaya çıktığı dönemi, ortasını ve bugünü düşünelim. Şu anda Kürt toplumu aynı toplum değil. Kürtlerin en kalabalık olduğu şehirler nereler? Kürdistan denen yerde değil. Türkiye’nin batısında: İstanbul, Bursa, Antalya, İzmir, Ankara… Çoğunluğu buralarda yaşayan bir toplumdan bahsediyoruz. Şimdi kırk sene önce çıkmış ve köylü ağırlıklı bir hareket bugün bu toplumun problemlerine, taleplerine, özlemlerine bire bir karşılık veriyor mudur? Veremiyordur, bunu PKK’yi yönetenler de biliyor. Bugün Kürt sorunu derken neden bahsediyoruz, hangi sorundan bahsediyoruz? Toprak sorunundan mı, eğitimden mi, dilden mi, kültürel bir mesele mi?
Kürtlerin sahip çıktığı bir parti var. Bu parti Kürtlerin yarısının oyunu kafadan alıyor, daha fazlasını da belki alabilir. Bazen düşüyor bazen çıkıyor ama yarısını alıyor ve Meclis’e giriyor, kesin. Kürt sorununun çözümü kadar büyük bir şey hayal etmeyelim de bu ırkçı, milliyetçi ön yargıların, takıntıların diyelim ki hafiflediği bir durum olsun. Bu kadarcık bir şeyden bahsediyorum, çok daha etkili olacaktır Türkiye siyasetinde. Gayet tecrübeli politikacıları var. Diğer partilerin ortalamasıyla kıyaslandığında bayağı iyi durumda olan bir siyasi güç var mesela. Bu sivil siyasi gücün daha etkili politika yapmasının önündeki en büyük engel işte bu “terör sorunu” diye dile getirilen, herkesin kendi tarafından başka şekilde tarif edeceği bu mesele aslında. Devleti de bu şekilde hepimizi döverek, iterek, kakarak var olmasını sağlayan şey de bu.
Bize çok makul bir problem ortaya koymak gibi gözüküyor. İşte “Devlet kendi çözümünü dayatıyor. Bunun için bir şeyler yapıyor.” falan. Öyle kabul edelim. PKK diyelim ki silah bıraktı, tamam. Bu devlet birçok şeyini sürdüremez ki. Ben yıllardır hep şunu söyleyegeldim: PKK dese ki, “Tamam biz dükkânı kapatıyoruz.” Devlet, “Ne yapıyorsunuz kardeşim!” falan der yani. Çünkü bu devlet böyle şeylerin üzerinde ayakta duruyor. Eli silahlı bir düşman olmadığında nasıl yapacak bunları? Mesela belediyelere kayyum atıyor, onu içeri alıyor vs. Hepsinde gerekçe ne? Terör, terörle iltisak, terör örgütüne yardım… Terörle uzaktan yakından alakası olmayan insanlar da terörle ilişkili olmakla suçlanıp hapsediliyor. Tamam, silah bitti, artık terör kalmadı, ne olacak? Devlet ne yapacak? Hangi gerekçeyle bizi dövecek, sövecek? Demek ki bu konuda da devletin bir şeyi olması lazım. Madem böyle bir şey gelişiyor, el sıkışıyor… “Silah bırakın, Öcalan’ı da gerekiyorsa çıkaralım.” Böyle değil mi gördüğümüz manzara. Peki, ne yapacağız ertesi gün? Başka kalmadı ki öyle bahane edeceği bir örgüt. Demokrasiyi, hukuku falan ayaklar altına alacağı başka bir meşru gözüken sebep yok ki.
Ne diyecek? YPG güney sınırımızdan girip topraklarımızı ele geçirecek falan mı diyecek. Buna Ülkü Ocakları bile inanmaz. Dolayısıyla da bizim bugün yaptığımız bazı yorumlar çok kendimize göre gibi geliyor bana. Şunu kabul etmemiz lazım; şu anda sağlıklı bir şey söyleyebilmek için gerekli her şeyi bilmiyoruz. Maalesef bilmiyoruz ama bilmiyoruz denemediği için herkes işte bir kulplar takıyor.
Ben mesela şunu gerçekten merak ediyorum. Bu kadardan ibaret, evet öyle gözüküyor. Çok büyük bir şey çözmeye niyetli gözükmüyor devlet bakıldığında. Evet. “Ben hiçbir şey vermiyorum kardeşim. Silah bırak. Karşılığında da Öcalan daha iyi koşullarda hapsolur ya da en fazla işte eve çıkar.” Bu mu yani bütün şey? Bir şey daha hatırlatmak isterim. Öcalan “Silahı bırakın.” dedi zaten kaç sene önce. Bu çağrı yapıldı. Burada yeni bir şey yok ki. Üstelik, “Türkiye’de eylem yapmayacağız.” bunu da dedi daha önce.
Kürtlere “Aman sizi kandırıyorlar” uyarısı!
– Silah bırakılmasından bahsetmişken, sizin ifadenizle, “Birileri üçkâğıda sarılmış şu ‘Kürtler AKP’yle anlaşmış’ sakızını ısrarla çiğniyor.” Diğer yandan yine sizin ifadenizle “…bazı gruplar, nasıl oluyor da, kızdıkları Kürt siyasetçilerini sanki ortada çok daha iyi pek çok seçenek varmış da onlar tutmuş kötüsünü seçmiş gibi suçlayabiliyorlar?” Buradan şunu soralım: Bunca yaşanmışlığa, hâlihazırda yaşananlara rağmen bunu sağlayan motivasyon ne olabilir?
Bu konuda şimdiye kadar iki kere yazı yazdım. İlkinde daha erken bir aşamada. Açıkçası devlet, Kürt sorunu, PKK, DEM Parti bunların olduğu bir düzey var, esas mesele orada zaten. Bir de bu konuda güya tavır alan, laf söyleyen, kanaat önderliği yapmaya çalışan bir grubun yaptıkları, söyledikleri var. Ortalama Kürt siyasetçisi muhtemelen hapis yatmış, dünya kadar baskıyla karşılaşmış, ne badirelerden geçmiş bir insan.
Bu şartlarda Türkiye’de Kürtler adına siyaset yapmaya çalışan birisi, her gün sabahtan akşama bir sürü şey yaşıyor. Şimdi ben ondan daha iyi biliyorum, üstelik de o anlamıyor kandırıldığını, ben ona “Bak seni kandırıyorlar.” diyeceğim. Burada yanlış bir şey var, had bilmezlik var her şeyden önce. Mesela Gültan Hanım -ki benim için çok simgesel biridir- anlamıyor da ben ona diyeceğim, “Bak sizi kandırıyorlar.” Böyle bir şey olabilir mi? Bir kere burada büyük bir yanlışlık var. İkincisi, “İktidarla anlaştılar”, seninle mi anlaşacak? Bugüne kadar ne yaptın Kürtlerle ilgili? Şimdi CHP ilk defa döndü ve evet böyle bir mesele var, biz de demokrasi, hukuk falan diyorsak ilgilenmemiz gerekir diyor. Şimdi kent uzlaşısı denen şey gayet doğru bir şey.
Bir de şöyle bir tuhaflık var. Öyle şeyler istiyoruz ki bir anda böyle her şey birden hâl olsun ya da her alanda bütün mesele hâl edilsin. Hayır, öyle değil. Belediyede şu kadar, Meclis’te şu kadar, burada bu kadar… Tamamen akıl, mantık bir tarafa herkes kendisiyle, kendi pozisyonuyla meşgul.
Şu “duruş” lafı zaten mahvetti bütün siyasal kültürü. Duruş diye bir şey yoktu eskiden. Tavır almak diye bir şey vardı. O da işte düşünüyorsun tavır alıyorsun. Duruş, bir yerde duruyorsun. Senin nasıl durduğun önemli falan! Açıkçası bu konudaki tepkilerin ciddiye alınıp alınmaması bir yana başta şu tepki, “Bir şey çıkmaz.” Kardeşim böyle bir şey ortaya atıldıysa Kürtlerin partisi, düşünürü, yazarı çizeri… Bu insanlar da, “Tamam o zaman, madem böyle bir şey var, buna bir bakalım.” dediyse birilerinin kalkıp, “Ya bir şey çıkmaz.” demesi doğru değil. “Sizi kandırıyorlar.” kısmı da artık doğru olmamanın ötesinde bir şeydir. Herkes çok akıllı, onlara akıl veriyor! Böyle bir şey olmaz. Siyaseti fiilen yapan insanları tabii ki eleştirebiliriz. Ben gidip oy atıyorsam o partiye tabii ki eleştiririm. Niye böyle yaptınız, niye böyle yapmadınız diyeceğiz. Bu çok normal. Ama bu kadar büyük bir şeyde… Faşist partinin başındaki adam gidiyor, el sıkıyor, Öcalan gelsin Meclis’e diyor. Ortada çok büyük bir şey olduğu anlaşılıyor burada. Bu bir tiyatro, hepsi de rol yapıyor; olur mu, bilemiyorum. Burası Türkiye, olmayacak şey yok ama değildir bence. Kendi siyasi hayatını da riske ediyor bir yandan siyasetçiler.
Şimdi ya bileceğiz, bize birtakım şeyler açıklanacak, ona göre konuşacağız ya da bunu eleştireceğiz. “Tamam da kardeşim bu kadar kapalı kapı ardında bu iş yürüdüğü zaman da olmuyor işte biliyorsunuz.” diyeceğiz. Bu eleştiride mesela bir haklılık payı var. Ama sonuçta orada birileri bir şey yürütüyor. Şu an izleyebiliyoruz ancak hepsini de izleyemiyoruz. Ne olup bittiğini bilmiyoruz. Bize hiçbir şey anlatıldığı yok. Şunu da vurgulamak istiyorum. Eleştirilemez taraflar var olayın içinde. PKK dünyanın siyasi olarak eleştirilemeyen tek örgütü. Ortada böyle bir şey de var. Bunu da dikkate almak gerekiyor. Neden eleştirilemesin, böyle bir şey olabilir mi?
Had bilerek konuşulmalı
– Suriye üzerinden bu meselenin gündeme geldiği de ifade edildi…
Suriye’yi doğru dürüst izleyen o kadar az kişi var ki. Ben izlemeye çalışıyorum senelerdir. Orada ne oluyor bitiyor diye… Colani’yi işte DAİŞ ile aynı şey sananlar var mesela. Ya da orada SDG’nin kurabileceği ilişki sınırı, şu andaki etkinlik alanı, bunun içindeki yapı, onun silahlı güçlerinin miktarı, bileşimi… Yani Kürtler dışındaki unsurlar, onların alabileceği tavırlar. Hiçbir şey bilmeden böyle ezberden, sanki okul derneği ele geçiriliyor… O düzeyde bir mücadele gibi akıl yürütülüyor. DEM Parti’nin etrafını da oluşturan, aslında ona güç de veren bir kesimin de bu konuda özellikle çok yanlış tavır aldığını ve hiç yapıcı davranamadığını düşünüyorum.
– Belirttiğiniz gibi farklı çevrelerden farklı tepkiler geliyor. Herkesi ilgilendiren böyle bir sorunun ortaklaştırılması için neler yapılabilir? Herkesin, “Bu bizim de sorunumuz ancak birlikte çözebiliriz.” fikrinde buluşulabilmesi için neler önerirsiniz?
Bir kere bizim şu anda demokrasi ve hukuk diye temel bir problemimiz var. Bu Türk-Kürt herkes için geçerli bir şey. Bu konuda adımlar atılıyor olabilse bu tarafa da faydası olacak. Türkiye’nin genel demokrasi sorunu içinde Kürt sorununun oturduğu yerin bu kadar ayrıcalıklı, özel olması bugüne kadarki politika yüzünden. Sahiden doğru dürüst, demokratik bir ortam ve herkes için geçerli hukuk olabilse, Kürt sorununun ağırlığında bir değişiklik olacak mı bakalım o zaman. Belki de olur. Kürtlerin kendilerini nasıl hissettiği ile ilgili değil mi bu sorun temel olarak. Kürtler, “Tamam, biz kendi memleketimiz olarak hissediyoruz.” derlerse sorun ona göre şekillenir. Onu biz tarif edemeyiz.
Sizin sorduğunuza gelince; bu siyaset meselesi. Bir kere hiç kimse bu kadar önemli değil, bunu kabul etmesi lazım herkesin. Özellikle bu tarafa, memleketin batısına söylüyorum. İkincisi, şu anda kimse bir şey bilmiyor. Onun için de haddini bilerek konuşması lazım. Üçüncüsü, kimse bu işin yürütücüleri, ya diyeceğiz ki, “Biz bu insanlara güvenmiyoruz kardeşim. Karışmasınlar bu işlere.” ya da öyle demeyeceksek en azından bir bırakacağız ne yapıyorlarsa yapsınlar ona göre de bir davranış göstereceğiz. Genel kültürümüzün, ana akım sol kafa yapımızın da pek çok şeye engel olduğunu düşünüyorum.