İLYAS TUNÇ

Bazı kalem sahipleri kelimeleri sadece yazmaz onlardan şehirler kurar; harflerden duvarlar, cümlelerden yollar, paragraflardan sokaklar yapar ve yazılarını mimar titizliğiyle bir araya getirir. Bu yazarlar için yazmak, yalnızca hikayeler anlatmak değil; geçmişin unutulmuş çığlıklarını bugüne taşımak, yok olmaya direnen kimliği duvarlara kazımak ve belleğin küllenmiş ateşini harlamaktır. Sadık Aslan, yalnız anlatıcı değil, aynı zamanda tanık, direnişçi ve hafıza emekçisidir. Onun yazılarında zor zamanlarda üretilmiş kelimeler, özgürlüğün rengine bürünür. O, edebiyatı sadece sanat olarak görmez, Onun için edebiyat tarihin karanlık bölgelerine sızan kıvılcım, suskunluğa direnen fısıltı, unutulmuş hakikatlerin yeniden canlandırılmasıdır.
Aslan, kimliklerin ve sınırların sünnet edildiği, tarihin yaralı belleğinde yankılanan bir coğrafyanın tanıklığını sunuyor. Solgun Sarı – Tor Hikayeleri (Lis Yayınları- 2014), İklim Kahverengi (Kor Yayınları- 2020) ve Baştan Başa (Dipnot Yayınları-2023) eserleri yalnızca bireysel öykülerin toplamı değil, halkların, sınırların ve acıların birbirine düğümlendiği geniş bir tarihsel dokunun parçalarıdır. Aslan, unutulmaya mahkum edilen kolektif hafızanın tozlu sayfalarını aralar; Süryaniler, Ezidiler, Kürtler; sürgünler, kaçakçılar, aşıklar ve kayıplar onun anlatılarında yeniden can buluyor. Her karakter, zamana direnen geçmişin taşıyıcısıdır; her hikaye, unutturulmak istenen bir gerçeğin izini sürer. Her olay hemen yanıbaşınızda meydana gelmiş veya gelecek hissini uyandırır. Okuyucu karakterlerin acıları ile hüzünlenir ve o acıyı içinde bir daha yaşar.
Kurgu ile tarih arasında
İngiliz şair Matthew Arnold’un dediği: “Sanat, yaşamı eleştiren bir bilim dalıdır” düşüncesi ile sanatın büyük gücü, tarihin sessiz bıraktığı, unutmaya terk ettiği noktaları görünür kılmasıdır. İşte Sadık’ın kitapları, yazılan tarihin dışına çıkarak, Seyfo Katliamı gibi bastırılmış felaketleri gün yüzüne çıkarıyor. Özellikle “Solgun Sarı – Tor Hikayeleri” kitabındaki “Meryem”, “Zaz” ve “Şemûnê” hikayeleri, 1915’te Süryanilere yönelik büyük felaketleri bireysel acılar üzerinden görünür kılıyor. Tarihi olay ile bireysel hikayeyi harmanlayarak, büyük trajedilerin kişisel yansımalarını okuyucuya hissettiriyor. Büyük felaketin gölgesinde kaybolan sesleri işitilir kılan yazar, tarihin soğuk kayıtlarından taşan insan hikâyelerini, bir yankı gibi bugüne taşıyor. Yaşanmış bu olaylarla tekrar yüzleşmemizi sağlıyor. Meryem’in eşinden koparılması sonrası sessiz çığlığı, paralel iki evren misali kendi bedeninde iki dünya kurması, yaşanan acıların tarih kitaplarından ziyade edebiyat ile bir ifadeye kavuşabileceği gerçeğini bize gösteriyor.
Şemûnê karakteri ise, zulmün toprağa nasıl işlemiş olduğunu şöyle dile getirir: “Yaşadığı topraklar zulmün sopasını bağrından çıkardığı için…” Bu, yaşanılan trajedinin yalnızca geçmişte yaşanmış bir olay olmadığını, aksine toprağın hafızasına kazınmış, zamanla silinmeyen ve devam eden bir olgu olduğunu gösterir.
Bu hikayelerde Ezidiler, tarih boyunca maruz kaldıkları baskıların etkilerini taşırken, aynı zamanda onların kendi inançlarını koruma çabası yaşamın gölgesinde yankılanan çığlık misali yer bulur. Müslüman komşuların koruma adı altında onları yok etmesi ayrı bir trajedi olarak karşımıza çıkar. Devşirme karakterin ağzından söylenen “Sürekli soluna çalışılan bir boksörün korumasız bıraktığı sağından bir anda güçlü bir yumrukla sendelemesi gibi sarsılıyorum” ifadesi kitaptaki en sarsıcı cümlelerden biridir. Anlatılar sadece fiziksel bir kavga değil, aynı zamanda yok olmaya yüz tutan hafızayı koruma ve öz kimliği var etme çabasıdır.

Bir coğrafya değişirken…
“İklim Kahverengi,” Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesinden önceki çalkantılı dönemi anlatırken, Rojava’daki toplumsal değişimlerin ayak seslerini duyurur. Roman, yalnızca bireysel değişimleri değil bir coğrafyanın sancılı dönüşümünü de kaydeder. Kamışlo’da bir futbol maçının ardından yaşanan olaylar, Rojava’daki mücadelenin kader çizgisinde derin izler bırakırken, sokaklardan yükselen ses, baskıya karşı direnişin sesi haline gelir. Özellikle üniversite gençliğinin tepkisi ve sonradan gelişen olaylar değişimin ayak seslerini hissettiriyor. Dahası romandaki diyaloglar Ortadoğu’daki iktidar kodlarını deşifre ederken tarih ve edebiyat iç içe geçer. Aşk ve müzik hakkında Araf ve Enes karakterleri konuşurken aşk iktidar ilişkisi bir edebiyat – sosyoloji metni olarak karşımıza çıkar. Romanda yine Leyla Kasım’ın idam sehpasına yürüyüşü, Palmira Kraliçesi Zenobia’nın Roma’ya başkaldırışı kadın direnişini sadece bir olay olarak ele almaz; ona zamanlar üstü bir ruh kazandırır. Bu yönüyle bir romandan çok daha fazlasıdır kitap. Tarihi bir belge gibi geçmişi kayda alırken, felsefi bir metin gibi varoluşun kırılgan yanlarını ve sosyolojik metin olarak iktidar sorununu sorgular. Aşk, kimlik ve direniş, birbirine dolaşan üç nehir gibi anlatının derin katmanlarına yayılır. Suriye ve Lübnan’da aşkın görünümlerini Araf ve Enes’e sorgulatması okuyucunun da aşk ile ilgili yeni düşüncelere dalmasına yol açıyor.
Kitapta; “Tek yürekte iki aşka yer yoktur.”un eleştirisi okuyucuya Ortadoğu’daki aşkı sorgulatır. Ayrıca şu cümleler de okuyucuyu önemli oranda düşündürür: “Eğer bilmiyorlarsa kötü ama biliyor ve hiçbir şey olmamış gibi gündelik yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlarsa bu daha kötü.” “Büyüme derdi olmayanlar küçülmeyeceklerini de bilirler.”
Yine Araf karakteri, hem bireysel hem de toplumsal bir varoluş mücadelesi verirken, geçmişi ve geleceği aynı anda sırtlanır. Kitabın son bölümündeki işkence sahneleri üzerinden, rejimin zulmü güçlü bir şekilde yansıtılmıştır.
Aslan eserlerinde sadece bireylerin yaşamlarını kayda geçirmez; O, yaşamların kök saldığı tarihsel ve toplumsal katmanları da okurun gözleri önüne serer. Yaşanan bireysel acının yüzeyi, derinlere inildikçe ortak bir hafızaya dönüşür; bireyin kaybı, toplumun dağılmasının izdüşümüne dönüşür. “Mita” öyküsündeki şu sözler, zamanın döngüselliğini ve insanın kader karşısındaki kırılganlığını dile getirir:
“Bu şehrin başka hayatlarını ilk önce bizler savurduk. Bizden daha güçlü rüzgârlarla karşılaştığımızda savrulan bu sefer bizler olduk.” Bu sadece bir kişinin geçmişle hesaplaşmasını anlatmaz; tarihin, zamanın ve gücün nasıl el değiştirdiğini de belirtir. Dün muktedir olan, bugün mağdurdur; dün sürgün veren toprak, bugün kendi çocuklarını savurur. Bu yüzden Aslan’ın anlatısı, bireysel olmaktan çok daha öteye uzanır; coğrafyanın, halkın, zamanın sessiz ağıtı haline gelir.
Sürgün ile hasret aynı melodide buluşuyor
“İklim Kahverengi”nin sayfalarını zenginleştiren isimler, okurun merakıyla birleşince okurun ruhuna işleyen bir melodiye dönüşüyor. El Nefzavi’nin ihtiras dolu satırları, Feyruz’un hüzünlü sesi, Ümmü Gülsüm’ün kadife nağmeleriyle yükselen duygular okuru sarıyor. Bazen Reşit Sofi’nin içli ezgileri, bazen Baki Xido’nun derin melodileri geçmişin izlerini bugüne taşıyor. Mihemmed Şêxo’nun notaları bu kervanın vazgeçilmez yol arkadaşları oluyor. Ama orada Şıwan Perwer ve Ciwan Haco’nun müziğini duymamak beni hayal kırıklığına uğrattı sanırım! Tıpkı müzik gibi, kelimeler de burada bir yolculukta. Halil Cibran’ın felsefi derinliği, Nizar Kabbani’nin aşkı dizelere işleyişi, Necip Mahfuz’un kadim sokaklarda gezinen hikayeleri, Adonis’in şiirle yeniden kurduğu evren, Selim Berekat ve Helim Yusiv’in kelimeleri, kimlik ve aidiyetin ince sızısını içinde barındırıyor. Yazar, bu isimleri işlerken; okur, bunları romanın dokusunda hissediyor. Müzisyenin ezgisi gibi yankılanan satırlar, bir şairin kaleminden süzülen imgeler gibi gözümüzün önünde canlanıyor. Böylece, kitap yalnızca bir roman değil, geçmiş ile geleceğin, aşk ile isyanın, sürgün ile hasretin aynı melodide buluştuğu bir sahneye dönüşüyor.
“İklim Kahverengi”de kahverengi ve yeşil renkleri ile kurulan metaforik ilişki, zamanda tarihsel değişimleri, umut ve karamsarlık arasında gidip gelen insan ruhunu karşımıza çıkarıyor. Kahverengi battaniye, geçmişin ağırlığını, kurak ve yorgun zamanları, Baas rejiminin baskısını, Alman faşizmini ve tükenmiş umutları simgelerken, yeşil de doğanın yeniden dirilişine, filizlenmesine ve değişime duyulan umudu ortaya koyar. Karakterler bir dönüşüm içinde, belirsizliğin ortasında ayakta kalmaya çalışır. Değişen zamanların getirdiği zorluklar ve tükenmeyen umut arasında savrulan bu hikayeler, yalnızca bireysel değil, kolektif bir varoluş mücadelesinin de ifadesi haline gelir. Böylece roman, geçmişin gölgesinde büyüyen, anı sürekli yaşayan ama umudu elden bırakmayan bir yaşamın izini sürer.
Yazar, genel olarak anlatımını yalın ama derinlikli bir üslupla örüyor. “Baştan Başa” eserinde, sınır hattında kaçakçılık yapan insanların çaresizliği, yoksulluğun insan bedeni üzerindeki etkisi, sürgünün bireyler üzerindeki ruhsal yansımaları sade bir dille güçlü bir şekilde işlenir. Halep, Afrin ve sınır bölgelerinin anlatıldığı sahneler, Asuri kızına sevdalanan genç, hamile eşeğin çaresizliği, kavalın sesi ile aşkın insan üzerindeki etkisi… Sade ama derinlemesine işlenen insan hikayeleri onun anlatım gücünü zirveye taşıyor. Yazar, gerçek yaşamdan kopmadan, bu insanların hikayelerini aktarmayı başarıyor. Bu da onun edebiyatını daha gerçekçi kılıyor. Eserlerindeki dil kullanımı ve metaforlar, mekanın sınırlamalarını aşan bir duygu yoğunluğuyla şekilleniyor.
‘Sevda her yüreğe farklı yapar yuvasını’
“Baştan Başa” eserinde geçen şu cümleler, onun üslubunu özetler niteliktedir: “Sevda her yüreğe farklı yapar yuvasını.” “Geçmişe yapılan sondajın sonucu bazen ağır olur.” Bu cümleler, Aslan’ın metaforik dili nasıl kullandığını gösterir. Aşkı, hafızayı, yalnızlığı ve sürgünü tek bir cümlede yoğunlaştırır.
Yine aynı kitapta “Rıfat ile Henê” karakterleri, yalnızlığın iki insanı nasıl aynı çatı altında birleştirebileceğini gösterir. Aynı yalnızlık içinde iki kişi olmanın ne demek olduğunu anlatan bu öykü, Aslan’ın karakter yaratma gücünün bir örneğidir.

Sadık Aslan’ın kitapları, Kürtçe ve Türkçe edebiyat arasında köprü kuran, edebiyat ile tarihsel anlatıyı birleştiren bir yapıya sahiptir. Hikayeleri, yoksulluk ve ezilmişliğin birey yaşamındaki yansımasını yakalamaya çalışır. Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal öyküleri ile Anadolu’daki yoksul köylülerin, sesini duyuramayan insanın sesi olmuşken Sadık Aslan da Mezopotamya’nın sıcak topraklarında ezilmiş, ötekileştirilmiş insanların sesi olmaya çalışarak baskının gölgesinde var olmaya çalışan coğrafyanın ve dönemin sessiz çığlıklarını okura ulaştırıyor.
Zor zamanlarda yazılmış bu eserler, sadece yazarın bireysel kurguları değil, aynı zamanda Mezopotamya halkının hafızasının kayıt altına alınmasıdır. Okur bu eserleri okuduğu zaman Mezopotamya’nın yaşadığı acıları daha gerçekçi hissedebilecektir çünkü yazar, sınırların ve zulmün ötesinde, cümlelerin gerçek anlamda özgürlüğe açıldığı bir edebiyat yarattığı gibi bize sosyolojik ve tarihi belgeler de bırakıyor.
