TAHİR ŞİLKAN

Zabel Yesayan’ın ismini çok geç duydum. ‘Yıkıntılar Arasında’ kitabını okuduğumda, doğup büyüdüğüm şehrin tarihinden, geçmişinden bu denli habersiz oluşuma çok şaşırmıştım. Şehrimizde yakıp yıkılan bir kilise olduğunu o güne kadar hiç duymamıştım. Ermeni sözcüğü de evde yaramazlık yaptığı zaman annemin abime ettiği bir küfür sözüydü.
Orhan Kemal, ‘Baba Evi’nde ilk gençliğinin geçtiği Adana’daki evlerini anlatırken “…Dar bir sokakta, karşılıklı iki konak hatırlıyorum. Becerikli ilkokul öğrencilerinin yaptıkları mukavva konakları hatırlatan bu cumbalı, kafesli, çıkıntılı, tahta saçakları dantela gibi işlemeli konaklardan birisi bizim. Burası aynı zamanda babamın “Fırka” binasıydı. Alt kat ağır, beyaz taşlarla döşeliydi. Ben bu alt kattan çok korkardım. Eski bir Ermeni evi olduğundan mı ne, alt kattaki yan yana iki samanlığın çürümüş tahta kapıları açılıverecek, içerden ölü yüzlü Ermeniler çıkacak gibi gelirdi. Ömrümde bir tek Ermeni görmediğim halde, onlara dair abartılı hikayelerin tesiriyle olacak, Ermenileri korkunç, sarı yüzlü, saçı sakalına karışmış düşünürdüm…” diyordu; okumuştum ama on iki yaşındaydım, bir şey anlamamış, anlamlandıramamıştım.
O, Ermenilerin korkunç kişiler olduğunu düşünüyormuş. Benim Ermeniler hakkında hiç bir bilgim yoktu. Kilikya’yı duymuştum ama çok yakın bir tarihin kavramı olduğunu bilmiyordum. Çok sonraları üniversite yıllarında ASALA militanları Türk diplomatlara yönelik eylemleriyle birlikte, Ermenilerin Sivaslı, Erzincanlı, Adıyamanlı, Malatyalı olduğunu duyunca yine çok şaşırmıştım. Bu kadar geç öğrendiğim için de hayıflanmıştım. Doğup büyüdüğüm şehirde benzerine az rastlanan bir katliam yaşanmıştı ve bunu hiç bilmiyordum, bu konuda bir yazı, kitap okumamış, böyle bir olayı-olguyu hiç kimseden duymamıştım.
‘Bütün annelerin acıları kardeştir’
Fotoğraflar ve sondaki kronolojik bilgiler hariç üç yüz sayfalık ‘Yıkıntılar Arasında’ kitabının 234. sayfasında söz ediliyordu, bu şehirden. Zabel Yesayan’ın da içinde yer aldığı İstanbul Patrikhanesi’nin görevlendirdiği Tetkik ve Yardım Heyeti’nin karşısına çıkan dul kalmış kadınların haykırdığı sözlerle: “Katlettiler, katlettiler! Kurtulanları zincire vurdular, direnenleri astılar! Kaçalım, kaçalım! Kurbanınız olayım, bu memleketin güneşi bizim için kararmış artık… Yardım edin! Yardım edin!” Bu kadınlar, Erzin’den Adana’ya dönüş yolunda durmak istemeyen heyetin Hamidiye’de (Ceyhan) kalmasını sağlar. Yardım heyetinin arabası kitaba adını veren yıkıntılar arasında ilerleyerek Terzi Gar’ın evinin önünde durur. Harabeye dönüşmüş mahallelerde ilerlerken kömürleşmiş kemikler, kararmış kan lekeleri, yer yer cesetler veya ceset kalıntılarının güneş altında çürümesiyle salınan ağır koku, havayı daha da soluk alınmaz hale getirmektedir. Durdukları yerde, yakılmış bir evin külleri vardır. Evdekiler sabaha kadar direnmiş sonra çoluk çocuk yakılarak öldürülmüştür. 100’den fazla Ermeni yanmış ya da kaçarken vurulmuştur…
Zabel Yesayan’ın ilk kez 1911’de ‘Averagnerun Meç’ adıyla Ermenice yayınlanan kitabı, Kayuş Çalıkman Gavrilof tarafından Türkçeye çevrilmiş ve ‘Yıkıntılar Arasında’ ismiyle yayınlanmıştır. Kitapta, 1909 Katliamı (Ermenice kitaplarda; Giligya Dehşeti, Giligya Felaketi diye tanımlanır) olarak anılan olaylar ve sonrasındaki tanıklıklar anlatılır. Marc Nichanian “Zabel Yesayan ve Yurttaşlık İlkesi” başlıklı önsöz yazısında, Bursa doğumlu Hagop Oşagan’ın 1940’larda yazdığı bir yazıdan alıntı da yapar:
“İzlenimci edebiyat? Vakayıname? Röportaj? Yıkıntılar Arasında gerek eski gerekse yeni Ermeni tarih yazımı içinde, Giligya felaketinden edinilmiş olağanüstü bir tanıklıktır… Zabel Yesayan kıyıma uğratılmış o yurttan işittiklerini, gördüklerini edebiyatımıza ölümsüz bir tanıklık olarak miras bırakmıştır. Bu aynı zamanda kendisinin ve de halkının değerlerine ve bedbahtlığına tanıklıktır. Yıkıntılar Arasında, onun eserleri içinde gerçekliği nedeniyle Dante’ninkini bile gölgede bırakan bir nevi cehennemdir.”
Yine Zabel Yesayan da kitaba yazdığı önsözde; “Bu kitaptaki izlenimlerimin, ne belli bir siyasi doğrultuda yumuşatılmış ne de milliyetçi önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını okuyucunun bilmesini isterim.” der.
Şimdi bir parantez açalım: ‘Memleket Hikayeleri’nin yazarı Refik Halid Karay (1888-1965), ‘Gurbet Hikayeleri’ kitabında, Balkan Savaşları sırasında yaşanan büyük bir acıyı ‘Gözyaşı’ başlıklı hikâyesinde anlatır. Hikâye dram yüklüdür; Refik Halid çok güzel hikâye eder, yaşanan acıyı. Acılı hikâyeyi, kahramanı Ayşe’nin ağzından şu sözlerle bitirir Refik Halid Karay: “… işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor?”
Hikâyeyi etkileyici bir dille anlatan Refik Halid Karay, aynı topraklarda başka halkların acılarına duyarsızdır ama. Yazdığı romanlarda, seçtiği diğer halklardan karakterler hep olumsuzdur. Doğup büyüdükleri topraklardan sürgün edilmiş, gönderilmiş diğer halkların yurt özlemini görmezlikten gelen bir dille yazar, romanlarını.
Zabel Yesayan ise yaklaşımını şöyle dile getirmiştir: “Bu topraklarda ya da başka coğrafyalarda dilleri, dinleri, renkleri farklı da olsa bütün annelerin acıları kardeştir…”

‘Ekmek istemem, gözyaşı verin bana!’
‘Yıkıntılar Arasında’ kitabını bir edebiyat metni olmamasına karşın edebi bir dille yazar Yesayan. Edebiyatta, “En iyi üslup, zabıt katibinin dilidir” diye, çok söylenen bir söz vardır. Gerçekte bir tanıklık kitabı olan ‘Yıkıntılar Arasında’ bu sözü karşılayacak yalınlıktadır. Ancak Zabel Yesayan edebiyatçı olduğunu duyumsatan metinlerle güçlendirir tanıklığını. 800 Ermeni’nin öldürüldüğü Hamidiye’yi anlatırken her cümlede hissettirir bunu. “Kül! Kül! Umutsuzluğun kol gezdiği ovaya dimdik inen güneş ışınları sanki hiç ısıtmıyordu; çünkü yerden ölümcül ürperticiliğiyle bir soğuk yükseliyor ve titriyor, müthiş titriyorduk” dedikten sonra yanından geçtikleri Ceyhan ırmağından, tabiattan söz eder: “Berrak, lekesiz, masmavi gökyüzünün altında, nehir bitkiler ve koruluklarla yüklü kıyıları yalayarak nazlı nazlı akıyordu. Yıllanmış kemerli bir köprü nehrin üzerinde olanca gösterişiyle uzanıyordu.” Ama, yıkıntılar arasında yaşanan büyük acılar vardır. Dinledikleri, yaşadığı acıyı anlatamayan aklını yitirmiş bir genç kadının anlatamadıkları…
Zabel Yesayan, Yardım Heyeti’nin yorgun ve kederden bizar piskoposluğa vardığını söyler. Kilisenin avlusu boştur, avluya günbatımı sükuneti çökmüştür. “Ancak” der, Yesayan, “…bizim için gün henüz sona ermemişti; çünkü bir kadının bizi beklediğini söylemişlerdi…”
“Kaydedecek yetimleri var herhalde” diye düşündüğünü yazar Yesayan. “Hayır, kaydettirecek yetimi yoktu, çok gençti, anne olabileceğine inanmak çok güçtü, gözleri kaymış, yüzü çarpılıp taşlaşmış, dili, salyalı dudakları üzerinde ağırlaşmıştı. İnanılmaz hikâyesini anlattı…”
“Gözlerim kör olsun! Taş kesilmişler! Ben ne ekmek isterim ne de yardım, gözyaşı verin bana!” “Parmaklarım kurusun! Bu parmaklarımla yaptım!” deyip ellerini uzatır genç kadın…
Önce bir şey anlamadıklarını, kadının hıçkırıklarla kesilen bölük pörçük sözlerini kavrayamadıklarını söyleyen Yesayan, sonra birilerinin gelip kadının hikâyesini anlattığını yazar. “…En korkunçlarından daha da şiddetli bir hikâye. Kendi elleriyle yaptığı eylemden aklını yitiren bir anne… Çıldırmış, yıkıntılar arasında dolaşıyor, büyük bir acı ve yas içinde cehennemi derdini anlatmaya çalışıyor…”
O kara günlerde, bir grup insan kıyıcılardan kurtulmak için kuytu bir yerde saklanmışlar; bazıları yaralı, bazıları yas içinde. Ancak tüm feryatları kesilmiş, hastalar bile adeta bir mezarlık sessizliğine bürünmüş… Tepelerinde sürekli silah sesleri… Barut kokusu, yangın dumanı tehlikenin ne kadar yakınlarında olduğunun habercisi… Birden bir bebek ağlaması… Savunma güdüsüyle vahşileşmiş korku içindeki insanlar bebeği kapmak isterler. Bebeğin anne-babası oradalar, dehşet bir karar verilmiş, on beş çift alev saçan göz, karanlıkta ağlayan bebeği arıyor. Kimse konuşmuyor, birbirini görmüyor ama anne anlıyor; bebeği için daha az vahşetli olacağını düşündüğü için boğuk bir sesle haykırıyor:
“Durun! Ona hayatı ben verdim, ben alacağım!”
Ancak anne elleri evlat boğazını sıkmak için yeterince güçlü değiller. Daha güçlü daha cırtlak bir ağlama sesi yükselir bebekten… İnsanlar korku ve dehşet içinde yaklaşırlar…
Bu kez baba üstlenir o tüyler ürperten işi:
“Durun, durun! Ben bitiririm!”
Üç gün kalırlar o kuytulukta ve artık bebeğin sesi duyulmamaktadır; oysa gün ışığına çıktıklarında çocuk henüz ölmemiştir. Ruhunu teslim etmesi uzun sürer. Karnı şişmiş, sanki katledilmesine şaşırmış gözlerle bakmaktadır. Çocuk uzun bir ıstırap sonrası son nefesini verir. Anne aklını yitirmiştir.
İşte o annedir, Zabel Yesayan ve Yardım Heyeti’nin karşısına çıkan kadın. Haykırışı belleklerinden çıkmayacaktır: “Ne ekmek istiyorum ne de yardım, yalnız gözyaşı verin bana!”
Refik Halid Karay’ın ve Zabel Yesayan’ın aktardığı hikâyelerde, biri Türk diğeri Ermeni iki anne. Aynı yıllarda aynı cümlelerle sesleniyorlar insanlığa. Dökecek gözyaşı kalmayan iki anne, dökecek gözyaşı istiyorlar…
Yesayan’ın yanılgısı
Başlangıç sayfasındaki şu cümle, ‘Yıkıntılar Arasında’nın özeti gibidir: “Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza.”
Zabel Yesayan bu kitabı yazdığında 1915 büyük kırımı yaşanmamıştır. Yazdığı önsözde, kendisini hür bir yurttaş olarak niteler ve devam eder: “Bu ülkenin (Osmanlı Devleti) eşit haklarla donanmış ve eşit yükümlülükler yüklenmiş bir öz evladı olarak bu sayfaları çekincesiz yazmam için harekete geçtim.”
Yesayan, kitabı yazarken Osmanlı Devleti’nin Türkler kadar Ermeniler için de vatan olduğuna inanıyor. Katliamı gerçekleştirenlerin, öldürdüklerinin de insan olduklarını kavramalarını bekliyor. “Bunu kavradıkları zaman, kurbanların kendileri için, kendi özgürlüklerini sağlamak için öldüğünü anlamış olacaklarına inanıyor.” Ama ne kadar yanıldığını, çok geçmeden yaşayarak anlayacaktır.
1915 ve sonrasındaki bütün yapılanlar (Vatandaş Türkçe Konuş, Varlık Vergisi Faciası, 6-7 Eylül Pogromu-1964 Rum Göçü vd.) Türkleştirme politikalarının bir gereğidir ve Zabel Yesayan’ın ölümünden sonra da bu politika hep sürecektir.
KUTU…KUTU…KUTU…
ZABEL YESAYAN KİMDİR?
Zabel Yesayan üzerine yapılmış pek çok çalışma, onu anlatan çok sayıda biyografi çalışması var. Bunlardan yararlanarak, 24 Nisan’ın yıldönümü vesilesiyle, Zabel Yesayan’ı tanımaya çalışalım.
Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız yakalanarak ağır bir yenilgi aldığı, tarihe ‘93 Harbi olarak geçen savaşın son günlerinde, Rus ordularının İstanbul Yeşilköy’e (Ayastefanos) ulaştığı soğuk bir kış gecesinde (4 Şubat 1878) İstanbul-Üsküdar’da doğan Zabel Hovhannesyan ilk ve ortaöğrenimini Üsküdar’da Surp Haç İlkokulu’nda yapar. Okul halen Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi olarak eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir. Okula devletçe çeşitli gerekçelerle el konulmak istenmiştir. Ancak 1953 yılından sonra “okul idarecilerinin, yetkili kuruluşları yanıltmak suretiyle, okulu bir vakıf gibi göstererek Ermeni vatandaşlardan vasiyet ve bağış yoluyla taşınmaz mal iktisap ettiği” iddiasıyla, 2003’te vakıf aleyhine açılmış tapu iptal davası da vakfın, ‘cemaat vakfı’ olarak tescil edilmesi üzerine 18 Nisan 2013’te mahkemece reddedilmiştir.
Beklenmedik hallerin memleketi
Zabel çocukluğundan itibaren okuma ve yazmaya ilgi duymuştur. İlk edebi metni “Yerk Ar Kişer (Geceye Şarkı) öğretmeni Arşag Çobanyan’ın editörlüğünde yayınlanan Dzagig (Çiçek) dergisinde yayınlanır. Babasının isteğiyle edebiyat ve felsefe okumak üzere Osmanlı Ermeni Cemaatinden üniversite okuyan ilk kadın olarak Paris’e gider. Paris’teki öğrencilik yıllarında, Fransızca-Ermenice sözlüğünde düzeltmenlik yaparak geçimini sağlar. 1900 yılında Paris’te ressam Dikran Yesayan’la evlenir ve artık yazdığı yazılarda Zabel Yesayan ismini kullanır. Paris’te pek çok dergide yazılar yayınlayan Zabel, 1902’de eşiyle birlikte İstanbul’a döner ve Ermeni okullarında öğretmenlik yapar. Çok aktif olduğu bu yıllarda Paris’e, İtalya’ya, Kahire’ye, Kozan’a , yeniden Paris’e gider. Birçok Ermeni aydın gibi 1908’deki 2. Meşrutiyeti coşkuyla karşılayıp İstanbul’a döner. Zabel Yesayan Ermeniceden Türkçeye Mehmet Fatih Uslu’nun çevirdiği Hokis Aksoryal (Sürgün Ruhum) novellasında, şöyle anlatır bu coşkusunun nedenini: “…Meşrutiyet Türkiyesi’nin bize (Ermeniler) karşı hususi ve sevecen bir iyiniyetliliği var. Bu memleket, insanı şaşkına çevirecek derecede beklenmedik hallerin memleketi ve sanki bir halden diğerine geçişte ara devirler yok. Her şey ya çok iyi, ya çok fena.”
1915 sonrası…
Üsküdar’daki Kadınlar Birliği ve Milletperver Ermeni Kadınlar Cemiyeti’nde konuşmalar yapar. Ancak “Hürriyet” coşkusu 1909 Adana katliamıyla yıkıcı bir darbe alacaktır. Adana’ya gönderilen heyette yer alır, gözlemlerini ‘Yıkıntılar Arasında’ kitabında anlatır. 1911 Ağustos’unda “Giligya yetimhaneleri: Kişisel izlenimler ve anılar” başlıklı uzun bir makale yazar. Makale New York’ta yayınlanan Arakadz adlı haftalık dergide dört bölüm halinde yayınlanır. Paris’te sürdürdüğü çalışmalarını babasının sağlık durumunun ağırlaşması üzerine İstanbul’a dönerek sürdürür. 1915’de tutuklanacak aydınlar listesindedir. Tesadüfen evde değildir. 15 gün İstanbul’da saklandıktan sonra sahte kimlikle Bulgaristan’a kaçar. Annesi ve oğlu İstanbul’da, eşi, kızı ve kızkardeşleri Paris’tedir. 1915’den 1919’a kadar yetimlerin ve mültecilerin yerleştirilmesi için Bakü, Irak ve Mısır’da çaba gösteren Zabel Yesayan ailesiyle ancak 1919 ‘da tekrar bir araya gelebilecektir. Zabel 1920’de kızı ve oğluyla Kilikya’da yetimhanede çalışmaktadır. Fransa’nın bölgeyi terk etmesi üzerine yetimlerin yerleştirilmesi çabasını sürdüren Yesayan, eşinin 1921’de ölümü üzerine yine Paris’e döner. Bu yıllarda birbiri ardına edebi eserlerini yazan ve yayınlayan Zabel Yesayan, iki çocuğu ve annesiyle birlikte kiralık bir evde yazı yazıp ders vererek geçinmektedir.
1923 yılından 1933’e kadar Paris’te yaşar, Sovyet Ermenistan’ına ziyaretler yapar. Paris Ermeni cemaati ile Ermenistan arasındaki ilişkiyi güçlendirmek için çalışan Yesayan, 1925-1930 yılları arasında Paris’te yayınlanan sosyalist çizgideki Yerevan dergisinin editörlüğünü de yapar. Aldığı davet üzerine 1933’de Sovyet Ermenistan’ına döner ve üniversitede Batı Ermeni Dili ve Edebiyatı ile Fransız Edebiyatı dersleri verir. Sovyet Yazarlar Birliği üyesi olur. 1937’de ‘Sovyet karşıtı propaganda’ yaptığı gerekçesiyle tutuklanan Zabel Yesayan, 1943’de Bakü’de cezaevinde yaşamını yitirir.
Edebi eserlerinden…
Zabel Yesayan 1900’lerin başından itibaren çok sayıda novella, öykü, roman yazdı. Bazıları henüz Türkçeye çevrilmemiş bu eserlerden okuma şansını bulduklarım üzerine kısa değerlendirmeler yapmak isterim. Öncelikle bütün edebi eserlerinde kendisinin merkezde olduğu otobiyografik metinler yazmıştır. Doğup gençliğini geçirdiği İstanbul ve özellikle Üsküdar’dan sıkça söz eder. Öyle ki 1934’de Yerevan’da yayınlanan toplumcu gerçekçi içerikli Grage Şabia’da (Ateşten Gömlek) Üsküdar Bülbülderesi mahallesinde kışlık kömürlerini aracısız alabilmek için örgütlenen işçi kadınları ve Ermeni toplumundaki ekonomik eşitsizlikleri anlatır. (Melissa Bilal, Zabel Yesayan’ın Barış Çağrısını Duyabilmek)
Zabel Yesayan, Mehmet Fatih Uslu tarafından Ermeniceden Türkçeye çevrilen Hokis Aksoryal’da (Sürgün Ruhum) Paris’ten İstanbul’a-Üsküdar’a dönen ressam bir kadının duygularını etkili biçimde anlatır. Karakterleri ve Üsküdar’da kaldığı evden betimlenen İstanbul, ayrıntılı olarak gözler önüne serilir. Otobiyografik özellikler taşıyan, ressam Emma’nın resimlerini görmeye gelenlerin ayrıntılı tanıtıldığı bölüm, eve gelen ahbapların 1908 Meşrutiyet Devrimi ve muhalif hareketin eylemleri ile Kilikya katliamının tartışılmasını anlatır. Tartışma sert münakaşaya dönüşünce, gelenler resimleri görmeden evden ayrılır. ‘Sürgün Ruhum’, Yesayan’ın edebi gücünü gösteren en güzel novellalarındandır. Yesayan kendi yaşadığı sürgünleri Emma karakteri üzerinden okura geçirir.
Zabel Yesayan’ın Ermeniceden Türkçeye Mehmet Fatih Uslu’nun çevirdiği 1927’de Erivan’da tefrika edildikten sonra ilk kez Paris’te 1928 yılında kitaplaşan novellası Meliha Nuri Hanım da çok kısa olmasına karşın çok iyi anlatılmış karakterler içerir. İlk kez Türk karakterlere yer verilmiştir. Çanakkale-Gelibolu’da hastanede geçen hikâyede anlatılan Meliha Nuri Hanım’ın Ermeniler’e duyduğu nefret ilginçtir. Hastanede her gün pek çok hastaya çare olmaya çalışan Ermeni doktoru savunan başhekim Remzi’yi anlamaz. Meliha Nuri Hanım’ın kırık aşk duygularının, iç sıkıntılarının çok iyi anlatıldığı, insanlar arasındaki sınıf farkına küçük dokunmaların olduğu çok iyi yazılmış bir anlatıdır.
Son bir not; Zabel Yesayan’ın Sovyet Ermenistan’ında yazdığı roman ve yarım kalmış otobiyografisinin de Türkçe yayınlanması, onun edebiyatını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.